Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Ağlayın

Dünyada her 10 kişiden biri sürekli açlığın pençesinde. Nijerya veya Hindistan’da ailelerin dörtte biri günü yemeksiz bitiriyor. Pandemi ve savaş, market raflarındaki fiyatları yükseltince gıda krizi bir anda gündemin üst maddelerine taşındı. Ancak bir yanda iklim krizi, bir yanda üretim ve paylaşım sistemlerinin adaletsizliğiyle bugünlerin yaklaşmakta olduğunu söyleyenlere uzun yıllar kulak tıkanmıştı. Sömürgecilik yıllarından bugüne, sorunun köklerinden çözüm önerilerine gıda krizi.

Dünya yılı 2022. Geze­genimizin seyir def­teri: Nehirlerin ku­ruduğu, somon balıklarının yumurtlamak için doğdukla­rı yere dönemedikleri, nük­leer santrallerin soğutma su­yu olmadığı için durayazdığı, kömür mavnalarının elektrik santrallerine yakıt ulaştırama­dığı, Avrupa’yı kasıp kavuran kuraklıktan kuruyan nehirle­rin kenarlarında çok eskiden kalma Açlık Taşları’nın ortaya çıktığı yıl. Taşlar diyorlardı ki “Eğer beni okuyabiliyorsanız, Ağlayın!” Zira susuzluk de­mek, kıtlık demekti. Tuzukuru kimilerine göre dedelerden to­runlara yapılan bu uyarıların artık gereği kalmamıştı. “Aç­lık da neymiş ki? O eskidendi. Ürettiğimiz ile yetinmek zo­runda değiliz artık. Sende bu yıl kuraklık varsa, ürünü bol olan ülkeden parasıyla satın alırsın olur biter. Hem böy­le kurak seneler müthiş şarap yapar. İçelim güzelleşelim o halde.” Ama bu sefer öyle ol­mayacak korkarım…

Raflardaki fiyatlara bakıp bakıp “İyiydik. Şimdi ne oldu ya hu?” diye şaşkınlık içinde kalakalmış milyonlarca insan var dünyada. Çok az kişi duru­mun ciddiyetini kavramış du­rumda. Yegane yuvamız olan mavi gezegenimizin suları­nın, toprağının, denizlerinin bizleri artık besleyemediği bir noktaya dayandık. Şu anda 8 milyarız. Her birimizin günlük bir buçuk kilo yiyecek ihtiya­cı var doyarak, iyi beslenmek için. Mevcut gıda üretim siste­mini adil olanıyla değiştirme­yi başarabilsek dünyamızın 11 milyarı bile besleyebileceği id­dia ediliyor. Anahtar sözcükler, sistem ve değişim. Biri çok güçlü, diğeri ise şimdilik çok zor görünüyor.

Dünyadaki her 10 kişiden biri sürekli açlığın pençesin­de. Nijerya veya Hindistan’da ailelerin dörtte biri günü ye­meksiz bitiriyor. Her dört ai­leden biri aç… Sorun nerede peki? Dünyada giderek artan açlıktan sorumlu olanlar kim­ler? Olay şu fıkrayı düşündür­tüyor: Çok şişman bir adamla çok sıska biri yan yana gelir. Şişman, zayıf olana “Seni gö­ren de dünya açlıktan kırılı­yor sanacak” der. Zayıf olan da “Seni gören de nedenini şıp diye anlar!” diye cevabını ya­pıştırır. Eski bir fıkra. Çocuk­ken hiç komik gelmemişti ama hatırımda yer etmiş. Bugün ise çok anlamlı geliyor.

Bugün hâlâ geçerli olan gıda, sermaye yapılanması, enerji kullanımı, çevre ve tek­noloji bağlantılarının kurgu­su geçen yüzyılın başlarına dayanıyor. Tarihin büyük bir bölümü boyunca sıradan halk, yakın çevresinde ne yetişi­yorsa, ne avlayabiliyorsa onu yiyerek, yinelenen büyük kıt­lık dönemlerini ise kayıplarla aşarak hayatta kaldı; 20. yüz­yılın başına kadar geldi. Var­sıl sınıflar için çok uzaklarda üretilip denizaşırı ticaret ile pazara sunulan baharat, şeker gibi değerli ürünler bulunu­yordu. Hatta bunların tedariği, paylaşımı ve pazarlanmasın­dan ibaret olan dünya ticare­tinde üstünlük kurma isteği politik çekişmelerin temelin­de yatan nedenlerin başında geliyordu.

Bugünün ve olasılıkla ya­rının yanlış sistemini yaratıp, dünyanın büyük bölümünü kıtlığa ve yoksulluğa mahkum eden sistemin tohumları ye­ni kıtaların keşfi ile kurulan kolonilerden, plantasyonlar­dan gelen egzotik ürünlerin Avrupa’ya akması ile atıldı. Bu tarihten itibaren insanların kurguladığı ya da kendini ister istemez içinde bulduğu belir­li gıda sistemlerini dönemlere göre incelemeye çalışalım.

Koloniden al anavatana sat

Yeni kıtaların keşfi ile 1500- 1750 arası dönemde “ticarete dayalı merkantil bir gıda sis­temi” oluşmuştu. Tahıl, süt ve et yine yakın çevreden sağla­nırken yeni ve egzotik ürün­ler kolonilerden anavatanla­rına yolculuk etmekteydi. Ko­ruyucu vergilerle kolonilerin öncelikli olarak anavatanları ile ticaret yapmaları sağlanı­yordu. 19. yüzyıla gelindiğinde elindeki toprak ne üretiyorsa emip alan bu sömürgeci sis­tem yerini yeni kıtalara yerle­şip tarım ve hayvancılık yapan insanların Avrupa pazarına pahalı, egzotik ürünlerin yanı­sıra buğday ve et ürünleri gibi temel gıda maddelerini de sağ­lamaya başladıkları döneme bıraktı. Karşılığında ise Avru­pa’nın ürettiği malları, maki­neleri satın alıyorlardı.

Açlık taşları ve boş market rafları

Avrupa’da yaşanan sert kuraklık, Elbe Nehri’nin su seviyesini düşürerek, geçmişi 1600’lü yıllara dayanan “Açlık Taşları”nı bir kez daha günyüzüne çıkardı. Kuraklığa karşı insanları uyarmayı amaçlayan Almanca yazıtta “Beni görüyorsan, ağla” yazıyor (solda). Aynı dönemde Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile Ortadoğu ve Afrika’da açlık derinleşirken Avrupa’da market rafları boşalıyordu.

1. Dünya Savaşı, 1930’da dünya borsalarının çökmesi ile yaşanan “Büyük Buhran” ve çok geçmeden her şeyi alt üst eden 2. Dünya Savaşı’nın son­rasında dünya, üretim odak­lı bir gıda sistemine yönel­di. Avrupa ve Amerika kendi üretimlerini korumaya aldılar ve sahneye gıda endüstrisinin dev kuruluşları çıktı.

Büyük Buhran, savaş ertesi kurulan Birleşmiş Milletler ve ona bağlı Gıda ve Tarım Örgü­tü (FAO) bütün dünyanın bir gıda krizine hazırlıklı olması gerektiğine; açlık çekilmeyen bir dünya hayalinin hızlıca ha­yata geçirilmesine ihtiyaç du­yulduğuna dikkati çekiyordu. Adaletsiz paylaşım, açlık ve kıtlıklar politik açıdan dünya­nın elbirliği ile önlem alması gereken sorunlar olarak ortaya konulmuştu.

1951’de Rockefeller Mer­kezi’nin yayımladığı bir rapor, Dünya Gıda Sorunu’nun jeo­politik güvenliğin bir boyu­tu olduğunu, nüfus fazlasının doğurduğu açlık sorununun ülkelerde yaşanan siyasal is­tikrarsızlığın başlıca sebebi olduğunu ortaya koydu. “Ye­şil Devrim” adı verilen prog­ram ile yüksek verimliliğe sa­hip ürün çeşitleri, suni gübre ve tarım ilaçları ile dünya­nın gelişmekte olan kısmına yardım yapılmaya başlandı. Yeşil Devrim’lerin ne Hin­distan’da ne de Afrika’da işe yaradığı herkesin malumu. Öyle ki Afrika’da açlığa karşı yeşil devrim paketine milyar­larca dolar yediren Rockefel­ler Vakfı ile Melinda ve Bill Gates Vakfı’nın ortak projesi AGRA, hükümetlerin olağa­nüstü desteğine rağmen 20 yıl sonra isminden “yeşil devrim” ibaresini, kuruluş amaçların­dan da 30 milyon çiftçi ailesi­ne yardım maddesini sessizce sildi. Taşıma su ile değirmen dönmüyor.

Bu üretim odaklı düzen 1970’lerde bugün anladığımız anlamda bir “küresel gıda krizi”nin baş göstermesiyle son buldu. Bu kriz içiçe geç­miş etkenlerin sonucuydu: El Niño’nun yarattığı garip ik­lim koşulları, üstüne petrol krizi ve dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulma­sı gereken kuralları belirle­yen Bretton Woods Antlaşma­sı’nın sonunun gelmiş olması ilk gıda krizini körüklemişti.

John Raphael Smith’in “Köle Ticareti” tablosu, 1762-1812 (üstte). Bugün kakao ürettiği hâlde kakaonun tadını bilmeyen onbinlerce tarım işçisine karşılık Maya döneminde kazanla kafasına dikenler (altta).

Neoliberal bir gıda düzeni

1970’lerden 80’lere kadar dün­yanın bu belirsizliklerle bo­ğuştuğu yılların deneyimi ile bu sefer neoliberal bir gıda düzeni kurgulandı. Bu dönem­de çokuluslu şirketler ve ku­rumlar güçlenirken, ülkelerin ulusal ve kültürel mutfakları­nın yerini şeker ve yağ açısın­dan zengin, besleyiciliği düşük endüstriyel gıdalardan oluşan yeni bir küresel beslenme tipi aldı. 1975’den bu yana obezi­te oranının üçe katlanması bir tesadüf değil. Bugün dünyada bir milyardan fazla kişi obez. Yazıyı hazırladığım gün dünya nüfusu 8 milyar oldu. Sekizde birimiz obez ve her iki kişiden biri kilolu. Obezite salt geliş­miş ülkelerde değil, şeker ve yağ içeriği ile lezzetli ama bes­leyiciliği düşük olan, ucuz iş­lenmiş gıdalar neticesinde ge­lişmemiş ülkelerde de önem­li bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.

Yine biraz geriye dönelim. 1800’lerin ikinci yarısı, bu­günlerin tohumlarının atıldığı ilginç bir dönemdi. Bu dönem­de dünya yiyecek üretimi Av­rupa’nın, öncelikli olarak da İngiltere’nin ihtiyaçları çevre­sinde dönüyordu. Bu dönemde İngiltere önceleri gıda ürün­lerinin gümrük vergilerinde saldırgan bir serbestleştirme politikası benimsemiş, Avrupa da arkasından aynı yolu izle­mişti. Ama ekonomi rüzgarla­rı değişince 1870’lerde tekrar korumacı politikalara dönül­müştü. Bu Britanya’yı 1800’le­rin ikinci yarısında en önemli pazar hâline getirdi. 1860’lar­da mesela Afrika, Asya ve La­tin Amerika’nın ihracatının yarısı İngiltere’ye yapılmak­taydı. Bu gıda düzeni diğer üretici ülkeler aleyhine spekü­lasyona çok açıktı. Örneğin Li­verpool mısır borsası 1883’te vadeli tüm işlemler ile ilgili denetimi elinde tutuyordu.

Bu sistem aynı zamanda endüstrileşmekte ve zengin­leşmekte olan; iyi beslendiği için nüfus patlaması yaşayan Avrupa’yı doyurma görevini tüm dünyanın sırtına yıkıyor­du. Avrupa geceleri hiç olma­dığı kadar tok yatarken Hin­distan, Çin, Kore, Brezilya, Rusya, Etiyopya ve Sudan’da kıtlık nedeniyle 50 milyon in­san ölüyordu. Yaşanan bu kıt­lıkların nedeni artık dünyanın önceden yaşadığı kıtlıklardan farklıydı ve öyle de kalacaktı. Önceden kuraklık veya bek­lenmedik doğa olayları veya savaş nedeniyle yerel üretimin yetmediği durumlarda kıtlık yaşanırken artık iklim, politi­ka ve ekonomi üçlüsünün kü­resel etkisiyle tüm dünya açlık çekebiliyordu.

Ekofeminist Vandana Shi­va, “Kendi ürettiğini neden yiyemiyor da aç kalıyor bu in­sanlar?” diye soruyor. Geçmi­şe bakalım yine: 1841’de İngil­tere yediği buğdayın %80’ini kendi üretirken 1900’lerde bu oran %25’e düşmüştü. De­miryolları ve buharlı gemiler ile Montana ya da Kanada’da yetiştirilen buğdayı ithal et­mek çok daha ucuza geliyor­du. Telgraf da fiyat bilgileri­ni oradan oraya hızlıca iletir olunca ilk küresel anlamda entegre pazar ortamı doğmuş oldu. Herkes kazançlı çıktı mı bu düzenden? Ne gezer… Ulus­lararası tahıl ticareti birkaç büyük firmanın yönlendirdiği büyük sermayenin eline geçti.

Rio de Janeiro’da kahve hasadı sırasında köleler, 1882 civarı (üstte). “Büyük Buhran” başladığında üç hafta içinde 16 milyondan fazla Amerikalı işsizlik yardımı başvurusunda bulundu. İşsizlere bedava kahve, çorba ve çörek dağıtan restoranların önünde uzun kuyruklar oluşuyordu (altta).

Gıda krizinin tohumları

Ve 1908’de Fritz Haber su­ni gübreyi buldu. Sağlanacak verimlilik artışıyla Alman­ya’nın gıda bağımsızlığını sağ­layabileceğini, dışa bağımlılı­ğın biteceğini düşünüyordu. İki savaş arası dönem Avrupa ulusları gıda anlamında kendi­lerine yeterli olabilme çabası­na girdiler, zira savaş dönemi yaşanan kıtlık hafızalarda ta­zeydi. Buğday üretimi bugün olduğu gibi her zaman koşulla­ra bağlı oynaklık gösteren bir ürün olduğundan kendi tarım­sal üretiminin verimini artır­mak önem taşımaktaydı.

Bir diğer ilginç değişim de ulusların et tüketimi üzerinden izlenebilir. Modern batı bes­lenme tarihinde artan et tüke­timi bugün bize sorun yaşatan birçok durumun temelinde yer alıyor. Örneğin Almanya’nın 1820’de 20 kilo olan kişi başı et tüketimi 1900’lerde 50 kiloya yükselmiş. Ta mağara devrin­den kalma algılarımız et tüke­timini sembolik olarak eril ve beyaz ırkın gücü ile ilişkilendi­rir. Gelgelelim bu muktedir eril beyaz güç yediği eti memleke­tinde kendi besleyip yetiştire­mez nedense. 1914’te İngiltere yediği etin yarısını ithal etmek­teydi. İngiliz çayırları ne işe yarıyordu o zaman? 1854-1913 arası dünya et ticareti 17 kat artmıştı. Etin uzun mesafeler­de ticareti soğuk zincir gerek­tiriyordu. Böylece Avrupa’nın soğuk hava depoları Arjantin ve Avustralya mezbahaları ile dünya arasında soğuk halka­yı oluşturacaktı. Buzdolabının gelişmesiyle kurulan kontrollü soğuk ortamlar tüketicinin yıl boyu istediği zaman ete ulaşa­bilmesini sağlıyordu.

1936’da Dorothea Lange’nın California’da çektiği bu fotoğraf, Büyük Buhran’ın sembollerinden.
Amerikalı karikatürist
Arthur Young halen devam
eden durumu özetliyor:
“Meyveyi gümüş tepside
sunar ve meyve suyunun
sekizde birini alır”.

Bugünün gıda krizinin to­humları işte bu yıllarda atıldı. Zira kurgulanan sistem dün­yanın belirli bölgelerinde ucuz üretim yaptırıyor, fosil yakıt kaynakları ile taşıma, saklama ve gübre üretimini sağlıyor. Di­ğer yandan her şey küresel ola­rak iyice girift şekilde birbirine bağlanmış ve üretim, dağıtım ve saklama her zamankinden daha fazla enerji-yoğun hâl al­mıştı. Sürdürülmesinin neden olanaksız olduğunun ipuçları burada.

Öncelikle, bugün ABD’nin enerji tüketiminin beşte biri gıdanın dağıtımı için yapılıyor. 1970’lerdeki petrol krizinin ön­cesinde bile gıda ve enerji sis­temleri artık ayrılmaz şekilde içe geçmişti. Bu sistem Avrupa, Kuzey Amerika ve dünyanın geri kalanı arasında gerçek an­lamda bir kalori uçurumu ya­rattı. Bir diğer önemli sorun ise üretilen gıda maddelerinin üç­te birinin çöpe gitmesi. Edin­burgh Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmaya göre “Gıda mad­delerinin %44’ü, yani neredey­se yarısı tüketiciye ulaşamadan çöpe gidiyor.” Gelişmiş ülke­lerde kaybın yarısı nihai satış noktasında, satılmayan yemek malzemesini atmaya zorun­lu olan lokantalarda ve bizzat tüketicinin kendi buzdolabın­da olurken azgelişmiş ülkeler­de tarımsal ürünün toplandığı tarladan işleneceği yere gidene kadar “yolda” kayıplar oluyor. O ülkelerde buzdolabına kadar yolunu bulmuş ise dar gelirli tüketici ne yapıp edip onu israf etmiyor demek.

Bu küresel krizin kolay ko­lay giderilemeyecek bazı kayıp­lara yolaçtığını görmek gerek. İklim krizi bir gerçek ve tü­ketim alışkanlıklarımız dün­ya kaynaklarını geri dönüşsüz biçimde harcayıp bitirdi. De­nizlerde büyük balık kalmadı. Küçük balıklar ise yalnızlığı­mızı paylaşan tüylü ev arka­daşlarımıza mama, tarlalarda gübre olmak üzere işleniyor. İnsanları besleyebilecekken… Yalnız evcil hayvanlar da değil. 600 milyon hektara yakın ara­zide ethanol üretiminde kul­lanılmak üzere mısır, buğday, pirinç, sorgum, şeker kamışı, cassava ve şeker pancarı yetiş­tiriliyor ki azalan fosil yakıtla­ra karşı biyoyakıt bir seçenek olsun. Virginia Üniversitesi he­saplamış: Arabalar yerine 280 milyon insan beslenebilirmiş bu üretilenlerle. İşe bak. İnsan­ları değil otomobilleri besliyor dünya.

Suni gübrenin mucidi Alman kimyager Fritz Haber, aynı zamanda “kimyasal savaşın babası” olarak biliniyordu.

Ütopyalarımıza sarılalım

Susuzluk ve buna bağlı verimin azalmasının yanısıra politik yanlışlarla beslenen savaşlar, beslenmede cinsiyet ayrımı, gıda paylaşımında eşitsizlik gi­bi birçok değişik yüzü var bu­günkü krizin. İdeal bir dünya düzeni kurgulanabilse, hiç­bir yeni arazi tarıma açılma­dan dahi dünyamız 9 milyar ton yiyecek yetiştirme kapasi­tesine sahip olabilirmiş. Bilim insanları bunun yöntemlerini tartışıyorlar. Makineleşmeyle mevcut ekeneklerin daha etkili tarım yöntemleri ile işlenme­si, daha iyi ve verimli tohum­lar ile besleyici ürün seçimleri, daha etkin sulama çalışmaları ile bu mümkün olabilir. Ancak beslenme alışkanlıklarımızın yanısıra yaşam tarzlarımızı da değiştirmemiz kaçınılmaz ola­cak.

 19. yüzyılda İngiliz toprak sahipleri arasında çiftliklerindeki hayvanların yağlı boya tablosunu yaptırma modası başlamıştı. Her zamankinden daha büyük ve daha besili hâle gelen hayvanlarıyla gurur duyuyorlardı. Bu ineğin adı “Patriot” konulmuş.

İklim değişiyor. Dünya de­ğişiyor. Tarım da değişmeli. Üretim ve paylaşım sistemi de değişmeli. Çareleri biliyoruz. Artık sağır sultanın bile duydu­ğu bilinen “nedenleri” konuş­mak yerine çözümlere odak­lanmamız gerekli. Tek ürü­ne dayalı monokültür, tarım ilaçlarına bağımlı ve genetiği ile oynanmış kısır tohumlarla şirketleri zengin edecek tarım üretiminden vazgeçilip biyolo­jik çeşitliliği gözeterek üretim yapmamız lazım. Aynı miktar arazide besleyiciliği daha fazla ürünler yetiştirmek mümkün. Gıdayı dünyanın bir ucundan ötekine taşımak yerine eskiden olduğu gibi büyük bölümünü yetiştirildiği yerde tüketecek şekilde organize olmak gerek. Büyük şehirlerin kendi beslen­me kaynaklarını yaratmala­rı lazım. Başından beri mantık bunu söylüyordu aslında ama üç kuruşa çalışan ve ucuz üret­tiğini kendi yiyemeden tüccara teslim eden ve yine de borç ba­tağından çıkamayan, aç uyuyan insanlar ve bu insanın üret­tiğinin üçte birini çöpe atan sisteme sistem demeye utanır insan. Kakao yetiştirdiği hâl­de ömründe çikolata tatmamış olur mu insan?

Yeşil Devrim’in fos vaatleri
Gates Derneği, Amerika, İngiltere ve Hollanda’nın da dahil olduğu kapitalist birçok devletle birlikte “Yeşil Devrim”e kaynak sağlıyor. “Yeşil Devrim” projesi Afrika’da çiftçilerin yönetimindeki tohum sistemini yok etmekle, tohum tekeli, arazi yağmaları ve genetiği değiştirilmiş organizmalara yol açmakla eleştiriliyor.

Bugün yediğimiz ekmek di­liminin dünyanın öbür ucun­daki çiftçiyle bağlantısı konu­sunda farkındalığımız art­mış olabilir. Ancak modern dünyada uluslararası ilişki­leri düzenleyen kurallar, hâlâ 1648’de imzalanan Westpha­lia Antlaşması’nın kuralları… Ulusal egemenlik, uluslarara­sı arabuluculuk ve diplomasi bugün hâlâ 350 yıl önce ulus­ların biraraya gelerek hazırla­dıkları bu antlaşma temelinde­ki kabullere dayanıyor. Dünya Ticaret Organizasyonu’nun iki önceki başkanı Pascal Lamy “İnsanlığın uzun dönemde ha­yatta kalabilmesi için küresel sistemin öngördüğü herhangi bir müdahaleyi uluslar içişle­rine ve(ya) ulusal çıkarlarına karşı görerek yok sayabiliyor­lar” demiş. DTO’nun ulusların çıkarlarından çok ticaretin ve büyük küresel şirketlerin raha­tını düşündüğü bilinen bir ger­çek. Ancak bu lafın işaret etti­ği acı gerçek şu ki dünya batsa uluslar ve onların kör politika­cıları biraraya gelip de “haydi” diyemiyorlar. Açıktır ki bu dü­zen böyle gidemeyecektir ama sistemi kökünden değiştirmek için herhalde hepimizin açlık­tan ölmesi ve geriye kalan bir avuç insanın avcı toplayıcı ola­rak silbaştan başlayıp, doğa ile barışması gerekecek.

 Tohumların Gandhi’si Hint çevreci ve küreselleşme karşıtı Vandana Shiva, biyolojik çeşitliliğin ve geleneksel tohumların, çokuluslu biyogenetik şirketleri tarafından tahakküm altına alınmasına karşı yazdığı Çalınmış Hasat (2000) kitabıyla tanındı.

Bugün şehir bostanları ile aynı mantıkla bina tepelerinde bahçeler kuruyor, dikey susuz tarımla, aquaponik sistemlerle üretim yapan dev tesislere ya­tırım yapıyor büyük sermaye. İyi de yapıyor. Bu gerekli. Ancak gelişmiş ülkelerin kaynakları­nı halen acımasızca tüketmek­te olduğu coğrafyalarda yaşayan yoksul insanlarla onlardan şim­diye dek aldıklarının onda biri­ni olsun geri vererek zenginli­ğini paylaşması gerekiyor artık. Yiyeceğin uluslararası politik manipülasyon unsuru olmaktan çıkıp insanlık hakkı olarak ye­niden tanınması gerek. Çünkü komşusu aç iken tok yatana iyi gözle bakmamak gerekir. Kişisel olarak atabileceğimiz en önemli adım ise yiyecek seçimlerimi­zi yaparken onu üretene dair bir tanışıklık geliştirip, üreteni doğrudan desteklemeyi tercih etmemiz olacak. Zira ne yiyor­sak oyuz ve yediğimizi üretenin biz tok yatarken aç yatmaması ve mutlu bir üretici olması en güzeli, en ideali olmaz mıydı? Tok, yeşil, sağlığına kavuşmuş ve eşitlikçi bir dünya düşü ile… Ütopyalar da bu nedenle var iş­te… Ütopyalarımıza sarılalım.

Akuaponik gibi yöntemler sayesinde evlerde de topraksız tarım yapılabiliyor (altta).

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler