Ölüme, ölümüne “doğru” ilerlediğini iyi kötü sezen Kafka onun adını almıyor ağzına, biz “ona doğru” yazdığını görüyor, okuyoruz. Canetti ise ölüme “karşı” yazma kararı aldığında 37 yaşında, sağlığı yerinde; bu uzun yolda asıl onu hırpalayacak olan, yakınlarının ölümlerinin tanığı konumuna düşmek.
Jean-Didier Urbain’in her kültürel tarih çalışmasına dikkatle eğildim bugüne dek; sıra altbaşlığı “Batıda Mezarlıklar ve Bellek” olan Ölüler Takımadası’na (1989; gnş. basım 2005) geldi. Gecikmiş ama uygun zamanlamaya denk gelen bir okuma deneyimi.
Urbain’in mezarı kitaba, mezarlığı kütüphaneye benzetmesi bana çok ilginç görünmedi açıkçası. Buna karşılık, ada benzetmesi yerinde: Yerleşim yerinin az dışında da olsa yeri, ortayerinde de olsa, ondan sınırlarıyla ayrılır o topografik kesit; büyük şehirler için takımada kullanımı bu nedenle uygun. Çok olmadı, kimbilir kaçıncı kez, Feriköy’deki Latin Katolik mezarlığına düşürdüm yolumu: İstanbul’un tam merkezinde bir başka ülke-yerli yabancılarla yerlileşmiş yabancıların diyarı.
Mezarlıkların bir dil geliştirdiği savına katılıyorum Urbain’in: Her kültürde farklı ve yüklü bir simgesel donanımla konuşur mezar(lık)lar, harfleri ve rakamları, imleri ve imceleri işe koşar, simge-biçimlerden açık seçik ya da örtük iletilerde bulunur, mürekkep ve çetrefil, eşi bulunmaz bir ‘codex’ler zinciri yaratmıştır-bütün coğrafyalarda.
Louis Bazin’in, Bacqué-Grammont/Vatin ikilisinin yayına hazırladıkları Stelae Turcicae’lerden (I-VI) hareketle gösterdiği gibi, Osmanlı ölüm kültüründe Orta Asya kökenli bir anadamarla İslâmi anadamarın içiçe geçtiği maya egemendir. Günümüze gelesiye pek çok ögesi kullanımdan kalkmış olsa bile, Osmanlı döneminden kalan yabana atılamayacak sayıda ve türde örnekten sözkonusu dilin “gramer”ini de, “sözlükçe”sini de sökmekte güçlük çekmeyiz.
Cumhuriyetin bu dilde de kırılma yarattığını kesinleyebiliriz: Taş işçiliğindeki zanaat kaybı, Ahlat mezartaşlarının görkemli stilistiğinden bugünün her tür estetik kaygıdan yoksun kalıplarına, dudak uçuklatıcı boyutlarda. Simge donanımlarında yaşanan dönüşüm, farklı toplumsal rol modellerinin oluşumuna koşut biçimde gerçekleşmiştir. Yazıtlarda başvurulan dil örüntülerinde süreklilik (Fatiha) ve başkalaşım (modern ve post-modern ifadeler) içiçe geçmektedir.
Burada, öncelikle, çoğunluk≠azınlık mezarlıkları karşıtlığı üzerinde durmak önemli. Farklı inanç sahipleri için “kare”ler de ayrılsa, bağımsız mezarlıklar da tesis edilse, sıkıştırılmış azınlıkların gömü yerlerinin kalıcılığı sınırlıdır: Harbiye Orduevi’nden Askerî Müze’ye uzanan kesitteki Ermeni mezarlığı ‘şehir büyürken’ sırra kadem basmış olanlardan yalnızca biri- nedir ki ayrıca, bin yılı aşkın hüküm sürmüş Bizans’tan tek karış mezarlığa rastlamak elde midir? Öte yandan diller ölüyor, kültürler nasıl ufalanmadan korunsun?
Mezarlık kültürünün uç bölgelerinde sessiz, suskun diller konuşuluyor: Kargışlı statüsündekiler, sözgelimi Eyüp’teki cellât mezarlığının siyah taşları dilsizdi. “Kimsesizler” mezarlığında fakirlik söz alamaz. Geliyor, bu tabloya mezara saldırıların her türlüsü ve buna özgü dil kullanımı ekleniyor: Bir karşı kültür mü, hayır, bir tür yok kültür.
Kafka o kitabı yazmamış, dahası varolunca yokolsun dilemiş; Son Defterler adı üstünde, Alman yayıncıların kavurucu kararı ile kitaplaşmış bir süreç yazısı: Kafka’nın son 28 ayında, “içindekiler”i ayırmaksızın (Şato’nun bölümleri, Şarkıcı Josefine türü öyküler, notlar) peşpeşe dizdiği parçaları içeren defterlerin başında oturan yakında öleceğini kestiriyor; tam ne zaman bilemiyor, ondan, tamıtamına: Ölümüne doğru yazmak.
İki kitap arasındaki belirleyici ortak nokta: Canetti de böyle bir kitap yazmamış, daha doğrusu yapmamış: İçindekileri yazmış olan o, kitabı inşa eden değil: Yapılsın, bırakmış.
1988’den bir not (s. 372): “Ölüme Karşı Düşünceler. Tek olasılık: Fragmanlar halinde kalmaları. Onları sen yayımlamamalısın. Onları organize etmemelisin. Onları birleştirmemelisin”.
Yazı/n tarihinde örneğine benim rastlamadığım bir karar, bir vasiyet, Gordium çeşitlemesi- bu konuya yerinde dönmek isterim, yeri burası değil.
Ölüme Karşı Kitap, 1905 doğumlu Canetti’nin 1942-1994 (ölüm yılı) arası defterlerine çoğu kez steno yazısıyla düştüğü “not”lardan oluşuyor. Yazar, 1982-88 arası bir kitap inşa etmeye çaba göstermiş, yaklaşık 160 sayfalık bir kesiti daktiloya çek(tir)miş (İnsanın Taşrası’nda yeralan bölüm), kitabını gene de erdirememiş. Sonsözünde, Musil nasıl son cümlesini bulamadığı için romanını bitiremediyse (herhalde bıyıkaltından gülümseyerek), Canetti de başlangıç cümlesini yazamadığı için kitabına girişememişti diyor Peter von Mat- bu konunun üstünde durulmaya da değer. Hemen söylemeliyim: Karşı konumdan da olsa, bu tür bir kitabın en son cümlesini kendisinin yazamayacağını düşünmesi, yazarın incipit tutukluğuna düşmesi için bana kalırsa yeterliydi.
İki kitabın ortaklıklarından çok ayrıldıkları noktaya odaklanıyorum. Ölüme, ölümüne doğru ilerlediğini iyi kötü sezen Kafka onun adını almıyor ağzına, biz ona doğru yazdığını görüyor, okuyoruz.
Canetti’nin yaklaşımı temelden farklı: Ölüme karşı yazma kararı aldığında 37 yaşında, sağlığı yerinde, bu uzun yolunda asıl onu hırpalayacak olan yakınlarının ölümlerinin tanığı konumuna düşmek.
Son Defterler’e ait öyküler arasında “Yuva” ile “Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu”, kıpkısa metinler arasında “Mecazlar” öncelikle önem taşıyor. Yazı yoluyla kendini gömmek. Toprağın altına harfler üzerinden gömü uzamı oturtmak. Zorlama yorumla(mala)r mı? Hastalığı gitgide yaşam alanını kaplama yolunu tutmuş birinden başka ne yazması beklenirdi?
Türkçenin kolaylaştırdığı doğru, işimi: Yazmak değil Kafka’nın son döneminde yaptığı: Kazmak.