1800’lerin başlarında İngiltere’de başlayan ve evde hazırlanmış yiyecek içeceklerle doğaya düzenlenen günlük seferlere piknik deniyordu. Türk toplumunda ise çok daha eskiden, 18. yüzyılın başlarından itibaren Kağıthane’yle başlayan mesireye gitme geleneği günümüze kadar devam etti. Avrupa’yla en önemli fark, bizdeki pikniklerin esas olarak “oturarak-yatarak” yapılmasıydı.
Piknik sözcüğü ilk defa 1692’de basılı bir kaynakta yer aldığında, henüz ne İngilizler ne Amerikalılar güzel havalarda çayırlara yayılıp eş-dost ile birlikte bir şeyler yemenin zevkini keşfetmişlerdi. Sözcüğün eskiye dayanan bir kökeni de yok. “Piquer” fiili Fransızca gagalamak demek. “Niquer” de onunla kafiyeli olsun diye eklenmiş; açık havada ufak tefek bir şeyler yemek anlamında. İngilizcede (picnic) sözcüğe rastlamamız 1800’leri buluyor. Piknik fikrinin Amerika’ya doğru yolculuğuna daha epey var. Oysa bizim topraklarda, doğanın bağrında, mesire yerlerinde yer sofraları öyle uzun süredir kurulmaktaydı ki… Şimdi bile bakın, her kasabanın-şehrin sevilen mesire yerleri vardır. Tatil günlerinde doğaya çıkmak için her fırsatı değerlendiren insanlarımız akarsu kenarlarını, ormanları, ağaç altlarını, parkları, haydi hiçbiri yok, otoyol kenarlarındaki ufak çimenlikleri bile doldurur. Ancak İngilizlerin de zaman içinde piknik kavramına boyut kattıkları için haklarını vermek lazım.
Ortaçağ’ın av şölenleri veya Rönesans stili kır davetlerinde yüzlerce hizmetli hazırlıkları önceden yapardı. Zevk için kendini kırlara vurup arada soğuk bir şeyler atıştırma fikri o dönemin insanları için pratik ve arzu edilir bir eğlenti değildi henüz. Hatta piknik adı verilen ilk ortaklaşa eğlentiler açık havada değil, içeride yapılmıştır. İlk başlarda piknik ile kastedilen, katılmak için para ödenen ya da yemek getirerek katkıda bulunulan bir eğlence idi. Pek kısa ömürlü olan Piknik Derneği 1802’de kurulduğunda içeride toplanıyordu ve sosyetenin ünlülerini biraraya getiriyordu. İngiltere’nin yükselen orta sınıfı için piknik sepetleri ile açık havada gezinip “al fresco” bir şeyler yemek sosyal etkinlik olarak ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren alışkanlık olarak yerleşecekti.
İngiltere’de 1800’lerin başında öğünlerin saatleri kayarak, kahvaltı ile geç vakitlere sarkan akşam yemeği arasına hafif, soğuk atıştırmalıklardan oluşan bir öğün daha girmişti. Soğuk et dilimleri, turşu, kek, jöle gibi hafif yiyecekler ile bir ufak masa kenarda acıkanları beklerdi. Ne oldu da insanlar bu soğuk atıştırmalıkları bir sepete koyup dışarılara taşıdı?
Jean-Jacques Rousseau daha 18. yüzyılın ortalarında doğaya dönmenin zihnen ve ruhen daha sağlıklı olduğunu, dışarıda yenen bir yemeğin “ruhu özgürleştireceğini” yazmıştı. Ressamlar doğayı resmediyor, güzellikleri dışarıda arıyor, tablolarına yansıtıyorlardı. 1789 devriminden sonra Fransa’da kraliyet bahçeleri ilk defa halka açılmıştı. Toplu piknikler; “fêtes champêtres” (kır şölenleri) seçme hakkına yeni kavuşmuş vatandaşlar arasında hemen popülerleşmişti.
İlk başlarda İngilizler de piknik için “şölen” sözcüğünü kullanıyordu. Fransa’dan ithal bu yeni etkinlik türü, Victoria Dönemi’nde (1837-1901) sevilen bir alışkanlık haline gelmiş, sosyal yaşamın önemli bir parçası olmuştu. Giysilerin zorluğuna rağmen yere oturup, parmakları ile bir şeyler yiyerek dönemin katı etiket kurallarını birkaç saatliğine tersyüz etmek çok eğlenceliydi. “Tanrı’nın yarattığı güzellikler”i yerinde yaşamak, devrin püriten anlayışına da uyuyordu.
Kısa sürede soyluları takip eden orta sınıf da pikniklere gitmeye başlamıştı. İngiliz orta sınıfına görgü kurallarını öğreten Bayan Beeton, Ev İdaresi (1861) kitabında piknik sepeti hazırlarken unutulmaması gereken yiyecekleri şöyle sıralamış: Rozbif, kuzu pirzola veya kuzu kol, kızarmış ördek, jambon, söğüş dil, etli ve jambonlu turta, güvercinli turta, ıstakoz, kelle söğüş, marul, salata ve hıyar sepeti. Hepsi aynı anda değil herhalde; arasından seçin demek istemiş olmalı. Tabii her piknik sepetinde tabaklar, bardaklar, şarap kadehleri, çatal-bıçaklar, çay fincanları, çay demliği, şeker ile süt mutlaka bulunmalı idi. Kahve, piknik için pratik bulunmuyordu. Soğuk içecekler de çeşitliydi: Bira, zencefil birası, soda, limonata, şeri, kırmızı şarap, şampanya, ve brendi. Orta sınıf tanımı neydi? Biz unutmuşuz belli ki.
Bu arada Londra’daki çeşitli açık hava müsabakaları ve gösteriler sosyal birliktelikler için fırsat oluyordu. Yaz aylarında “Londra Mevsimi” denen dönemin hemen arkasından Eylül başında “Av Mevsimi” geliyordu. Piknik için şahane fırsatlar! 1740’lardan beri seyahat eden seçkin yolcular için yemek sepeti hazırlayan ünlü Fortnum & Mason mağazası 1849’da hazır piknik sepetlerini satışa sunmuştu bile.
Romantikler endüstrileşmeye karşı olsalar da 19. yüzyıl buharlı gemiler ve demiryolları ile seyahati hızlandırıp, ucuzlatmıştı. Artık salt zevk için seyahat mümkündü. Tren seyahatleri için hasır yiyecek sepetleri istasyonlarda bir depozito ödenerek satın alınabiliyor, yemek bitince iade ediliyordu. Hâli vakti yerinde olan turistler, piknik sepetlerinin yanında rehber kitapçıkları, şemsiye ve şapka kutusuna benzetilmiş oturak kutusuyla zevk için kıtaaşırı seyahate hazırdılar. Édouard Manet’nin “Kırda Öğle Yemeği” isimli tablosunda resmettiği basit, hasır sepetler yetmiyordu artık. Deriden, bölmeli, içinde bakır çaydanlığı ile ocağı bile olan lüks sepetler, kırda gösteriş yapma olanağı sağlıyordu.
Sahipleriyle birlikte bu sepetlerin gittiği en garip piknik alanlarından biri de Kırım’daki savaş cepheleriydi. 1853-1856 arası Birleşik Krallık, Fransa ve Osmanlı Devleti’nin de yanında Ruslara karşı savaşırken, 1854’te Noel’den 1 ay önce, kadınlı-erkekli 100 kişilik bir turist kafilesi gemiye atlayıp Kırım’a savaşı izlemeye gitmişlerdi! Kırım Savaşı günlük gazetelerin fotoğraflarla, röportajlarla sürekli yansıttığı ilk “medyatik savaş” idi. Bahara kalmadan paket turlarla, İngiliz turistler akın akın savaşı yerinde izlemeye geliyordu. Piknik sepetleri de yanlarındaydı. Savaşın geçtiği cephelere geziler düzenleniyor, sakin günlerde kriket maçları ve çeşitli spor müsabakaları yapılıyor, ava çıkılıyordu. Ellerinde teleskopları ile cepheyi en iyi şekilde görecek bir tepe arayan turistler, Sivastopol’un üçüncü kez bombalanmasını ve 6.000 İngiliz askerin ölümünü “heyecan içinde” seyretmişlerdi. Kızkardeşine “Hanımlar sonuna kadar eğlencenin tadını çıkardılar” diye yazmıştı Yüzbaşı Portal.
İngilizler piknikli eğlenceleri kendilerinin keşifleri sanadursun, ünlü şairimiz Nef’i 1600’lerin başında şu dizeleri yazmıştı: “Mahşer olmuş sahn-i Kâğıthane dünya buradadır / Cennete dönmüş güzellerle temaşa bundadır”. İlk Sadabad Sarayı, Kâğıthane Deresi kenarına 1722’de yazlık saray olarak inşa ettirilmiş idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk büyükelçisi sayılan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris’ten getirttiği saray ve bahçe planlarından esinlenerek, şark mimari unsurları ile sevilen bir mesire yeri düzenlenmişti. Yapılan sarayla birlikte Cedvel-i Sîm isimli kanal, iki havuz, üzerinde seyir kameriyeleri ile iki kaskad, Kasr-ı Neşat (Çadır Köşkü – Perdeli Köşk) ve bir çeşmenin yapımı sadece 60 günde tamamlanmıştı. 3. Ahmed’in katıldığı açılış şöleninde şairler buraya “uğurlu-mamur yer’” anlamına gelen “Sa’d-abad” ismini koymuşlardı.
İstanbul “tenezzüh” ve “mesire” eğlencelerine çok eskilerden beri düşkündü. “Zeytinyağlı dolmalar, kuzu söğüşü, sütlü irmik helvası gibi mesireye mahsus soğuk yemekleri sefer taslarına vazederler ve kibar takımının yemeklerini ayvazlar ve uşaklar ayrıca kayıklarla getirirlerdi” diye anlatmış Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey. İleri gelen esnaf takımının ise gezinmekten çok “taam”a önem verdiğini yazmış. Aşçılarını da yanlarında getiren bu beyler kuzu çevirtir, kuyu veya testi kebapları yaptırır, kendileri yedikten sonra da kalanı herkese dağıtırmış. Taze yaprak dolmaları, sütlü irmik helvası ve mevsim meyveleri, üzerine de kahveleriyle, çubuklarını veya nargilelerini tüttürür; namazlarını kılıp, akşam inmeden evlerine dönerlermiş. Bazıları mehtabı da seyredip dönermiş. Herkes aşçılı, uşaklı, özel arabası, kayığı ile gelecek değil elbet. Evinden yiyecek taşıyamayanlar için mesire yerinde yiyecek satan birçok satıcı bulunurmuş. Genellikle mesire alanlarını “oturarak” kullanmayı tercih eden Osmanlılar için Sadabad, gezinerek dolaşılan yeni bir pratiği getirmiş.
Esas şenlik ise gece Kâğıthane dönüşünde olurmuş. Saat 10 sularında zaptiyeler “Haydi, evinize!” dediğinde, rengarenk kâğıt fenerler ve allı-yeşilli bayraklarla donanmış alamanalar, hamalların bindiği salapuryalar, davul zurna, darbukalarla şarkılı türkülü, göbek atmalı bir dönüş yolculuğu tuttururmuşlar ki “ecnebiler sandallar ve kayıklarla ve sefaret takımları elçi kayıkları ile” bu avdet halini seyretmeye çıkarmış. Zaman içinde darbuka ve göbek atma merakımız değişmemiş…
Kâğıthane’ye kadar gidemeyen yoksul kadınlar da çoluk-çocuk Fener, Ayakapı ve Cibali iskelesi meydanlarına iner, çekirdek çitleyerek (ama paraları tazesine yetmediğinden yedikleri hep bayat olurmuş) önlerinden geçen varlıklı kesimi seyrederlermiş. “Lisan-ı avâmda buralara ‘Bitli Kâğıthane’ denirdi” diye yazıyor Ali Rıza Bey. Kağıthane, Osmanlıların son devrine dek popülerliğini koruyan bir mesire yeri olmuştu. Ancak zamanla “avam kalabalığı”ndan sıkılan elit tabaka Fenerbahçe, Göksu, Kalender, Bentler, Çamlıca, Yeniköy, Büyükdere, Tarabya’daki mesire yerlerini tercih eder olmuş. Ulaşım zorluğu nedeniyle halk kalabalıkları Şirket-i Hayriye vapur seferleri yaygınlaşana dek buralara kadar uzanamıyordu herhalde. İstanbul’un diğer tarafında ise Bizans’tan beri en kadim mesire yerleri olan Veliefendi, Çırpıcı, Çörekçi, Bayrampaşa çayırları vardı.
Anadolu tarafında Fenerbahçe, Çamlıca ve güzel içme suları ile gözde Kayışdağı, Taşdelen ve Alemdağ sevilen mesire yerleri imiş. Göksu ve Küçüksu için “Seyir yerlerinin Bâb-ı Âli’sidir” diyor Ali Rıza Bey. Önceleri arabalar ile gezinilirken, sonraları derelerde kayıkla gezintiler sevilir olmuş. Miss Julia Pardoe da 1835’te İstanbul’da eşlik ettiği hanımlarla Göksu’ya gelmiş. Şöyle yazmış: “Bir Avrupalı burası hakkında önceden bir fikir sahibi olmadan hop diye Göksu’ya konabilseydi; büyülendiğini ve o zamana kadar Şarklı bir masalcının mübalağa kabul ettiği şeylerin hakikat hâlini aldığına şahit olduğunu zannederdi”.
Hükümet 1861’de bir tembihname yayınlayarak seyir yerlerinde herkesin edepli davranması gerektiğini öğütlemiş. Ramazan’a denk gelen bu tembihname, iftar sonrası taşkınlıkları önlemek amacındaydı herhalde. Bu gibi yerlerde kadın ve erkeklerin yerleri kesin hatlarla ayrılmış idi. Kadınların gidebileceği mesire yerleri de önceden belirlenmişti. Bu resmî uyarılarda mesire yerlerinde saat gece 11.00’de “nisvan takımından kimsenin kalmaması gerektiği” özellikle belirtilmiş.
Sadabad köşklerinin 1730’daki Patrona Halil isyanları sırasında değişmekte olan değerlerin ve devlet savurganlığının simgesi olarak hedef alınmış olması ilginçtir. Devlet ilk kez Kâğıthane’de doğaya “Batı’daki gibi” mimari müdahalede bulunarak, yapısal ögeler eklemişti. Bu anlayışla inşa edilen ilk “tenezzüh sahası” parklar ise ancak çok sonraları, 1869’da açılan Taksim Bahçesi ve Tepebaşı Parkı ile hayata geçirilebilmiş. Ancak “sıradan halk” bu modern parklarda “gezinmek” yerine doğal halini koruyan kırlarda yayılmayı her zaman daha fazla tercih etmiş. Yeşil alana hasret kaldığımız büyük şehirlerde geniş park alanlarına taşınan, mangalları yakıp, çimenlere yayılarak haftasonu keyfi yapan insanımız ısrarla modern parkları da geçmişi yüzyıllara dayanan mesire anlayışına uydurmuştur.
Piknik öyle etrafta gezinerek değil, oturarak yapılır. Türk usulü budur. Pek de keyiflidir. İşte o kadar!