Osmanlılarda milliyetçilik ve modernleşme öncesinde İslâm kimliği hakimdi. Türkî, İranî ve Rûmî özellikler bunu takiben diziliyordu. Yine de dönemin kaynaklarında etnik bilincin her zaman olageldiği nakledildi. Bu dönemin metinlerinde Araplar her ne kadar “öteki” değilseler de bir “başka” idiler, dinin içlerinden çıkması nedeniyle özel bir yerleri vardı.
İslâm ve semavi kainat tarih algısında Hazreti Âdem’in soyu, üçüncü oğlu Şit üzerinden yürümüş; onun torunlarından Nuh, Tufan sonrasında hayatta kalan insan neslinin atası sayılmıştır. Belli başlı kavimler de onun oğulları sulbünden gelmiştir. Hadis nakleden Tirmizî’ye (öl. 892) göre Muhammed peygamber; Nuh’un oğullarından Yafes’in Rûm’un; Hâm’ın Habeş’in; Sâm’ın ise Arapların atası olduğunu söylemiş.
1476-81 arasına tarihlenen Âşıkpaşazâde’nin Tevârih-i Âl-i Osmân’ında, Osman Gazi’nin ve Türklerin nesli Yafes’e kadar silsile hâlinde sıralanır. Kanunî zamanında (1520- 1566) yaşadığı bilinen Derviş Mehmed de Sübhatü’l-ahbâr adlı soyağaçları kitabında Türkleri-Osmanlıları Yafes’e bağlar; Arapları Sâm’dan alıp Peygamber’e ve torunlarına değin sıra sıra indirir. 1465’te Düsturnâme’yi yazan şair Enverî, diğer Tevârîh-i Âl-i Osmân kitaplarından farklı olarak Osmanlıları Oğuz-Arap (Seyyid) alaşımı bir hanedan olarak resmetmek ister.
Türk ve Arap atalar
Derviş Mehmed’in büyük şahsiyetlerin soyağaçlarını anlattığı kitabı, 17. yüzyılda Hüseyin İstanbulî tarafından resimli bir anlatıma kavuşturulmuştur. 2. Viyana savaşında Habsburg generali Eugene’in eline düşen bu eser, Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan inen Arapları merkezî konuma yerleştirir. Yefes’in oğulları ise kıyıdan kıyıdan sessizce iner, sıra Osmanlıların devrine gelince bu kol ancak merkezîleşir. Silsile, Osmanlıları Âdem’e kadar uzanan dünya tarihine bağlar, bir yandan Araplar ve Farslarla olan soy farklılıklarını ortaya koyar (Derviş Mehmed, Subhatü’l-ahbâr, res. Hüseyin İstanbulî, 1674. Avusturya Ulusal Ktp., COD. AF. 50.)
1456-59 arasında Behcetü’t- tevârîh’i yazan Amasyalı Kadı Şükrullah, Osmanlı tarihini alışıldık biçimde bir kainat tarihi içinde ele alır, Türk boylarının ne kadar geniş olduğunu söyledikten sonra 8. makalesinde sözü Araplara getirir: “Yüce Allah Arabı seçkin olarak yaratmıştır. Övülmüş ahlak ve beğenilmiş kahramanlıkla donatmış, şerefle meşhur etmiştir. Hangi şeref övgüsü kainatın efendisinin kendilerinden çıkmasıyla, onlara gönderilmiş olmasıyla, Kuran’ın onların diliyle indirilmesiyle kıyaslanabilir?”
Barbaros Hayreddin Paşa (öl. 1546) ise Gazavât’ında Afrika’daki faaliyetleri sırasında Araplarla yaşadığı tatlı-tatsız anılarını aktarır, yer yer itaatsizliklerinden şikayetlenir. 18. yüzyılda İstanbullu isimsiz muzip bir yazar tarafından kaleme alınan Risale-yi Garîbe’de “üçü biraraya gelince şamatadan ortalığı kapatan Fellahlar’dan (Araplar)” yakınılır; şehre sonradan yerleşip düzgün Türkçe konuşamayan tüm yabancılar alay konusu edilir.
Arap öncüler
Osmanlılar tarafından İstanbul’un fethinin kutsal öncüsü sayılan Ebu Eyyub (Eyüp Sultan) Peygamber’in devesinin evinin önüne oturmasıyla onu ağırlama hakkını kazanıyor. Eyüp Sultan İstanbul’u kuşatan Emevî ordusu içinde yer aldı ve 669’da öldüğünde surların yakınında gömüldü. Kabri fetih sonrasında sultan tarafından yeniden ortaya çıkarıldı ve üzerine bir türbe yapıldı. 1. Ahmed’den itibaren Osmanlı padişahları tahta çıkacakları vakit onun türbesinde kılıç kuşanmayı âdet edindi. Bu ilk kuşatmaya katılan pek çok Arap komutan ve askerin etrafında inanç merkezleri oluştu (Erzurumlu Darîr, Siyer-i Nebî, c. III, res. Nakkaş Hasan, 1594-95. New York Halk Ktp., Spencer Kol., Turk. ms. 3.)
Folklor araştırmacısı Pertev Naili Boratav’ın derlediği Nasreddin Hoca fıkralarının 16. yüzyıla dayanan en eski elyazmalarında Hoca, yanına İmad’ı alıp Arabistan’a elçiliğe gider; Arap ileri gelenlerin verdiği ziyafette yelleniverir! İmad ziyafet sonrası Hoca’ya “bizi utandırdın” diye çıkışır. Hoca ise “Hay İmad, Türkçe fevvareyi ve osuruğu Arap taifesi ne bilirler” der. Osmanlı dönemine uzanan Türkçe bir yemin sözü “Arap olayım” şeklindedir. Bu söz biraz yan anlamıyla “kara tenli” olmak anlamı da taşır.
Tarihçi Taner Timur’un Osmanlı Kimliği’nde yazdığına göre Osmanlılar Yafes’ten geldiklerini -özellikle modernleşme dönemindeki yeni kimlik arayışlarında- kabul etmekle, kendilerini beyaz ırka, Batı’yı yaratan Musevi-Hıristiyan kutsal tarihine, öte yandan da Moğollara ve Doğulu ırklara bağlamaktadır.
Kendi hâlinde bir Arap
Pierre de Girardin’in, 2. Süleyman dönemindeki Osmanlı toplumunu 14. Louis’ye tanıtmak için İstanbul’da çarşı ressamlarına çizdirdiği minyatürlerden
birinde bir Arap erkek. Kıyafetindeki yerel renkler dışında diğer figürlerden belirgin bir
farkı yok (Figures Naturelles de Turquie, res. Hüseyin İstanbulî [?], 1688. Fransa Ulusal Ktp.,
N. Od. 7).
Milliyetçilik öncesi ve modern öncesi çağlarda Osmanlılar kendilerinin Türk olduklarının, Arapların ise bir “başka” kavim olduğunun elbette farkındaydı. Ancak referans kimlik İslâm olduğu için etnik kimlikler sadece kavimlerin “birbirini tanıması” olanağı sayılıyordu, yine İslâmi bir yorumla.
Araplar, modern öncesi Osmanlılar için hem necip hem de Rûm diyarının halkı ile belirgin farklılıkları olduğu kabul edilen; Nûh’un başka bir oğlunun soyundan inen ancak yanında sırların Türkçe konuşulabileceği; kalabalık ve gürültülü çemberler oluşturdukları zaman garipsenen insanlardır. Yine de bir İstanbullu çarşı ressamının gözünde Arap, yoldan geçen alışıldık tipler arasında yer alan “herhangi biri”dir.
Arap eğlence esnafı
3. Ahmed’in oğulları için tertip ettirdiği 1720 Haliç-Okmeydanı şenliklerine Mısır’dan katılan Arap canbaz Hacı Şahin ve ekibi, gösteri boyunca oldukça takdir toplamışlardı. 3. Murad’ın düzenlediği 1582 şenliklerinde de kedi oynatıcısı bir Arap ortaya çıkmış, söz dinlemez kedileri ipte yürütmüştü (Vehbî, Surnâme, res.
Levnî, 1720-28. TSMK A. 3593).