Mekke Şerifi Hüseyin’in hırs ve korkularıyla başlayan isyana katılan Araplar, Osmanlı Devleti’ne sadık kalanların yanında küçük bir azınlıktı. Arapların olmadığı bir Osmanlılık anlayışı Türk milliyetçiliğinin hâlâ sürmekte olan bir sorunu ama, o neslin insanları Arap topraklarını da vatan kabul eden Osmanlılar olarak yetişmişlerdi.
Yüz yıl önce bu ay patlak veren Arap İsyanı’nın ülkemizde algılanışı çok eksik ve yanlıştır. 10 Haziran 1916’da başlayan bu önemli olay, özetle, 1. Dünya Savaşı’nda “Arapların bizi sırtımızdan bıçaklaması” biçiminde bilinir. Araplar, “Britanyalılarla birlik olmuş ve ordumuzu arkadan vurmuştur”.
Bu algıda sorgulanması gerekenlerin ilki, “Araplar” adlandırmasıdır. Evet; isyanı çıkaranlar Araplardır; ama bütün savaş boyunca, yani Mondros Bırakışması’na kadar, birçok Arap, ister Bâb-ı Âlî bürokrasisinde olsun, ister yerel yönetimlerde çalışıyor olsun, isterse Osmanlı ordusunda subay olsun, Osmanlı Devleti’ne sadık kalmıştır. Kaçıp, Mekke Şerifi Hüseyin ibn-i Ali’nin kuvvetlerine katılan Arap subaylar vardı tabii. Ama sadık kalanlar daha çoktu. Erzurum-Sivas Kongreleri sırasında Diyarbakır’da konuşlanmış olan 13. Kolordu’nun komutanı Albay Ahmet Cevdet Bey, Araptır. Ayrıca, Britanyalıların daha önce esir almış olduğu ve isyancı orduya katılacakları beklentisiyle salıverdikleri Arap subay ve erlerden de çok küçük bir bölümü isyancılara katılmıştı.
Öte yandan, ister tarihî Suriye’de, yani Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de olsun, isterse Irak’ta, isyanın başladığı duyulduğunda isyana katılan veya isyanı destekleyecek etkinliklere kalkışan neredeyse hiç olmamıştır. Bazı tarihçiler bunu, Suriye Genel Valisi ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın, Fransızlarla birlik olan ayrılıkçı Araplara karşı hemen 1914’te uyguladığı ve ölüm cezalarına kadar varan sindirme siyasetinin sonuç vermesi biçiminde açıklıyor. Bir dereceye kadar da haklı olabilirler. Ama çoğunluğun hareketsizliğini açıklayan iki önemli hususun kanımca daha ağır astığını hatırlatmam gerekir. Bunların birincisi, Arap eşraf ve aydınlarının uzun zamandır istedikleri ve bir tür yerinden yönetim olarak özetleyebileceğimiz hakların, örneğin yönetimde ve mahkemelerde Arapçanın da kullanılabilmesi ya da asker veya sivil Arap memurların Arapçanın hakim olduğu bölgelere atanması gibi hakların, Osmanlı hükümetince 1913’te kabul edilmiş olmasıdır. Yeni yapılan tarih çalışmaları bu tedbirlerin Arapların ezici bir çoğunluğunu Osmanlı yönetimine bağladığını gösteriyor.
Bu süreci kolaylaştıran ve unutulmaması gereken ikinci husus ise, Arap aydınlarının önemli bir bölümünün, Osmanlı yönetiminin sona ermesi halinde Arap topraklarında bağımsızlığın sözkonusu olamayacağının, yurtlarının Fransa veya Büyük Britanya egemenliğine geçeceğinin bilincinde olduklarıdır.
Bütün bunlar, olaya bakışımızdaki belki en önemli zaafımızı, ona önderlerinin ve destekçileri Britanyalıların daha o zamanlar taktıkları çok iddialı adı, “Arap İsyanı” adını, herhangi bir eleştiriye gerek duymadan kabul etmiş olduğumuzu göstermeye yeter sanırım. Dolayısıyla, “Mekke Şerifi Hüseyin’in isyanı”ndan söz etmek daha doğru olur. Nitekim yıllardır yapılagelen birçok araştırma, Şerif Hüseyin’in Arap milliyetçisi olmadığını, hükümdarlık peşinde koştuğunu, ama savaş zamanında bağlı olduğu yönetime karşı isyan başlatabilmek için ciddİ bir meşruluk kaynağına gereksinim duyduğu için fırsatçılık yapıp Arap ayrılıkçılığının önderliğine kalkıştığını ispat ediyor.
Oğlu Faysal aracılığıyla Suriyelilerle alelacele yaptığı bir görüşme ve Britanyalılarla yaptığı ne olduğu belirsiz bir yazışma üzerine isyan bayrağını açması, bir an önce Osmanlı yönetiminden çıkmak istediğinin kanıtı olarak görülebilir. Bu arzusunun çok daha eskiye dayandığını, Osmanlı merkezîleşmesinden, özellikle de Hicaz Demiryolu’ndan hiç hoşlanmadığını, Sultan II. Abdülhamit’in de bunun farkında olduğu için kendisini İstanbul’da tuttuğunu biliyoruz. 1908’de başlayan yeni yönetimin de bütün bunları bilerek kendisini Mekke Şerifi tanıdığı ve Hicaz Valisi Vehip Paşa’nın bu yüzden Hüseyin’in muhafız kıtasını silahsızlandırdığı da bildiklerimiz arasında.
1914’ün Ocak ayında Hicaz milletvekili seçilen oğlu Abdullah’ın İstanbul’a giderken Mısır’dan geçtiğini ve babasının niyetini Britanyalılara çıtlattığını ise daha önce yazmıştık (bkz. #tarih, sayı 6). Bunun farkında olan Osmanlı hükümeti, işi dallandırıp budaklandırmamak için Hüseyin’le anlaşmış -ya da anlaştığını sanmış- ve Hicaz Demiryolu’nun Mekke ve Cidde’ye kadar uzatılmayacağına dair güvence vermişti. Ancak, 1914 sonlarında durum çok farklıydı. Hem Hicazlılar Hüseyin’in vergi siyasetinden memnun değillerdi, hem de çok eskiden beri gözlerini Hicaz’a dikmiş olan komşu Suudlar artık Büyük Britanya koruması altındaydı (bkz. #tarih, sayı 21). Britanya destekli bir isyan hem para ve bağımsızlık getirecek hem de bu bağımsızlığın komşulara karşı korunabilmesini sağlayacaktı.
Hüseyin ibn-i Ali’nin hırs ve korkularıyla başlayan isyanın kimi sırtından bıçakladığı, yani genelgeçer algıdaki “biz”in kim olduğu meselesine gelecek olursak; yukarıda anlatılanlardan sonra, sırtından bıçaklananlar arasında birçok Arabın, hattâ Arapların çoğunluğunun da olduğu anlaşılır. Ama buradaki “biz”de, “Osmanlı” ve “Türk” kimliklerinin birbirine karışması diye özetleyebileceğimiz bir sorun olduğu gibi, “biz”in “Osmanlılar” biçiminde okunması halinde de, içinde Arapların olmadığı bir Osmanlılıktan söz edildiği aşikârdır.
Ne var ki, Osmanlılıkla Türklüğü eşanlamlı gören bu yaklaşım, Türk milliyetçiliğinin hâlâ sürmekte olan bir sorunu olmakla birlikte, 1. Dünya Savaşı’nı yaşayan ve yeni Türkiye’yi kuran nesil için bir sorun değildi. Çünkü o neslin insanları, Arap topraklarını da vatan kabul eden Osmanlılar olarak yetişmişlerdi ve birkaç yıl öncesinde Trablusgarp’ı İtalyanlara karşı korumaya çalışırken de vatan savunması yapan insanlardı. Şerif Hüseyin’in isyanını Osmanlılığa karşı bir ihanet olarak görmekte haklıydılar. Bu yüzden Medine’deki Osmanlı komutanı Fahrettin (Türkkan) Paşa, sultan ve halifelerine karşı isyancı olarak gördüğü Şerif Hüseyin’in askerlerine teslim olmayı reddetmiş, Mondros Bırakışması’ndan iki buçuk ay sonra, Britanyalılara teslim olmuştur. Kısacası, o neslin insanları “biz” derken, kendilerinden söz ediyorlardı. Ama onların bilincini yüz yıl sonra bizim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak sürdürüyor olmamız ciddi bir sorundur.
İsyanın kendisine gelince; savaşın seyrine askerî açıdan önemli bir etkisi olmadığını da, isyanda önemli bir rolü olan Albay T. E. Lawrence’a ilişkin yazımızda anlatmıştık (bkz. #tarih, sayı 6). İsyanın, Araplara siyasal açıdan bir kazanç sağladığı da pek söylenemez. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra eski Osmanlı topraklarında bağımsız Arap devleti olarak bir tek Hicaz belirmişti. O da ancak yedi yıl yaşayabildi ve 1925’te, daha 1914’te Osmanlı Devleti’nden ayrılmış olan Suudi Arabistan’ın eline geçti. Şerif Hüseyin’in iki oğlu, Faysal ve Abdullah, Irak ve Maverâ-yı Ürdün (Transjordan = Ürdün Ötesi) kralları oldular gerçi; ama ülkeleri 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birer Büyük Britanya mandasıydı.
Tarihî Suriye’de ise Maverâ-yı Ürdün’den başka üç manda ülke daha çıktı ortaya. Fransızlar, 1860’tan 1914’e kadar özerk olarak yönetilen Cebel-i Lübnan Sancağı’nı Suriye’den tümüyle ayırıp daha da büyüterek, bir Grand Liban (Büyük Lübnan = günümüzün Lübnanı) yarattılar. Filistin de, gene Fransızların yönettiği Suriye’den ayrı, bir İngiliz mandası oldu.
Bu sonuç, Mülkiye ve Harbiye Mektepleri’nde yeni Türkiye’yi kuranlarla birlikte okumuş ve İttihat ve Terakki’yi desteklemiş olsun ya da olmasın, Osmanlı modernleşmesinde Türk sınıf arkadaşlarıyla birlikte çalışmış olan Arapların yaklaşık otuz yıl boyunca kendi ülkelerinde egemen olamamaları gibi trajik bir sonuç doğurdu. 2. Dünya Savaşı bittiğinde ise bu neslin artık hiçbir şansı kalmamıştı. Yeni türeyen Baas yönetimleri Suriye ve Irak’ı ele geçirdi. Lübnan ise, Fransızların gözetiminde Marunîleri kayıran anayasası değişen nüfus yapısı nedeniyle işlemez hale gelince, korkunç bir içsavaşa sahne oldu. Günümüz Ortadoğusu’nda Şerif Hüseyin’in isyanından yadigâr kalan bir tek Ürdün Krallığı var. Hâlâ Hüseyin’in torunlarının yönettiği ülke, kendi halinde bir istikrar yakalamış gibi gözüküyor. Ama Ortadoğu’daki konumu da, Sait Faik’in sözcükleriyle, “haritada bir nokta”.