16. yüzyıl sonunda Osmanlılar’ın kontrolüne giren Rabat-ı Kale-i Ahıska, 1829’a kadar Türklerin elinde kaldı. Bugün, yapılan “turistik” restorasyonlara rağmen orijinal dokusunu koruyor ve Stalin döneminde sürülen, binlercesi yolda hayatını kaybeden Türklerin trajedisini bugüne taşıyor. Anadolu ile Kafkasya’nın buluştuğu bir merkezin içinden…
Gün ağarırken Tiflis’ten yola çıkıyoruz. Tarihe geçen Covid-19 pandemisiyle yaşamaya alıştığımız günlerde, 2 yılın ardından ilk defa yurtdışında olmanın heyecanını yaşıyoruz. 2022 Ocak ayının sabah ayazına, zaman zaman yola çöken koyu bir sis eşlik ediyor. Güneş yüzünü gösterdiği zaman Kafkas dağları arasında yol aldığımız bereketli vadiyi ve bu vadiye hayat veren Kura Nehri’ni görebiliyoruz. Ardahan-Göle’den çıkan bu coşkun nehir Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’ı katedip 1.500 kilometre sonra Hazar Denizi’ne ulaşıyor.
Muhteşem dağ, vadi ve nehir manzaraları eşliğindeki 200 kilometrelik yolu 3 saatte alıyoruz. Hedefimize Türkiye’den, Türkgözü sınır kapısından çıkıp ulaşmak isteseydik, Gürcistan sınırından girdikten sonra 20 kilometre yol almamız yeterli olacaktı.
İşte Gürcistan ve Türkiye tarihinin en önemli kesişim noktası olan Ahıska. Gürcüler bu şehire “Akhaltsikhe” diyorlar. Sovyet dönemi izlerini hâlâ taşıyan modern şehri boydan boya katedip buraya gelme nedenimiz olan Ahıska Kalesi’ne ulaşıyoruz. Osmanlıların tabiriyle “Rabat-ı Kale-i Ahıska”nın inşaı, 9. yüzyıldaki Gürcü krallığı dönemine gidiyor. Ortaçağ’da Kafkasya’ya egemen olmak isteyen bütün güçlerin yolunda duran bu kale, 1590’da Safevilerden Osmanlılara geçmiş. Kalenin mevcut hâli de Osmanlı çağlarında yapılan restorasyon ve inşa faaliyetlerinden bugüne kalan bir mirası barındırıyor ve özellikle 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı mimarlığının izlerini taşıyor.
1829’da Rus İmparatorluğu’nun eline geçen Ahıska ve kalesi, 1944’de Türk tarihi açısından büyük bir trajedi olan Ahıska sürgününe tanıklık etmiş. Sovyetlerin Türkiye sınırında Türk soylu kimseyi bırakmamak amacıyla, Stalin’in emriyle bir gecede 90 binden fazla Türkçe konuşan Ahıskalı trenlere doldurulup Ortaasya’ya, Özbekistan’a sürülmüş. Binlercesi yolda hayatını kaybetmiş. Sonradan gerek Sovyetler, gerekse de Sovyetler’in çöküşüyle ortaya çıkan mirasçı devletler Stalin dönemi sürgünleri ve insan hakları ihlalleriyle belli oranlarda yüzleşseler de, kimse Ahıska Türkleri ile ilgilenmiyor. Bugün Ahıska’da sadece birkaç Türkçe konuşan aile bulunduğunu öğreniyoruz.
Bu mirası görmek ve “Gezgingöz” için fotoğraflamak amacıyla kalenin içine girdiğimizde merak yerini hayrete bırakıyor. Kalenin içinde 2012’de, dönemin Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Şaakaşvili tarafından yaptırılan restorasyon kalenin tarihî gerçekliğinden tamamen kopuk. Kalenin Gürcü ve Osmanlı mirası ile hiç ilgisi olmayan ve tam anlamıyla bir Kuzey Afrika kaleiçi ticaret şehri, gayet oryantalist bir şekilde kalenin ortasına inşa edilmiş. Görüntü “turistik” bir film setini andırıyor. Kendi ülkemiz de gördüğümüz, sınırlardaki tarihsel mirasın manipülasyonlarla değiştirilme çabasının ne kadar yaygın, ne kadar feci olduğuna tanıklık ediyoruz.
Etkileyici surların içinde batıya doğru yürüdüğümüzde içkaleye geliyoruz. Gözümüze koçbaşı şeklindeki mezartaşları çarpıyor. Iğdır-Karakoyunlu’da örneklerini gördüğümüz bu Ortaçağ eserleri, bize tarihte Anadolu ile Kafkasya’nın ne kadar içiçe geçmiş olduğunu düşündürüyor. Buradaki Hacı Ahmet Paşa Camii ve medrese, Osmanlı klasik devir mimarlığının çizgilerini hâlâ koruyor. Gürcistan’daki en önemli Osmanlı eserlerinin yanındayız. Surların dibine dizilmiş Müslüman, Gürcü, Ermeni ve Yahudi mezartaşları var. Abartılı restorasyona rağmen orijinal yapısı hâlâ ayakta kalabilmiş özgün mimarlık eserleri ile bu kale, bize 17. yüzyılda Osmanlıların Çıldır eyaletinin başkenti olan bu şehrin ticaretle zenginleşmiş hayatından, kilise ile camiyi buluşturan kozmopolit renkliliğinden ve sınırdaki yaşamın bilinmezliklerinden ipuçları sunuyor.