Kasım
sayımız çıktı

Mısır: Tanrıların hediyesi altından bile değerli

Meksika’dan dünyaya yayıldığı düşünülen Mısır, çoktanrılı dönemlerin kutsal besini sayılmış. Bugün tek bir mısır türünden 1 milyar ton üretiliyor. GDO’lu mısırın çoğu hayvan yemi, kalanı da yakıt oluyor. Yiyecek olarak tüketilen kısım ise üretilenin ancak %10’u.

Mısır unu ile nar gibi kızarmış hamsi tava mı istersiniz, yoksa heyecanlı bir film seyrederken kucağınızda bir kova mısır patlağı mı? Çatalın ucundan ağzınıza kadar uzayan mis gibi bir kuymağa banacağınız sapsarı bir dilim ekmek de güzel olur doğrusu… Gün mısırı, fırın mısırı, çorbalık yarma diye yöresel çeşitlerimiz ile mutlu mesut yaşar giderken, son yıllarda bebek olanıydı, tanelenmiş konservesi-cipsi- taco’suydu derken yepyeni lezzetlerle tanıştı damağımız. 

İzninizle, bir tek taneye karşılık yüzlerce veren, cömert bitki mısırı alalım sahneye. Yeni dünyayı ayakta tutan minik bir Atlas gibidir o tek tane. 16. yüzyılda eski dünyaya da tanıtır kendisini. Otsu, bodur ve saçaklı bir bitki olan teosinte’nin 9.000 yıl önce insan eliyle başlayan evrimi, şimdilerde içimize epey şüphe düşüren genetik müdahalelerle devam ediyor. Yüz yıl önce Amerikalı bir çiftçi dönümde 125 kilo mısır alırken, bugün genetik çalışmalar sayesinde 1.250 kilo mısır elde edebiliyor. ABD’deki ekilebilir toprakların % 30’unda mısır yetiştiriliyor ve bunun % 92’si genetik olarak değiştirilmiş mısır. 

Altın taneler Prof. Dr. Otto Wilhelm Thomé’nin Flora von Deutchland (Almanya’nın Bitki Örtüsü) kitabından 1885 tarihli bir mısır çizimi…

Dünya üretimi ise 1 milyar tonu aşıyor. Mısır, buğdaydan sonra en çok üretilen ikinci ürün. O kadar fazla üretiliyor ki fazlası ile ne yapılabilir diye yürütülen araştırmalar matbaa mürekkebinden yakıta, mısır şurubundan yağına, nişastasına birçok ürün ile sonuçlanmış. En çok da hayvan yemi ve biyoyakıt etanol olarak kullanılıyor. Hiç hesaplanmamış bir hazin sonuç ise ABD’nin devlet destekli mısır üretimi ile rekabet edemeyip işsiz ve aç kalan 1.5 milyon Meksikalı çiftçinin durumu. Sınırı ölmeden geçebilirlerse ABD’ye iş aramaya gidiyorlardı. Şimdilerde o da zor. Oysa çok değil, 500 yıl önce mısırı insanlığa armağan eden toprağın çocuklarıydı onlar.

Baştan başlayalım mısırın öyküsünü anlatmaya. Genetikçiler Meksika kökenli olduğu tezini ileri sürüyor. Arkeolojik buluntularla da destekleniyor bu sav. Orta Amerika’dan kuzeye ve daha sonraları güneye doğru iki ayrı koldan yayılan mısır, 9.000 yıl önce insan eliyle, yüzyıllar süren sabırlı bir gözlem ve bilinçli seçimler sayesinde bildiğimiz haline gelmiş. Kolomb 1492’de Amerika’ya ayak bastığında, mısır kıtanın tamamına yayılmış ve yerli halkın temel gıda kalemlerinin en önemlisi durumdaydı. Kuzeyden güneye her yerde eşlenik tarımın (seracılık) en verimli örneği olarak fasulye ve balkabağı ile birlikte yetiştiriliyordu. Gövdesi tırmanan fasulyelere destek oluyor, dibinde yetiştirilen balkabaklarının yaygın yaprakları ile de toprak üstü haşerelerden korunuyordu. 

Besleyen ana Amerikan yerli kabilelerinde her zaman kadınlar tarafından ekilen mısır, “yaşam veren ana”, “bizi besleyen ana” gibi isimlerle anılıyor ve altından kıymetli kabul ediliyordu.

Kıtanın neresinde olur ise olsun mısırın yetiştirilme ve tüketim yöntemleri ile yerlilerin bu “altından değerli” ürünü yüceltme şekilleri, ekim ve hasat ritüelleri büyük benzerlik göstermekteydi. Navajolara göre “İlk Ana” insanlara mısırı veren Tanrıça idi. Diğer yerli topluluklarında da adı “Anamız”, “Yaşam Veren Ana” veya “Bizi Besleyen Ana” diye anılır. 

1939’da ABD’nin Iowa eyaletinde bir çiftçi, mısırları kabuklarından ayırmak üzere ambarını boşaltıyor.

Erkekler mısırın ekileceği alanları 1 yıl önce ağaçlardan arındırır. Ekim ve hasat işi ise kadınlarla çocukları bekler. Mısırların toplanma zamanı büyük kutlamaların da zamanıdır. Aztek kadınları saçlarını çözer, pançolarını çıkartıp üstleri çıplak, tarlalarda dans ederek Tanrı Cenetōtl’a teşekkür eder. Sonra her biri topladığı beş adet mısırı bebek gibi kundaklayıp sırtlarında taşıyarak büyük ve neşeli bir resm-i geçide katılır. Bu beş mısır koçanı, bir sonraki yıla dek evlerinin girişinde Ana Tanrıça Chicomecōātl’a saygı göstermek için asılı durur. Kuzeyde de güneyde de mısır kadının işidir. Yeni gelenlerle bile bu iş bölümü değişmemiştir. Zira mısır hasadı zorlu değildir. Fırtına, savaş gibi zorlayıcı bir etmen yok ise uzun zamana yayılabilir. İstediğin zaman toplayabilir, işlerden arta kalan zamanda işleyebilirsin.    

Mısırın Amerika kıtasının yerli halkları tarafından bu denli saygı görmesinin nedeni, epey güneyde kinoa ve amarant dışında küçük tahılları hiç tanımayan bu halkların fasulye ve kabak ile birlikte en önemli temel gıda kalemlerinden biri olmasıdır. Çeşitli çalışmalar 17. yüzyılda yerlilerin gündelik kalori gereksinimlerinin % 65’inin mısır kaynaklı olduğunu gösteriyor. Oysa 1900’lü yılların ortasına dek Avrupalı nüfusun beslenmesinde tahıl kaynaklı besinlerin payı % 23 ki bunun içinde mısırın payı çok az. 1600’lerde gelen ilk Avrupalı yerleşimciler, başka tahıllara alışkın olduklarından başlangıçta mısır ekme konusunda direnç göstermişler. Alışkanlıklarından kopup bakışlarını yeni çevrelerine yöneltemedikleri için olsa gerek, her köşesi yerli halklara bolluk bereket sunan topraklarda açlıktan kırılmışlar. Sonunda aşağıladıkları, yemeklerinden yerlerse onlar gibi olacaklarından çok korktukları yerli halkın yardımları ile ayakta kalabilmişler. Sonrasında mısır tarımını ve ürünü nasıl kullanacaklarını yerli halktan öğrenip, bitleri kanlanınca onlara etmediklerini bırakmamışlar. 1700’lerin ilk yemek kitaplarında yerleşimcilerin mısır yemeklerini yerlilerin verdiği isimler ile pişirmeye devam ettiği görülür. 

Genel kanı, mısırın Kolomb eliyle İspanya’ya ve oradan eski dünyaya yayıldığı yönünde. Ancak mısıra verilen isimlerdeki karmaşayla ilgili yapılan çalışmalar, çeşitli seyyah günlükleri ve yazışmalar, mısırın daha önceki bir tarihte Avrupa’ya girdiğini işaret ediyor. Bir diğer teori de mısırın 1000’li yıllarda Asya tarafına çoktan geçmiş olabileceği ile ilgili kanıtlar sunuyor. Hangisi doğru, mısır bilir. 

Almanlar mısıra “Turkish Corn” demişler, İtalyanlar “Grano Turco”. Biz “Mısır darısı/ buğdayı” demişiz ama Mısırlılar “Suriye darısı” demişler. Portekizliler ise Mağrıbi kaynağına işaret eden Arapça kökenli bir sözcük ile “maçaroca” ya da “Guyana mısırı” demişler. Mısır Avrupa’ya girerken epey toz duman etmiş ortalığı ki kafalar bayağı karışmış kökenine dair. Duvar fresklerinden, resimlerden biliyoruz ki mısır 1500’lerde İtalya’da çoktan yaygınlaşmış ve “polenta” adıyla sofraya kurulmuş bile. Hatta yoksul halk kesimi tarafından çok tüketildiği için niacin yani B3 vitamini eksikliğine bağlı öldürücü pellagra hastalığına da yol açmış. Halbuki Amerikan yerlileri, mısırı kireçli alkalin suda bekleterek yemeyi çoktan biliyorlardı. Kolomb’a söylemeyi unutmuşlar herhalde.  

Amerika yerlileri kırmızıdan laciverte rengarenk değişik tür mısırların her birine ayrı anlamlar ve kullanım alanları yakıştırarak, üretimlerini tek çeşitle sınırlamamışlar. Açlık ve bolluk döngüsünün terbiyesi ile tek ürüne bağımlı olmanın yaratacağı tehlikeleri düşünmüşler. Bugün tek bir mısır türünden 1 milyar ton üretiyoruz. GDO’lu mısırın çoğu hayvan yemi, kalanı da yakıt oluyor. Yiyecek olarak tüketilen kısım üretilenin % 10’unu geçmiyor. 

Mısırın cömertliğini yanlış kullandığımız, onun doğal sınırlarını yokettiğimiz ve neşeli çeşitliliğine yakışır şekilde davranmadığımız için olsa gerek, mısırın koruyucu tanrıları tarafından çoluk-çocuk obezite ve çeşitli hastalıklar ile cezalandırılıyoruz. Belki de işsiz, aşsız bırakılıp prangaya vurulan, yokedilen ilk evlatlarının gecikmiş intikamıdır diyeceğim ama, sağlıksız ve ucuz besinler yine en çok yoksulları vuruyor.