Queen’in efsanevi solisti Freddie Mercury, biraz da kinayeyle “İnsan olmak bir miktar anestezi gerektiren bir durumdur” derken önemli bir gerçeğe dikkati çekiyordu. Daha doğarken ağlarız, çünkü canımız yanar. Bedenin savunma mekanizması olan ağrı, bedene yapılacak cerrahi bir müdahalede en büyük engele dönüşür. Ağrı denen hayati his, bir süre için yatıştırılmalıdır.
İnsanlar tarih boyunca ağrıyı dindirmek için çareler aradılar. Bu amaçla afyon, alkol ya da bitkisel karışımların içilmesinden kafaya darbe indirilmesi veya boğazın sıkılması (karotisşah damarı kompresyonu) yoluyla bayıltmaya kadar değişen birçok yöntem denediler. Sözkonusu metodların pek çoğu ağrıyı tam kesemedikleri gibi hayatî tehlikeye de yolaçtı.
Alkolün üzüm, alıç, bal veya pirincin fermantasyonu yoluyla elde edilmesi Neolitik Çağ’dan beri bilinir. En eski sakinleştiricilerden biri olan alkol, Neolitik insanlar tarafından ağrıyı dindirmek için de kullanılmış, bu “sihirli sıvı”ya modern zamanlara kadar aynı amaçla başvurulmuştur. 16. yüzyılda anestezi amacıyla alkol tütsüleri kullanılmış, 18. yüzyılda cerrahlar tarafından alkollü içeceklerin tüketilmesi önerilmiştir. Ama alkol hiçbir zaman etkili ve gerçek bir anestetik olmamıştır.
MÖ 2100 tarihli Sümer kil tabletleri, o zamanlar “hul gil” yani neşe bitkisi olarak adlandırılan afyonla ilgili bilgi veren en eski farmakope (ilaçların kullanımları hakkında bilgiler içeren kitap) olarak kabul edilir. Daha sonra Arabistan’a oradan da Hindistan’a ve 8. yüzyılda Çin’e gittiği bilinen afyon, Orta Çağ’ın sonlarında Avrupa’nın tüm büyük şehirlerinde tıbbi uygulamalarda kullanılmış ve bitkinin analjezik niteliği ona günümüze kadar gelen bir popülerlik sağlamıştır.
Hindistan’da MÖ 600-1200 yılları arasında yaşadığı düşünülen (tam tarihleri bilinmiyor) ve cerrahinin kurucu babalarından kabul edilen Sushruta, cerrahi anestezinin belki de ilk uygulayıcısıdır. Bilinen en eski cerrahi ders kitabı Sushruta Samhita, hastayı sakinleştirmek için Hindu kültürünün kutsal bitkisi hint kenevirinin (cannabis) buharının kullanılmasını önermiştir.
Çinli doktor Hua T’uo (140- 208) içinde afyon olduğuna inanılan bir terkiple cerrahi anestezi uygulayan öncü hekimlerdendir. Kuşaktan kuşağa aktarılan ve tarihî kayıtlara geçen en eski tıbbi yöntemlerden biri olan Çin kökenli akupunktur da antik zamanların en etkili ağrı kesme tekniklerinden biri olmalıdır.
Bir Akdeniz bitkisi olan Mandragora Officinarum’un (Mandrake – Adamotu) kökünden yapılan şurup, antik Yunan ve Roma çağlarında anestezi amaçlı kullanılmıştır. Şurup, şuur kaybı ve halüsinasyonlara sebep olur, hatta bazen ölüme yol açardı. 1200’lerde Salerno Tıp Okulu’nda, cerrah Theodoric of Lucca’nın ameliyat ağrısını dindirmek için kullandığı afyon ve adamotu ile ıslatılmış “soporifik (uyku verici) sünger” Avrupa’daki ilk anestezi uygulaması kabul edilir.
İspanyol Pizarro 1532’de Peru’yu işgal ettiğinde yerlilerin bir yaprak çiğnediklerini görmüştü. Güney Amerika yerlileri 8 bin seneden beri yetiştirdikleri ve efsaneye göre kurban edilen güzel Kuka’nın mezarından çıkan bu mucizevi bitkiye Koka adını vermişlerdi. Bu bitkiyi tıbbi amaçlarla ve dini ritüelleri sırasında aşkın ruh hallerine girmek için kullanıyorlardı. Cerrahlar koka yapraklarını çiğneyerek tükürüklerini kesi yapacakları yere sürer ve bir nebze lokal anestezi elde ederdi. Ameliyat edilecek hastayı uyutmak için mısırdan elde ettikleri alkollü içecek chichi’yi, lokal bitkilerden datura, espingo ve San Pedro kaktüsünü de kullanırlardı.
Kimyasal olarak alkolün (etanol) sülfürik asitle reaksiyonundan ortaya çıkan eter, ilk defa 13. yüzyılda sentezlendi. Eterin hem ağrı kesici hem de uyku verici özelliklerinin fark edilmesine karşın, 1800’lerin ortalarına kadar hastaların ameliyatın acısıyla başa çıkmak için afyon, alkol ya da dişlerini sıkmak dışında fazla bir seçeneği yoktu. Gerçek anestezi ise 18. yüzyılın sonlarında İngiltere’de ortaya çıkacaktı.
Aydınlanma çağında, karbondioksit (1754), oksijen (1771) ve nitröz oksit (1772) gazları keşfedilince bu gazların etkilerinin sergilendiği –çoğu şarlatanca– gösteriler de başlamıştı.
1798’de Humphry Davy, Bristol’de yaptığı araştırmada nitröz oksit solunduğunda ortaya çıkan iki önemli etkiyi tanımladı: Aşırı abartılı bir mutluluk duygusu yani öfori (bu nedenle kahkaha gazı ismini aldı) ve analjezi. Sonuçta Davy, cerrahi işlemler sırasında nitröz oksit solunmasını önerecekti.
Hikâye kısa sürede Amerika’ya ulaştı. Bir seyyar gösterici olan Gardner Quincy Colton, Connecticut’ta 10 Aralık 1844’de, bir nitröz oksit gösterisi yapıyordu: “Güldürücü ve Neşelendirici Gaz, Müthiş Gösteri”. İzleyiciler arasındaki diş hekimi Horace Wells ise çürük dişleri ağrısız çekebileceği bir formül arıyordu. Gazı içine çeken insanlar gülüyor, kendinden geçiyordu ki onlardan birinin ayağını çarpıp kendini yaraladığını gördü; yanına gitti. Samuel Cooley adındaki adam yaralandığının farkında bile değildi; acı duymamıştı. Diş hekimi bu gazı kullanabileceğini düşünerek ertesi sabah için bir deneme planladı; kendi çürük dişini gaz uygulamasından sonra bir başka meslektaşına çektirdi. Sonra bunu hastalarında da kullandı. Wells, nitröz oksit kullanmayı öğrendikten sonra buluşunu tüm dünyaya duyurmak için Boston’daki Harvard Tıp Okulu’nda bir gösteri planladı. Bir ampütasyon ameliyatında anestezi uygulayacaktı fakat hastanın ameliyatı reddetmesi üzerine diş sorunu olan bir izleyici gönüllü oldu. Ancak Wells diş çekiminin ağrılı olması nedeniyle şarlatanlıkla suçlanacak ve gözler önünden çekilerek üç yıl sonra kendi canına kıyacaktı.
Gösteriye yardım eden Wells’in öğrencisi William Morton daha etkili bir madde gerektiğini düşünüyordu. Aynı zamanda Harvard’da tıp okuyan Morton, kimya hocası Charles Jackson’a fikrini sordu. Jackson, ne tavsiye edeceğini zaten biliyordu. 1840’larda alkollü içeceklerin tüketimine karşı olanların biraraya gelerek oluşturduğu “Temperance movement”ın (Alkol karşıtı hareket) baskısıyla alkolden mahrum kalanlar, aradıkları eğlenceyi eterde buluyorlardı. Eter küçük dozlarda öfori yapıyor, daha büyük dozlarda ise sinirleri hissizleştiriyor, şuur bulanıklığı yaratıyordu. “Eter frolics” denen partiler moda olmuştu.
Jackson’ın eter fikrini Morton önce hayvanlarda denedi; daha sonra hastalarında kullandı ve sonunda Massachusetts General Hospital’da Dr. John Collins Warren’a bir gösteri teklif etti. 16 Ekim 1846’da gösteriden önce hasta Gilbert Abbott’a eter koklattı. Dr. Warren boynundaki tümörü çıkartırken hasta hiç ağrı duymamıştı. Morton, Yunan mitolojisinde acı dolu hatıraları unutturan Lethe nehrine atfen Letheon adını verdiği bu maddeyi sır olarak saklamak ve patentine tek başına sahip olmak istemişti ama başaramadı. İşte bu para ve şöhret kavgası yüzünden Boston Public Garden’da bulunan eter anıtında ne Jackson’ın ne de Morton’ın adı geçer.
Modern anestezinin babası
Eter mucize gibiydi ama cerrahi anestezi için kullanıldığında bulantı, kusma gibi kısıtlayıcı yanetkiler söz konusu oluyordu. Dolayısıyla yeni arayışlar devam ediyordu.
Kloroform 1831’de ABD, Almanya ve Fransa’da birbirlerinin çalışmalarından habersiz olan Samuel Guthrie, Eugène Soubeiran ve Justus von Liebig tarafından eşzamanlı olarak keşfedilmişti. Edinburgh’da yaşayan kadın doğum uzmanı James Y. Simpson, 1847’de doğum sırasında kadınların sancılarını dindirmek için kloroform kullanmaya başladı. Kloroform daha sonra doğumların yanısıra ameliyatlar ve diş tedavilerinde de popüler bir madde haline geldi.
1853’de Prens Leopold’ün ve 1857’de Prenses Beatrice’in doğumlarında Kraliçe Victoria’ya kloroform anestezisi uygulayan Dr. Snow, doğum anestezisinin yaygınlaşmasını sağladı; kraliyetin bu tavrı da anesteziye karşı itirazları susturdu. Anestezide eter ve kloroform dozlarını hesaplayan ve güvenli uygulama yöntemi olarak bir cihaz ile bir maske tasarlayan Dr. John Snow, On the Inhalation of the Vapour of Ether (Eter Buharı Solunmasına Dair) ve On Chloroform and Other Anaesthetics (Kloroform ve Diğer Anestetiklere Dair) adlı eserleriyle zamanın hekimlerini anestezi konusunda aydınlatmış, çalışmalarını kişisel kazanca çevirmek yerine tüm insanlığın hizmetine sunmuştu. Snow, bugün modern anestezinin babası kabul edilir.
Freud, kokain ve lokal anestezi
Sigmund Freud, 12 Aralık 1883’te kokainin fizyolojik etkisine dair bir makale okuduğunda morfin bağımlısı bir meslektaşını kokainle iyileştirebileceğini düşünmüştü. Kokaini kendisinde denediğinde depresyonunun gerilediğini, ayrıca dilinde ve diş etlerinde uyuşukluk olduğunu fark etti. Kokain, mukozayı duyarsız yapıyordu.
O zamanki anestezi yöntemleri yüzü kapadığı için yüze ve gözlere yapılan müdahalelerde kullanılması son derece zordu. Bu durumlarda lokal bir anestetik gerekiyordu.
Freud’un tavsiyesi üzerine 1884’te kokainin genel fizyolojik etkilerini incelemeye başlayan göz hekimi Carl Koller, çeşitli deneylerle korneanın ve göz zarının kokainle uyuşturulabileceğini saptadı. Kokainin lokal anestezik olarak başarılı sonuçlar verdiğine ilişkin bildiri, 15 Eylül 1884’teki oftalmoloji kongresinde okundu. Birkaç ay içinde kokain ile periferik anestezi ve 1898’de spinal anestezi tanımlandı. Ama kokainin bağımlılık yaratma gibi önemli bir handikapı vardı ve 20. yüzyılda Lidocaine ve Procaine gibi yeni ilaçlar sayesinde lokal anestezide daha güvenli ilerlemeler sağlandı.
Cerrahi anestezinin gelişimi
Başlangıçta anestezinin cerrahi üzerine az bir etkisi olmuştu çünkü enfeksiyon problemi vardı. Asepsi (cerrahi uygulama yapılacak ortamın mikroorganizmalardan arındırılması) ve antisepsinin (enfeksiyonun önlenmesi için vücut yüzeyinde ve yaralarda bulunan patojen mikroorganizmaların kimyasal maddelerle temizlenmesi) gelişmesi cerrahiyi, cerrahinin gelişmesi ise anesteziyi ileri taşıdı. Sofistike cerrahi için daha donanımlı anestezistler daha iyi ekipman ve daha etkili ilaçlar gerekiyordu.
1894’te tıp öğrencisi E. Amory Codman ve Harvey Cushing solunum hızı ve nabız sayılarını kullanarak ilk anestezi kayıtlarını geliştirdiler.
Çok sayıda savaş yaralanması üzerine çalışılan her iki dünya savaşı sırasında da bu uzmanlık alanı ilerledi. Fakat göğüs boşluğuna ve karın boşluğuna yapılan müdahaleler son derece zordu. Kas gevşemesinin sağlanması için yüksek dozda anestezi verilmesi gerekiyor, bu da ciddi yan etkilere yol açıyordu.
Cerrahi anestezi başlayalı neredeyse 100 yıl olmuş ama etkili bir kas gevşetici bulunamamıştı. Oysa formül Güney Amerika yerlilerindeydi. Zararsız bir bitkiden elde edilen bir alkaloid, bedene zerk edildiğinde zehire dönüşüyordu. Uçları kürara batırılmış bu oklara işgalci İspanyollar “uçan ölüm” demişlerdi. Kâşif Charles Waterton, 1814’te bir yerli kabileden aldığı bu okları İngiltere’ye götürmüş ve Dr. Benjamin Brodie ile birlikte Wouralia adında bir eşek üzerinde denemişti. Doktor, tamamen paralize (felç) olan ve ölü gibi görünen eşeği sonunda hayata döndürmeyi başarmıştı.
İskoç cerrah Sir William Macewen 1878’de ilk kez oral entübasyon yaparak kloroform anestezisi sağlamıştı. 1895’te Alfred Kirstein ilk direkt laringoskopu geliştirince entübasyon daha tehlikesiz hale geldi.
Modern tıp ilerledikçe, bir hastanın altta yatan problemi tedavi edilirken solunum ve dolaşım sistemi iyi idare edilirse hastanın hayatının kurtarılabileceği daha iyi anlaşıldı. Böylece ameliyathanelerde öğrenilen bu yetiler ağır hastalara da uygulandı ve yoğun bakım ünitelerinin (YBÜ) gelişmesinin yolu açıldı.
1950 itibarıyla bugünkü modern anestezinin tüm bileşenleri biraraya gelmişti. Bugün eter ve kloroform kullanımdan kalkmış olmakla birlikte, nitröz oksit hâlâ kullanılmaktadır. Ama tabii, elektronik monitörlerle, bilgisayarlı anestezi makinalarıyla, tüm yüksek teknoloji ürünü ekipmanla ve elbette çok daha iyi eğitimli anestezistlerle günümüzde modern anestezi çok daha güvenlidir. Dünya üzerinde her yıl 230 milyonun üzerinde cerrahi müdahale genel anestezi altında yapılmaktadır.
İslâm tıbbından Osmanlı dönemine narkoz
İbn-i Sina, El-kânun fi’t-tıbb’da adamotunun uyutucu etkisini dile getirmiştir. Sünnet operasyonlarında ve ameliyatlarda hastanın ağrı hissetmemesi için ağrı kesici ve uyku getirici (analjezik ve hipnotik) olarak afyonu şarap, sarısabır, hindistancevizi veya adamotu ile karıştırıp hastalara içirdiğinden bahseder.
15. yüzyılda Amasya Darüşşifası’nda hekimlik yapan Şerefeddin Sabuncuoğlu, Anadolu Türkçesiyle yazdığı ünlü eseri Cerrâhiyetü’l-hâniye’de kırık-çıkık müdahaleleri ve cerrahi işlemlerde acıya tahammül edemeyenler için narkoz amacıyla adamotu kullandığını anlatır: “Luffahın (adamotu) dış etini koparıp özünü dövüp tatlı badem yağıyla ovasın. Bir gün bir gece dura. Her kime cerrahi müdahale etmek istersen bu devadan aç iken bir dirhem veresin. Biraz vakitten sonra göresin ki hasta yatmıştır, kendini bilmez. Ondan sonra ne türlü tedavi edersen edesin. Bu devadan büyük adama bir dirhem, küçüklere miktarınca veresin. Ben ömrüm boyunca başka murkıdd (anestetik) kullanmadım”.
Osmanlı topraklarında kloroform ilk kez, Paris’ten dönen Cemil Topuzlu tarafından 1890’da Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde kullanılmaya başlanmış; Gülhane’de ilk defa eter kullanımı Almanya’dan gelen Dr. Robert Rieder tarafından 1898’de gerçekleştirilmişti.
Sultan 5. Mehmet Reşad, 27 Nisan 1909’da tahta çıktığında uzun zamandır bir mesane hastalığından muzdaripti. 1915’te dayanılmaz ağrıları yüzünden ameliyat kararı alınınca, operasyon için Berlin’den ünlü cerrah Dr. James Israel davet edildi. Yıldız Sarayı’nda “Hususi Daire” de denilen Yeni Köşk’ün Dört Mevsim Salonu’nda 24 Haziran 1915 Perşembe sabahı yapılan ameliyatla padişahın mesanesinden iki büyük taş çıkartıldı. Padişah, Refik Münir Paşa’nın damla damla verdiği eter narkozuyla uyutulmuştu. Çanakkale Savaşı sırasındaki cerrahi girişimlerde en sık kullanılan anestetik madde de kloroformdu. Karın yaralanmaları yüzünden Çanakkale Savaşı’nda çok sayıda Mehmetçik hayatını kaybetmişti. Ameliyat yöntemi, karın bölgesini kasıktan başlayarak dikey olarak açmak ve karın boşluğuna bir drenaj tüpü yerleştirmekti. Daha sonra yan yatar vaziyette tutulan hastaya morfin veriliyordu.
Gerçek anlamda modern anesteziyi ise 1948’de oksijen-nitröz oksit-eter karışımı uygulayabilen anestezi cihazını Cerrahpaşa Hastanesi’nde kuran Dr. Sadi Sun başlatmıştır. İlk endotrakeal entübasyonu da yine doktor Sun, 3 Ağustos 1949’da gerçekleştirmiştir.