Kasım
sayımız çıktı

Abartılan Arap isyanı, ‘arkadan vurma’ yalanı

Mekke Şerifi Hüseyin’in hırs ve korkularıyla başlayan isyana katılan Araplar, Osmanlı Devleti’ne sadık kalanların yanında küçük bir azınlıktı. Arapların olmadığı bir Osmanlılık anlayışı Türk milliyetçiliğinin hâlâ sürmekte olan bir sorunu ama, o neslin insanları Arap topraklarını da vatan kabul eden Osmanlılar olarak yetişmişlerdi.

Yüz yıl önce bu ay patlak veren Arap İsyanı’nın ülkemizde algılanışı çok eksik ve yanlıştır. 10 Hazi­ran 1916’da başlayan bu önemli olay, özetle, 1. Dünya Savaşı’n­da “Arapların bizi sırtımızdan bıçaklaması” biçiminde bilinir. Araplar, “Britanyalılarla birlik olmuş ve ordumuzu arkadan vurmuştur”.

Bu algıda sorgulanması ge­rekenlerin ilki, “Araplar” ad­landırmasıdır. Evet; isyanı çıkaranlar Araplardır; ama bütün savaş boyunca, yani Mondros Bırakışması’na kadar, birçok Arap, is­ter Bâb-ı Âlî bürokra­sisinde olsun, ister yerel yönetimlerde çalışıyor olsun, isterse Osman­lı ordusunda subay ol­sun, Os­man­lı Devleti’ne sadık kalmıştır. Kaçıp, Mekke Şerifi Hüseyin ibn-i Ali’nin kuvvetlerine ka­tılan Arap subaylar vardı tabii. Ama sadık kalanlar daha çoktu. Erzurum-Sivas Kongreleri sı­rasında Diyarbakır’da konuş­lanmış olan 13. Kolordu’nun komutanı Albay Ahmet Cevdet Bey, Araptır. Ayrıca, Britanyalı­ların daha önce esir almış oldu­ğu ve isyancı orduya katılacak­ları beklentisiyle salıverdikleri Arap subay ve erlerden de çok küçük bir bölümü isyancılara katılmıştı.

Öte yandan, ister tarihî Su­riye’de, yani Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’de olsun, is­terse Irak’ta, isyanın başladığı duyulduğunda isyana katılan veya isyanı destekleyecek et­kinliklere kalkışan neredeyse hiç olmamıştır. Bazı tarihçiler bunu, Suriye Genel Valisi ve 4. Ordu Komutanı Cemal Pa­şa’nın, Fransızlarla birlik olan ayrılıkçı Araplara karşı hemen 1914’te uyguladığı ve ölüm ce­zalarına kadar varan sindirme siyasetinin sonuç vermesi bi­çiminde açıklıyor. Bir dereceye kadar da haklı olabilirler. Ama çoğunluğun hareket­sizliğini açıklayan iki önemli husu­sun kanım­ca daha ağır astığını hatırlatmam gerekir. Bunların birincisi, Arap eşraf ve aydınlarının uzun zaman­dır istedikleri ve bir tür yerin­den yönetim olarak özetleye­bileceğimiz hakların, örneğin yönetimde ve mahkemelerde Arapçanın da kullanılabilme­si ya da asker veya sivil Arap memurların Arapçanın hakim olduğu bölgelere atanması gibi hakların, Osmanlı hüküme­tince 1913’te kabul edilmiş olmasıdır. Yeni yapılan ta­rih çalışmaları bu tedbir­lerin Arapların ezici bir çoğunluğunu Osmanlı yönetimine bağladığını gösteriyor.

Bu süreci kolaylaş­tıran ve unutulmaması gereken ikinci husus ise, Arap aydınlarının önemli bir bölümünün, Osman­lı yönetiminin sona ermesi halinde Arap topraklarında bağımsızlığın sözkonusu ola­mayacağının, yurtlarının Fran­sa veya Büyük Britanya ege­menliğine geçeceğinin bilincin­de olduklarıdır.

Bütün bunlar, olaya bakı­şımızdaki belki en önem­li zaafımızı, ona önder­lerinin ve destekçileri Britanyalıların daha o zamanlar taktıkları çok iddialı adı, “Arap İsyanı” adını, her­hangi bir eleşti­riye gerek duymadan kabul etmiş olduğumuzu göstermeye yeter sanırım. Dolayısıyla, “Mekke Şerifi Hüseyin’in isyanı”ndan söz etmek daha doğru olur. Ni­tekim yıllardır yapılagelen bir­çok araştırma, Şerif Hüseyin’in Arap milliyetçisi olmadığını, hükümdarlık peşinde koştuğu­nu, ama savaş zamanında bağ­lı olduğu yönetime karşı isyan başlatabilmek için ciddİ bir meşruluk kaynağına gereksi­nim duyduğu için fırsatçılık ya­pıp Arap ayrılıkçılığının önder­liğine kalkıştığını ispat ediyor.

Kazançsız ve etkisiz bir isyan 1916 Haziran’ında başlayan isyan, savaşın gidişatına etki etmediği gibi, Araplara siyasal açıdan da bir kazanç sağlamadı.

Oğlu Faysal aracılığıyla Suriyelilerle alelacele yaptığı bir görüşme ve Britanyalılar­la yaptığı ne olduğu belirsiz bir yazışma üzerine isyan bayrağı­nı açması, bir an önce Osmanlı yönetiminden çıkmak istediği­nin kanıtı olarak görülebilir. Bu arzusunun çok daha eskiye da­yandığını, Osmanlı merkezîleş­mesinden, özellikle de Hicaz Demiryolu’ndan hiç hoşlan­madığını, Sultan II. Abdül­hamit’in de bunun farkında olduğu için kendisini İstan­bul’da tuttuğunu biliyoruz. 1908’de başlayan yeni yöneti­min de bütün bunları bilerek kendisini Mekke Şerifi tanıdığı ve Hicaz Valisi Vehip Paşa’nın bu yüzden Hüseyin’in muha­fız kıtasını silahsızlandırdığı da bildiklerimiz arasında.

1914’ün Ocak ayında Hicaz milletvekili seçilen oğlu Abdul­lah’ın İstanbul’a giderken Mı­sır’dan geçtiğini ve babasının niyetini Britanyalılara çıtlat­tığını ise daha önce yazmıştık (bkz. #tarih, sayı 6). Bunun far­kında olan Osmanlı hükümeti, işi dallandırıp budaklandırma­mak için Hüseyin’le anlaşmış -ya da anlaştığını sanmış- ve Hicaz Demiryolu’nun Mekke ve Cidde’ye kadar uzatılmaya­cağına dair güvence vermişti. Ancak, 1914 sonlarında durum çok farklıydı. Hem Hicazlılar Hüseyin’in vergi siyasetinden memnun değillerdi, hem de çok eskiden beri gözlerini Hicaz’a dikmiş olan komşu Suudlar ar­tık Büyük Britanya koruma­sı altındaydı (bkz. #tarih, sayı 21). Britanya destekli bir isyan hem para ve bağımsızlık geti­recek hem de bu bağımsızlığın komşulara karşı korunabilme­sini sağlayacaktı.

Hüseyin ibn-i Ali’nin hırs ve korkularıyla başlayan is­yanın kimi sırtından bıçakla­dığı, yani genelgeçer algıdaki “biz”in kim olduğu meselesine gelecek olursak; yukarıda an­latılanlardan sonra, sırtından bıçaklananlar arasında birçok Arabın, hattâ Arapların çoğun­luğunun da olduğu anlaşılır. Ama buradaki “biz”de, “Os­manlı” ve “Türk” kimliklerinin birbirine karışması diye özet­leyebileceğimiz bir sorun ol­duğu gibi, “biz”in “Osmanlılar” biçiminde okunması halinde de, içinde Arapların olmadığı bir Osmanlılıktan söz edildiği aşikârdır.

Ne var ki, Osmanlılıkla Türklüğü eşanlamlı gören bu yaklaşım, Türk milliyetçiliği­nin hâlâ sürmekte olan bir so­runu olmakla birlikte, 1. Dün­ya Savaşı’nı yaşayan ve yeni Türkiye’yi kuran nesil için bir sorun değildi. Çünkü o nes­lin insanları, Arap topraklarını da vatan kabul eden Osmanlı­lar olarak yetişmişlerdi ve bir­kaç yıl öncesinde Trablusgarp’ı İtalyanlara karşı korumaya çalışırken de vatan savunma­sı yapan insanlardı. Şerif Hü­seyin’in isyanını Osmanlılığa karşı bir ihanet olarak gör­mekte haklıydılar. Bu yüzden Medine’deki Osmanlı komu­tanı Fahrettin (Türkkan) Pa­şa, sultan ve halifelerine karşı isyancı olarak gördüğü Şerif Hüseyin’in askerlerine tes­lim olmayı reddetmiş, Mond­ros Bırakışması’ndan iki buçuk ay sonra, Britanyalılara teslim olmuştur. Kısacası, o neslin insanları “biz” derken, kendi­lerinden söz ediyorlardı. Ama onların bilincini yüz yıl sonra bizim Türkiye Cumhuriyeti va­tandaşları olarak sürdürüyor olmamız ciddi bir sorundur.

Çanakkale ganimeti Lawrence’e gitti! Çanakkale’de bir İngiliz subayından alınan Lee Enfield tüfeği, üzerine “Çanakkale Muharebatında iğtinam olunmuştur (ganimet olarak alınmıştır)” yazısı kazındıktan sonra Enver Paşa tarafından Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a hediye edilmişti. Faysal da bu tüfeği, üzerine kendi adını (T.E.L) kazıyan meşhur ajan Lawrence’a hediye etmişti. Lawrence daha sonra tüfeği Kral V. George’a hediye etmişti. Tarhi tüfek bugün Londra’daki Imperial War Museum’da.

İsyanın kendisine gelince; savaşın seyrine askerî açıdan önemli bir etkisi olmadığı­nı da, isyanda önemli bir rolü olan Albay T. E. Lawrence’a ilişkin yazımızda anlatmıştık (bkz. #tarih, sayı 6). İsyanın, Araplara siyasal açıdan bir ka­zanç sağladığı da pek söyle­nemez. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra eski Osmanlı toprakla­rında bağımsız Arap devleti olarak bir tek Hicaz belirmiş­ti. O da ancak yedi yıl yaşaya­bildi ve 1925’te, daha 1914’te Osmanlı Devleti’nden ayrılmış olan Suudi Arabistan’ın eline geçti. Şerif Hüseyin’in iki oğ­lu, Faysal ve Abdullah, Irak ve Maverâ-yı Ürdün (Transjor­dan = Ürdün Ötesi) kralla­rı oldular gerçi; ama ülkele­ri 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar birer Büyük Britanya mandasıydı.

Tarihî Suriye’de ise Ma­verâ-yı Ürdün’den başka üç manda ülke daha çıktı ortaya. Fransızlar, 1860’tan 1914’e kadar özerk olarak yönetilen Cebel-i Lübnan Sancağı’nı Suriye’den tümüyle ayırıp daha da büyü­terek, bir Grand Liban (Büyük Lübnan = günümüzün Lübnanı) yarattılar. Filistin de, gene Fran­sızların yönettiği Suriye’den ayrı, bir İngiliz mandası oldu.

Ayaklanma öncesi nabız yoklama Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, ayaklanmadan bir yıl önce Şam’da Cemal Paşa’yla birlikte. Faysal, Suriyeli bağımsızlıkçılarla görüşmek için İstanbul yolculuğuna çıkmış, gidiş ve dönüşte yaptığı temaslar sonucunda Suriyelilerin Hüseyin’in isyanını destekleyecekleri sözü almıştı.

Bu sonuç, Mülkiye ve Har­biye Mektepleri’nde yeni Tür­kiye’yi kuranlarla birlikte oku­muş ve İttihat ve Terakki’yi desteklemiş olsun ya da olma­sın, Osmanlı modernleşme­sinde Türk sınıf arkadaşlarıyla birlikte çalışmış olan Arapların yaklaşık otuz yıl boyunca kendi ülkelerinde egemen olamama­ları gibi trajik bir sonuç doğur­du. 2. Dünya Savaşı bittiğinde ise bu neslin artık hiçbir şansı kalmamıştı. Yeni türeyen Baas yönetimleri Suriye ve Irak’ı ele geçirdi. Lübnan ise, Fransızla­rın gözetiminde Marunîleri ka­yıran anayasası değişen nüfus yapısı nedeniyle işlemez hale gelince, korkunç bir içsavaşa sahne oldu. Günümüz Ortadoğusu’n­da Şerif Hüseyin’in isyanın­dan yadigâr kalan bir tek Ürdün Krallığı var. Hâlâ Hüseyin’in to­runlarının yönettiği ülke, kendi halinde bir istikrar yakalamış gibi gözüküyor. Ama Ortado­ğu’daki konumu da, Sait Faik’in sözcükleriyle, “haritada bir nokta”.