1917’deki Sovyet Devrimi’nden sonra başlayan içsavaştan kaçan siviller ve yenilen askerlerin onbinlercesi İstanbul ve Çanakkale başta olmak üzere Türkiye’ye sığınmıştı. 1920’lerin İstanbul’unda bir yanda sefalet, bir yanda da düşkün aristokratların ateşlediği yeni bir gece hayatı yaşanıyordu.
SAADET ÖZEN
İstanbul için 1920’ler, yaklaşık altmış sene evvelinin sokaklarda dirildiği yıllar sayılabilir. O dönemin İstanbul’unda, tıpkı 1853-56 arasındaki Kırım Harbi zamanındaki gibi İngiliz, Fransız askerleri dolaşıyordu. Ancak iki devir arasında temelli farklar vardı: Kırım Harbi’nde İngiltere, Fransa ve Osmanlı Devleti müttefik olarak Rusya’yla savaşmış, İstanbul orduların geçiş ve ikmal yeri olmuştu. 1920’lerde ise durum daha karmaşıktı. Eski müttefikler şimdi işgalci olarak İstanbul’daydı; 1. Dünya Savaşı şartları İtalyan ve Amerikalı askerleri de şehre taşımıştı.
Bir başka önemli nokta İstanbul’un bu kez eski hasım Rusya’dan gelenleri de barındırmasıydı. Rusya’da devrim olmuş, Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu kuvvetleri peyderpey, bölge bölge yenilerek gücünü kaybetmişti. Bunun üzerine 1917-1920 yılları arasında yeni rejimde yeri olmayan iki ila üç milyon Rus ülke dışına çıkmış, bir kısmı İstanbul’a gelmişti.
Bütün bu farklara rağmen İstanbul açısından Kırım Harbi’yle Mütareke devri arasında güçlü bir ortak nokta mevcuttur: Sebep, gerekçe ne olursa olsun binlerce insan kendi yaşama usulü, bilgisi, görgüsü, ihtiyacıyla İstanbul’a gelmiştir. Herkes ya kendi bildiği gibi yaşamak, az çok kendi ortamını kurmak peşindeydi, yahut hayat bilgisini, tecrübesini ayakta kalmak, aç kalmamak için kullanmak zorundaydı. Bu nedenle –hem Kırım Harbi sırasında hem 1. Dünya Savaşı’nı takip eden ‘Mütareke Yılları’nda savaş, İstanbul’da kalıcı, kültürel dönüşümleri de tetiklemiştir.
Kırım Harbi sözgelimi Beyoğlu’nda Avrupai kafelerin, kafeşantanların yaygınlaşmasından başlayıp, bisküvi, çikolata, konserve gıda gibi endüstriyel gıdaların dolaşımının hızlanmasına kadar, günlük hayatın küçük alışkanlıklarında birinci dereceden etkili olmuştu. Mütareke devri yine –özellikle Beyoğlu’nda-yoğun bir kültürel dönüşüme yol açtı; en azından devrin yazarlarından yansıyan budur. Kırım Harbi’nden bu yana Beyoğlu Avrupai toplantı ve eğlence mekânları anlamında epey yol kat etmiş olsa da Mütareke zamanında bir sıçrama yaşandığı hissedilir. O devirle ilgili anılarda da edebiyatta da işin bu tarafı öne çıkar ve bu sıçramanın bir numaralı aktörü –hem dışarlıklı hem İstanbullu yazarlar için- aynıdır: Beyaz Ruslar, daha ziyade de kadınlar.
Yerli Mütareke yazınında Beyaz Ruslara değinen örnek çoktur, pek çok hatırat, başta Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomorre’si ve Ahmet Hamdi’nin Sahnenin Dışındakiler’i olmak üzere bugün hâlâ basılan, Mustafa Remzi’nin Pastacı Kız’ı gibi meraklısının bildiği romanlar. Bunun karşısında bir de o devre tanıklık etmiş yabancıların, yine çoğu unutulmuş romanlarına rastlarız. Bunların arasında hikâyesi doğrudan Mütakere devrinde Beyaz Ruslar üzerine kurulmuş –ve en az ele alınmış- örneklerinden biri bu yıllarda İstanbul’da bulunmuş Fransız gazeteci Paul Haurigot’nun (1902-1955) Acide Russique adlı yapıtıdır. Servet-i Fünun’un yayıncısı Ahmet İhsan Tokgöz (1868-1942) bu kitabı Türkçeleştirmiş ve Rus Ateşi ve Bir Haraşo adlarıyla iki kez basmış olduğu için burada da belli bir kitleye ulaşmış olduğu varsayılabilir.
Ahmet Hamdi’nin Sahnenin Dışındakiler’deki kahramanlarına söylettiğine göre, Ruslar para kazanmak için “kendi sanatlarını bize satma” yolunu tutmuşlardı. Paul Haurigot’nun Rus Ateşi romanının başkahramanı, serüven peşinde İstanbul’a gelmiş, Galatasaray mektebinde hocalık yapan bohem ruhlu Pierre de kendi kendine sorar: Ruslar “İstanbul’a akın edip bir takım barlar açmadan önce gece eğlencesine muhtaç olanlar ne yapıyormuş?”
Bu tür mekânların sadece sattıkları ürünler değil, sundukları atmosferde de farklı olan şeyler vardı. Kadınlar çalışma hayatının içindeydiler, barların çoğunda kadın garsonlar servis yapardı. Müftüzade Ziya Bey anılarında, “Bu kızların çoğu Rus aristokrat ailelerindendi, bu nedenle ‘besleyenin elini öpmek’ Beyoğlu’nda bir âdet haline gelmişti.(…)” diye anlatır. “Garip Rusça şarkılar, şov yapan dansçı bir kız ve bir de çok başarılı, çingene orkestrası. Böyle bir yeri Londra, Paris veya New York’ta da bulursunuz, ancak buranın çalışanları bir zamanlar Rus asilzadeleri ve prensleri olduğu için, bu, geceye apayrı bir ‘bohem’ havası katıyordu.”
O dönem İstanbul’da bulunan Rus Vertinski ise vatandaşlarının bu tür işlerdeki acemiliğinden dem vurur: “Garsonluk açısından biraz acemi olan bu zarif ve şık genç bayanlar cilveyle kırıtıyorlardı. Gözlerinde ve hareketlerinde bir soru okunuyordu sanki: ‘Beyefendi bu işleri ben nereden bileceğim? Kader utansın işte.’ – (…) hep güler yüzlüydüler, etrafa devamlı tebessüm dağıtıyorlardı. Servis ve hizmet eksikleri, böylece telafi edilmiş oluyordu. Bayan garsonlara alışmamış müşteriler afallayarak yemek ücretinden daha fazla miktarda bahşiş bırakıyorlardı.”
Rusların eğlence hayatına getirdikleri canlılıktan –başta yukarıdaki satırları yazanlar olmak üzere- istifade edenler çoktur, fakat Ruslara bakış çelişkilidir. Gerek Paul Haurigot benzeri yabancı yazarlarda gerek yerli yazarlarda Ruslar, faydalı bir eğlence işlevini yerine getirseler de yalancı, ahlâken çökmüş figürlerdir. Paul Haurigot’nun başkahramanı Pierre’in âşık olduğu Luba sadece onu üzmekle kalmaz, rahat etmek için hem fahişelik, hem İngilizler hesabına casusluk yaptığı da sonradan ortaya çıkar. Casus Rus kadın teması Kemalettin Şükrü’nün Mütareke Acıları’nda da vardır. Mustafa Remzi’nin Pastacı Kız romanında da başkahraman bir pastanede garsonluk yapan bir Rus kadındır. Bu kez casusluk yoktur, ama sonuç yine felâket olur: İki yakın arkadaş aynı Rus kadına aşık olur, nihayet roman bir cinayet ve iki intiharla kapanır.
Devrin tanığı Samiha Ayverdi ise, Halit Efendi adındaki komşularının ölümünden sonra konağının Beyaz Ruslara verilmesini anlatırken bu bakımdan daha açık ve net yargılarla konuşur: “Her odasını bir ailenin işgal ettiği binanın bu yeni sakinleri ile beraber, memlekete, Türk örf ve adetlerinin tanımadığı bir laubalilik, mahremiyeti hiçe sayan bir başıboşluk cereyanı da gelmişti. (…) Kağıttan çiçek yaparak bunları Taksim Meydanı’nda satan eski Rus aristokrasisi mensuplarının ya da ordudan kaçmış generallerin getirdikleri ekmek parası, bu genç ve şuh kadınları asla tatmin etmiyordu. Etmediği için de kısa zamanda Halit Efendi’nin evinden çıkıp, kendileri için tutulmuş garsoniyerlerde, aradıkları sefahata ve lüks hayata kavuşmuş bulunuyorlardı. (…).”
Görüldüğü gibi yerli ve yabancı yazarların zihnindeki Rus kadını pek farklı değildir: Asil ama düşkün, kolay, rahat, para kazanmak fuhuş da dahil her şeye eğilimli. Kategorize edilememiş, nereye oturtulacağı bilinememiş bir topluluk söz konusudur: Türkler için âdetleri başka, dilleri başka insanlar, yabancılar içinse tipik şarklının özelliklerini taşımayan, fakat batılı da denemeyecek, buna rağmen kültür, sanat birikimiyle ürküten ve saygı uyandıran bir millet, hem küçümseme hem şefkat-merak karışımı hislerle seyredilen bir topluluk. Devrin edebiyatında bir bakıma bütün tuhaflıklarıyla kabul edilmiş, seyredilen, gözetlenen egzotik nesneler gibidir Ruslar.
Yazarların bu bakışında yer almayan nokta ise, İstanbul’a o devirde binlerce Rus’un (bazı kaynaklara göre birkaç sene içinde yüz elli bin) hiçbir sermayeleri, bağlantıları olmadan geldiğidir. Çoğu İstanbul’da, Gelibolu’daki kamplarda zor koşullarda barındı, Avrupa’ya gidenlerden sinemada, müzik alanında isim yapanlar varsa da çoğu zor bir hayat sürdü. Bunu hem çeşitli kurumların raporları hem fotoğraflar ortaya koyar.
REJANS BEYOĞLU
Rejans lokantası: Bir kültür sofrası
1932’de Beyoğlu’nda açılan Rejans erken Cumhuriyet devrinden başlayarak siyaset ve kültür adamlarının favori mekanlarından biri oldu. Dört sene önce kapanan restoran, yakın tarihte tekrar açılıyor.
Rejans, Beyaz Ruslara çelişkili bakışın hayranlık kısmını kendinde cisimleştirmiş bir abide gibidir. Cumhuriyet devrinde elit bir toplantı ve eğlence mekânı olarak bir işlevi yerine getirmiş, dolayısıyla daha ziyade hayranlık ve takdir hisleriyle anılmış bir lokantadır. Ne şekilde, kimler tarafından kurulduğuna dair rivayet muhtelif, oldukça da karışıktır. 2002’de müessesenin kendi bastığı bir kitap dahi kronolojiyi netleştirmez. Yaygın kanı Rejans’ın, İstiklâl Caddesi’nde, Olivo Geçidi 15 numaradaki yerinde 1932’de faaliyete başladığıdır. Kaynağı bilinmese de Beyoğlu’ndaki 1920’lerde faaliyette olan La Régence isimli başka bir lokantanın sahibi Fransız Berthet’nin isim hakkını Mihail Mihailoviç’e devrettiği, onun da bildiğimiz Rejans’ın kurucularından olduğu iddia edilir. Mihailoviç’in ortakları olarak Tevfik Manars, Vera Çirik, Vera Protoppova’nın adı geçer.
Bu karmaşık tarihçenin içinde, Rejans lokantasının bilinen yerinde daha önce 1924’te Turquoise adında bir lokanta açıldığı bilgisi de yer alır. Esasen pek çok ünlü kurum gibi Rejans’ın tarihçesi de tam olarak araştırılmış, birincil kaynaklardan tespit edilmiş değildir. Rejans’ın müdavimleriyle ilgili olarak da –anılar hariç tutulursa- genellikle kulaktan kulağa gelen, kaynağı belirsiz bilgilere sahibiz. Neticede tartışmasız sayılan, Rejans’ın erken Cumhuriyet devrinden başlayarak başta Atatürk olmak üzere siyaset ve kültür adamlarının en sevdiği yerler arasında olduğudur. 2011’de kapandığında ortakları arasında Rus yoktu.
Esasen müessesenin şanı, ayrıntıları önemsiz kılacak kadar büyümüş olduğu için Rejans’ın tarihi hakkında derinlikli bir araştırmaya ihtiyaç duyulmamış olabilir. Rejans Cumhuriyetin eğlence adabına cevap verir ve Cumhuriyet ekabiri kuşak farklarına rağmen aynı kültür çevresine ait olduğunu Rejans’ın kibrit patatesli “Boeuf Stroganoff” ve sarı votkası eşliğinde idrak eder.
Rejans yeni bir işletmenin elinde yakında yeniden açılacak. Bu müjdeyi bir haber sitesi “açıldığı yıllarda Ferhan Şensoy, Bedri Baykam, Enis Batur, Cahide Sonku, İbrahim Çallı, Haldun Dormen, Atilla Dorsay gibi kültür ve sanat camiasının büyük isimlerinin müdavimi olduğu Rejans…” diye veriyor. Haber sitesinin hemen hepsi halen hayatta olan bu isimleri 1930’larda lokantanın müdavimi sayması, esasen Rejans’ın ve canlandırdığı kültür silsilesinin değişmezliğine olan bilinçsiz bir inançtan olsa gerek.