Ocak
sayımız çıktı

Bir alim değil bir arif; siyasetçi değil, bir fikir insanı

ZİYA GÖKALP: HEM DÖNEMİNE HEM SONRASINA IŞIK VERDİ

Ziya Gökalp Türkiye’deki sekülerleşme hareketine önemli katkılarda bulunmakla birlikte, fikirlerinde önemli bir “İslâmi damar”ın da bulunduğu bir düşünürdü. Kendisinin de dile getirdiği münzeviliği, iki cami arasında bî-namaz kalmış olmasının dışavurumuydu. 1908’den 1924’e siyasette yer almıştı; ama siyasetten anlayan ve hoşlanan biri olmadı.

Türk düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli isimlerinden Ziya Gökalp, 100 yıl önce, 25 Ekim 1924 sabahı vefat etti. Resimli Ay dergisinin bu hadiseden kısa bir süre sonra yayımlanan 10. sayısın­da Zekeriya Sertel, Gökalp’in “hüzün ve inkisar (kırgınlık) içinde” öldüğünü iddia etmiş­tir. Sertel, Gökalp’in bu hâlini unutulmuşluğa, artık kimsenin kendisini arayıp sormamasına, bir de sosyoloji dersleri vermek üzere dönmek istediği İstanbul Darülfünunu’nun bu isteği kabul etmemiş olmasına bağlıyordu.

Gökalp’in kendi kaleminden çıkma bir dizi yazı, Sertel’in bu iddiasını doğrular niteliktedir. Nitekim Ziya Bey, çoğunlukla iç diyaloglarını anlattığı ve 1923 Mayıs ayından itibaren Cumhûriyet gazetesinde yayımla­nan “Çınaraltı” adlı yazı dizisinde kendini bir münzevi olarak gös­termiştir. Ankara’dan İstanbul’a tedavi olma amacıyla gelmiş olan Gökalp, hem Diyarbakır Milletvekili olarak yer aldığı TBMM’den hem de genel merkezi artık Ankara’ya taşınmış olan Türk Ocağı’ndan ayrı düşmüştü. Ancak, yeniden Darülfünun’da ders vermek istemiş olması biraz düşündürücüdür; zira bu istek bir anlamda milletvekilliği görevin­den uzaklaşma isteği olarak da görülebilir. Şöyle de söyleyebili­riz: Gökalp, Darülfünun’da ders vermek istediğine göre, henüz ölümü düşünmüyordu; ama bu, aynı zamanda Ankara’ya ve milletvekilliğine dönmeyi de düşünmediği anlamına gelir. Peki Ziya Bey’in İstanbul’a gitmek için rahatsızlığından başka bir gerekçesi daha var mıydı?

Ziya Gökalp, saltanatın kaldırılması fikrini en erken benimsemiş olanlardandır. Daha Büyük Taarruz’dan bile önce, Küçük Mecmûa’nın 10 Temmuz 1922’de yayımlanan 6. sayısında, “Tarihî bir şevkete malik olan bir saray, vatanın istiklâl ve hürri­yetini, kendi -fena anlaşılmış menfaati- için, en hain düş­manlara sattığı anda parlak bir maziden kalan bütün şan izlerini derhal kaybeder” diye yazmıştır. Bu duruşuna sonraki aylarda yeni Türkiye’den neler bekledi­ğine ilişkin yazdığı makalelerin içerikleri de eklenince; Ziya Bey 2. TBMM için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından Halk Fırkası adayı gösterildi ve memleketi Diyarbakır’dan mil­letvekili seçildi. Artık cumhuri­yeti ilan etme aşamasına gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın o dönemde Gökalp’i kendisine çok yakın gördüğünü kanıtla­yan diğer bir gelişme de, diğer birkaç kişiyle birlikte Gökalp’ten cumhuriyetçi bir anayasa taslağı hazırlamasını istemiş olması­dır. Bugün elimizde Gökalp’in bu amaçla aldığı notlar olduğu gibi, bu notlar üzerine yapılmış akademik çalışmalar da mevcut­tur. Ancak ilginç olan şudur: Ziya Gökalp 2. TBMM açıldıktan sonra, Kânûn-ı Esâsî Encümeni’ne (Anayasa Komisyonu) üye seçil­memiştir!

Ziya Gökalp
Ziya Gökalp, başlangıcından itibaren gerek Mustafa Kemal’in gerekse Millî Mücadele’nin en büyük destekçilerinden biri olacaktı.

Son yıllarda yayımlanan bazı kıymetli çalışmalar Ziya Gökalp’in Türkiye’deki sekü­lerleşme hareketine katkılarını yadsımamakla birlikte, bu önemli düşünce adamının fikirlerinde önemli bir “İslâmi damar”ın da bulunduğunu gösterdi. Bunun bir sonucu olarak görebileceğimiz bir nokta, Gökalp’in siyasetten tamamen arınmış bir ha­lifeliğe pek karşı olmama­sı ve cumhuriyet yönetimi altında bile halifeliğin sür­mesinden yana olmasıdır. Gerçi anayasa hazırlıkları sırasında halifelikten hiç sözetmediğini, dolayısıyla da sözkonusu kurumu devletin dışında bıraktığını biliyoruz. Yeni anayasa için aldığı notlar arasında sadece, “Halife ailesine mensup olanlar mebus seçilemezler” biçiminde bir kayıt var. Bu da halifeliği kaldırmaya karar vermiş olan iktidarın Ziya Bey’i Anayasa Komisyonu’nun dışında bırakmasına neden olmuştur kuşkusuz. Tabii tek nedenin bu olamayacağı da açıktır.

Ziya Gökalp’in bazı ya­zılarında Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal sistemini beğendiğini, zira bu sistemin birarada bulun­maları çok güç olan iki ilkenin, ulusal egemenliğe dayalı bir demokrasiyle güçlü bir yürütme erkinin görece iyi bir sentezi olduğuna inandığını görüyoruz. Öte yandan Türkiye toplumu­nun Amerikan toplumuna çok benzediğini, hattâ Türkiyelilere “Şark’ın Amerikalıları” dediğini de biliyoruz. Mustafa Kemal Paşa’ya hayran olan Ziya Bey, onu da düşünerek anayasa çalışma­ları sırasında Amerikan tarzı bir başkanlık sistemi öngör­müş, ama federalizme kadar gitmeyerek 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kânûnu’ndaki yerinden yönetim ilkelerini neredeyse kelimesi kelimesi­ne benimsemiştir. Köklü bir devrime hazırlanan iktidar için böyle bir idari yapılanma hayal bile edilemezdi tabii. Nitekim 1924 Anayasası’nda yerinden yönetimin adı bile anılmayacak, yeni anayasa bu konuda sadece Teşkilât-ı Esâsiyye Kânûnu’nun değil, 1876 Anayasası’nın bile gerisinde kalacaktı.

Güncel siyasete ilişkin yazı yazmak gibi bir âdeti olmayan Ziya Gökalp, yeni devletin yapısının ortaya çıkış sürecinden böylece dışlanırken de hiçbir şey yazmamıştır. Ne cumhuri­yetin ilan ediliş biçimine ilişkin tartışmalara ne de hemen Kasım 1923’te ortaya çıkan halifeliğin geleceğine ilişkin polemiklere karışmamıştır. Hilafetin kaldı­rılması ve yeni anayasa görüş­meleri sırasında da adına Meclis tutanaklarında rastlanmaz. Öte yandan 13 Mart 1924 tarihinde İstanbul’da şamanizmin özel­liklerine ve kadınların eski Türk toplumundaki saygın konumları­na ilişkin bir konferans verdiğini de biliyoruz. Özetle söyleyecek olursak, 1923’ün Kasım ayında bir muhalefet partisi­nin kurulmasıyla so­nuçlanacak olan Meclis tartışmalarının başla­dığı sıralarda, Ziya Bey artık Ankara’dan ve iktidar çevrelerinden kopmuştur. Ancak bu tespit, Gökalp’in ortaya çıkmaya hazırlanan muhalefete katılmış olduğu anlamına da gelmiyor. Zekeriya Sertel’in değindiği hüzün ve Gökalp’in kendisinin de dile getirdiği münzeviliği, iki cami arasında bî-namaz kalmış olmasının dışavuru­muydu.

cumhuriyet-2
Gökalp’in vefatının 10. yılında (1934) yapılan anma töreni. 26 Ekim 1934 tarihli Cumhuriyet gazetesi haberi.

Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Paşa’ya büyük bir sevgi ve güvenle bağ­lıydı. Gazi’ye seslenen şu mısralar onun kaleminden çıkmıştır:

Sen dâhisin, buna çoktan inan­dık,

Mefkûresiz rehberlerden pek yandık.

Garpte şarklı yaşayıştan usandık,

Kurtar bizi bu karanlık zindan­dan.

Ancak Ankara’daki rejimin tuttuğu yoldan da hiç mem­nun değildi. 1924 Anayasası’nı okuduğunu ama beğenme­diğini varsayabiliriz. Her ne kadar laikliğe karşı bir duruşu hiç olmamışsa da halifeliğin kaldırılmasını da tercih etme­yenlerdendi; tıpkı o sıralarda bunu istemeyen eski İttihatçı mesai arkadaşı Hüseyin Cahit Yalçın gibi. Rejimin iktisat politikasından da pek hoşlan­mıyordu. 26 Temmuz 1924’te Cumhûriyet gazetesinde çıkan “İktisâdî adem-i merkeziyyet” başlıklı yazısında iktidarın aşırı müdahaleci iktisat politikasını hiç de dolaylı olmayan bir yoldan eleştirip, “Dünyanın her tarafın­da, iktisadî hayat, siyasî hayata ‘gölge etme başka ihsan iste­mem’ demektedir” diye yazmış­tır. O günlerin İstanbul’undaki liberal çevrelerin altına imza atabilecekleri bu sözler, bazıla­rına “yaşasaydı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katılırdı” bile dedirtebilir.

Ziya Gökalp hakkında bilimsel kişiliğiyle siyasal kişiliğinin birbirine zararının dokundu­ğuna ilişkin bir değerlendirme yapılmıştır. Ancak, Mehmet Emin Erişirgil’in söylediği gibi, Ziya Bey gerçek bir alim değil, eski usul bir arif idi. Yazılarındaki çelişki ve tutarsızlıklar çoktur. Bu değerlendirmeye nazire yaparak siyasal kişiliği için de şöyle diyebiliriz: Ziya Gökalp kendini 1908’den 1924’e kadar çok çalkantılı bir devrimin içinde bulduğu için siyaset sahnesinde yer almıştı; ama siyasetten ne anlayan ne de hoşlanan biriydi; özgün bir fikir insanıydı.

HAKİMİYET-İ MİLLİYE GAZETESİ: 17 NİSAN 1923

Gökalp’in son yazılarından: ‘Halk Fırkası adaylarına oy veriniz’

“Reyimi Kimlere Vermeliyim?

Yeni intihablara (seçimlere) başlanacağını Ana­dolu’yu cenuptan şimale (güneyden kuzeye) doğru kat’ederken uzun bir yolculuk esnasında işittim. Bu haberi aldıktan birkaç gün sonra bir sabah küçük bir şehrin kır kahvesinde oturuyordum. Yanıma orta yaşlı bir milletdaş geldi. Koynundan çıkarıp göster­diği bir vesika (belge) Milli Mücahede’ye iştirak edip hizmetler ifa ettiğine delalet ediyordu (delil oluyor­du). Kendisini tanıttıktan sonra dedi ki: ‘Ben kavga zamanlarında dostla düşmanı ayırmakta hiç bir tereddüte (çelişkiye) düşmedim fakat şimdi mebus­ların yeniden intihabına (seçimi) başlanınca ruhum büyük tereddütler içinde kaldı. Bana milletimin verdiği intihab (seçme) hakkı aynı zamanda mukad­des bir vazifedir. Ben bu hakkı milletime faideli olacak bir surette kullanamazsam günahkâr olurum. Biz intihab tarikiyle (yoluyla) millî hakimiyeti mebusların eline teslim edeceğiz. İntihab edeceğimiz (seçece­ğimiz) mebuslar iyi hareket etmezlerse vatan büyük zararlara düşebilir. Tabii bunların hatalarından biz de Allah’a ve halka karşı mesulüz (sorumlu­yuz). İntihab edeceğimiz kimselerin ileride nasıl haraket edeceklerini bilemiyoruz. Bu sebeble reylerimizi ne gibi adamlara verebileceğimiz hakkında beni biraz tenvir etme­nizi (aydınlatmanızı) rica ederim.’

cumhuriyet-kutu-1

Doğru yolu arayan bu vatanda­şa şöyle cevap verdim: ‘Şimdi bu şartları memleketimizde mevcud olan hakiki bir fırkada (partide) arayalım. Bu fırka ‘Müdafaa-i Hukuk Fırkası’dır ki intihab (se­çim) devresinde ‘Halk Fırkası’ namını almıştır.

Bu fırka ibtida (başta) tehlikeye düşmüş olan vatanımızın hürriyet ve istiklalini, büyük zulümlere hedef edilen milletimizin hayat ve mevcudiyetini kurtarmağa çalışan bir mücahede (çarpışma) cemi­yetiydi. Bu cemiyet siyasi faaliyete girince fırka (parti) haline istihale etmesi (değişmesi) zaruri idi. Çünkü siyasi mücahede ancak fırka halinde icra olunabilir. 1. ve 2. İnönü Muharebelerini ve Kafkasya, Sakarya Muharebelerinden sonra son Büyük Muharebe’yi kazanan şanlı Başkumandanımız ve Büyük Gazi Reisimiz ta bidayetten (başından) beri ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin reisi bulunduğu gibi bugünkü Halk Fırkası’nın da reisidir. Bu muktedanın (örnek alınanın) askerî, siyasi ve harsi (kültürel) bir dehaya malik oldu­ğu bütün cihan (dünya) nazarında tahakkuk etmiştir (kesinleşmiştir). İşte Halk Fırkası böyle bir müceddidin (yenileştiren) riyaseti (başkanlığı) altında bulunuyor. Bu fırkanın tali reisleri de gerek harp meydanlarında, gerek siyaset ve hars sahalarında büyük hizmetler ifa etmiş maruf ve mücereb (denenmiş) şahsiyetlerdir. Bu şahsiyetlerin idare edeceği bir fırka her halde son derece isabetli olacak ve son derece mefkureli hare­ket edecektir. Halk Fırkası’nın programına gelince… Bir tarafdan Misak-ı Millî, diğer cihetten Teşkilat-ı Esasiye kanunu (anayasa) bu programın ilk esaslarını gös­terdiği gibi son zamanda Gazi Paşa Hazretleri’nin ilan buyurdukları umdeler de (ilkeler) programın yeni ve gayet mühim esaslarını meydana koymaktadır. Halkın millî hars dairesinde gerek ahlak, siyaset ve hukukça gerek iktisad, umran ve irfanca, değil memleketimizde, dünyada dahi vücude getirilmiş olan programların en iyisidir. O halde reylerinizi tereddütsüz ve şüphesiz olarak Halk Fırkası namzedlerine (adaylarına) verebi­lirsiniz.’

Yolda bana müracaat eden (başvuran) bir hami­yetli (vatansever) Türk’e söylediğim bu sözleri, intihab (seçim) esnasında tereddüde düşecek sair vatan­daşlarıma da faideli olur fikriyle umumun (toplumun) nazarına arz etmeyi münasib (uygun) gördüm.”