İnsanlık tarihinin en eski toplumlarından itibaren savaşlarda esir alma, alınan esirleri köleleştirme uygulamaları yaygınlıkla görülür. Osmanlı döneminde 16. yüzyıldan itibaren görülen esaret vesikaları, imparatorluğun son 10 yılındaki tarihlerde olağanüstü artış gösterir. Oğullarını kurtarmak için elinden geleni yapmaya çalışanlar ise, yine bugün olduğu gibi analardır.
Mezopotamya’nın en eski yazılı kanunlarından kutsal kitapların metinlerine, Roma Hukuku’ndan günümüzün Cenevre Sözleşmeleri’ne kadar her çağda savaş esirlerine, kölelere yönelik düzenlemeler, sözleşmeler yürürlükte kalmıştır. Bu metinlerin bazıları gayet vahşi uygulamalar barındırsa da, bazıları vahşeti azaltıp esareti ıslah edici veya köleliği kökten yasaklayıcı iyileştirmeler içerir.
Toplumlar arasında savaşlar sürdüğü müddetçe esaret olgusu da maalesef yaşamaya devam etmektedir. Savaşçı güçlerin tehdit oluşturmasının önüne geçmenin yolu olarak tercih edilen esir alma ihtiyacı, giderek ekonomik açıdan ucuz işgücü temini, bazen de bir geçim kaynağı olma özelliği ile esirlerin köleleştirilmesi usulüne dönüşmüştür. Esir/köle pazarları anlam ve nitelik değiştirerek günümüz ortamına uyum sağlamıştı ama geçen yıllarda Suriye’de IŞİD teroristleri marifetiyle eski haliyle yeniden canlandırılmıştır.
Uzun Osmanlı asırlarında Akdeniz havzasında korsanlık oldukça yaygındı. Kuzey Afrika’da Osmanlılara bağlı Tunus ve Cezayir’deki “Garp Ocakları” korsanlarının Avrupa devletlerinin ticari çıkarlarına vurduğu darbeler, devlet politikasıdır. Elbette bu darbeler karşılıklı oluyordu. Askerî ve ticari deniz filoları güçlü Venedik, Ceneviz, Fransa, İngiltere, Hollanda, İspanya gibi ülkelerin Akdeniz’de vurdukları Osmanlı ve Garp Ocakları gemilerinden elde ettikleri ticari emtiayla birlikte ele geçirdikleri esirlerin sayısı hiç de Osmanlılardan geri kalmıyordu. Osmanlıların Akdeniz-aşırı bölgelere Mısır’a, Kıbrıs’a, Hicaz’a güvenli bir şekilde seyahat etmelerinin imkansız hale geldiği zamanlar oldu. Korsanlık faaliyetleriyle esir edilen Müslümanlar, İtalya ve Fransa’nın çeşitli şehirlerinde kurulan köle pazarlarında satılıyordu.
Avrupa tarihçiliği, tüm dünya ülkeleri tarafından peyderpey köleliğin yasaklanmaya başlandığı 19. yüzyıldan sonra Avrupa uluslarının köleci karakteri üzerine derin bir suskunluğa büründü. Buna rağmen sürekli olarak Osmanlı tarafındaki kölelik faaliyetleriyle meşgul oldular ve bu mesaiyi Osmanlıların köleciliği yönünde olumsuz bir propagandaya dönüştürdüler. Son yıllarda Avrupalı araştırmacıların kendi arşivlerine dayalı olarak ortaya koydukları çalışmalarla bu suskunluk ortadan kalkmış; Avrupa uluslarının Osmanlılara ve Müslüman toplumlara yönelik korsanlık, esirlik ve köleleştirme geçmişi ete kemiğe bürünmüştür. Elbette henüz başlangıç safhasındaki bu çalışmaların ilerlemesiyle karanlıkta kalan birçok gerçek ortaya çıkacaktır.
Eski çağlarda türlü işkencelerle katledilen esirlerin ticari bir meta ve işgücü olarak kullanışlı olduğunun anlaşılmasından itibaren köleleştirilmelerine, bu yöndeki uygulama ve anlatılara yönelik tarihsel arka plan çok zengindir. Esir ve kölelerin geride bıraktıkları aile bireylerinin onları kurtarma yolundaki çabaları kapsamlı bir külliyat oluşturur. Elbette yavrularını yaban ellerden kurtarmak için uğraşıp didinen annelerin gayreti ayrı bir ilgi konusudur. Toplumsal kademelerde geride bulunan kadınlar, çocuklarını kurtarma faaliyetlerinde en önde yer alabilmektedir. Avrupa ülkelerine esir düşmüş Osmanlıların kurtarılmasında da yıllar süren mücadelelere girmekten hiç çekinmezler.
Doğu ve Batı dünyasında esirleri geçim kaynağı olarak gören odakların geliştirdikleri yöntem, her esir için toplumsal statülerine, mali durumlarına göre belirlenen kurtuluş parasının (fidye-i necat) ister esirin kendisi, isterse ailesi veya kefilleri tarafından ödenmesinin sağlanmasıydı. Esirin bu parayı temin edebilmesi için ailesine, yakınlarına veya bizzat Osmanlılar için Divan-ı Hümayun’a müracaat etmelerine, arzuhal göndermelerine izin verilirdi. Böylelikle arşivlerimizde çok miktarda esir arzuhalleri birikti.
Bunlar üzerine yetkin bir makale ortaya koyan Uğur Demir, Venedik Arşivi’nden de bazı örnekleri göstermiştir. Osmanlı Arşivi’nin bilgisayar sorgusunun dışında kalan, sadece uzun ve meşakkatli bir tarama süreci sonunda ulaşılabilen Osmanlı klasik çağının Bab-ı Asafi ve Defteri tasniflerinde araştırılmayı bekleyen onbinlerce belge arasında çok sayıda esir arzuhali bulunuyor.
Bu tür belgelerin birinde, Marsilya’da esir olan oğlu Ahmet’in kurtarılması için Halepli Fatma Hatun’un gösterdiği çabanın izleri görülüyor. Halep’ten kalkıp İstanbul’a gelen ve Sadaret’e başvuran Fatma Hatun’un arzuhalini ana hatlarıyla özetleyen sadaret tezkiresi Avrupa’daki Türk esirlerine dair önemli bilgiler sunmaktadır.
Halepli Fatma Hatun’un oğlu Ahmet, bir Yeniçeri olup 39. Cemaat yoldaşlarındandır. Esir olup Fransa’nın Marsilya şehrinde Mosi Decsan adlı kaptanın beylik çektirisinde tutulmaktadır. Muhtemelen gemide kürekçi (forsa) olarak çalıştırılıyordu. Sonradan ismi değiştirilip, çektiri esirleri defterinde Trabluslu Mustafa Ali ismiyle kaydedilmiştir. Esirlere verilen ve marka denilen numarası 6692’dir. Bu bilgilerin yer aldığı iki adet mektup, Esir Ahmet tarafından yakınlarına ulaştırılması için yazılmış, aynı çektiride esir iken esaretten kurtulan ve Uzunçarşı’da (Bugünkü İstanbul-Kapalıçarşı) dükkan işleten Beşikçi Ahmet Beşe’ye gelmiş (Ahmet Beşe’nin belki yanında getirdiği bu mektupların şimdilik Arşiv’de izine rastlayamadık, sadaret tezkiresindeki metin özeti ile yetiniyoruz). Fatma Hatun’un oğlunun durumunun sorulmasını talep ettiği Ahmet Beşe sadrazamın huzuruna getirtilir. Sorgusunda mektubu doğrular ve “ismi Ahmet olduğu halde sonradan niçin Mustafa olmuş” denildiğinde “Fransalının Ahmet ismini sevmediğini, Marsilya’ya Trablus esirleriyle birlikte ulaştığından Trabluslu olarak kaydedildiğini” söyler.
Tarihsiz olan bu belge, arşiv tasnif heyeti tarafından tahminen Hicri 1000 (Miladi 1591-1592) yılına tarihlenmiştir. Bu tarihin belirlenmesinde hangi kıstasın esas alındığını bilmiyoruz; tezkirede yer alan “Ösek senesi” ibaresinin esas alındığını zannediyoruz. Osmanlılar kendileri için önemli bazı tarihî olayların zamanını, bu şekilde Ösek senesi, Varadin senesi, Zenta senesi gibi milatlarla anarlar. Ancak bu yıllarda (Hicri 1000/Miladi 1591-1592) “Ösek senesi” olarak adlandırılmayı hak edecek bir olay kayıtlarda gözükmemektedir. Günümüzde Hırvatistan’a ait olan Ösek/Ösiyek şehrinin, Mohaç Bozgunu ardından 1687’de Osmanlıların elinden çıktığı dikkate alınırsa, belgedeki “Ösek senesi” tabirinin bu yıla aidiyetini ve Fatma Hatun’un yeniçeri oğlu Ahmet’in bu tarihte esir olduğunu düşünebiliriz.
Bu veriyi destekleyebilecek ayrı bir kaynağımız daha mevcuttur. Salvatore Bono’nun Yeniçağ İtalya’sında Müslüman Köleler adıyla dilimize çevrilen kitabında, Marsilya’da Fransa Kralı’nın donanması için 1685-1693 arasında İtalya’dan satın alınan kölelerin listesi verilmiştir. Belgemizde “çektiri esirleri defteri” adıyla geçen kayıt defterinin, aynı veya bir benzeri olduğunu düşündüğüm, Toulon Limanı Arşivi’nde saklanan iki adedi tespit edilmiş.
Bu defterlere her kölenin adı, yaşı, geldiği yer ve bazı belirgin özellikleri ya da tanınması için özel bilgiler kaydediliyordu. Her kölenin adı, yaşı, geldiği yer ve tanınması için özel bilgilerin kaydedildiği bu defterlere, 9 Eylül 1689’da Marsilya’ya getirilen 9 köle, 4735-4743 numaraları altına kaydedilmiş. Bu sayılar bizim belgemizde de “marka” adı verilen sayılar olmalı. 20 Ocak 1693’te gelen 11 kölenin aldığı numaralar da 6294-6304 aralığında. Esir Ahmet’in markası 6692 olduğuna göre 1696- 1697 tarihlerinde Marsilya’ya getirilmiş olması muhtemeldir. 1687 yılında esir düştüğünü varsayarsak, Marsilya öncesi 10 yıl boyunca kimbilir nerelerde, hangi zindanlarda kalmış, hangi gemilerde çalıştırılmıştır. Bu devirlerde 20-30 yıllık esaret müddetlerine çok sık rastlanır (Frengistan’da 40 yıldan fazla süren esaretten kurtulup memleketi olan Sinop’un Boztepe köyüne dönebilen Yakup’un esaret süresi, tespit edebildiğim en uzun esaret süresidir.-BOA, A.DVNS.MHM.d, 91/312).
1683 Viyana Kuşatması’nın ardından 1699’da Karlofça Antlaşması ile sonuçlanan uzun bozgun yıllarında, Osmanlılar binlerce şehit, kayıp ve esir vererek Macaristan’dan sökülüp atıldıklarında geride bıraktıklarıyla uğraşabilecek durumda değillerdi. Esirlerin kendi imkanlarıyla kurtuluş yolu aramaktan başka çareleri yoktu. Fidye ödeyebilenler ödedi, kaçabilenler kurtuldu. Devletlerin bazı antlaşmalarla mübadele ettikleri az sayıda esir de memleketlerine dönüp, ana-babalarına, evlatlarına kavuştu. Büyük çoğunluğu “kâfir illerinde” tersanelerde, zindanlarda can verdi. Kimisi de tercihine zorlandığı kılıç veya din değiştirme şıklarından birini seçti.
Fatma Hatun, çocuğunu esaretten kurtarılmak için çabalayan Osmanlı kadınları arasında tek değildir. Daha nice kadın, evlatları için uzun mücadelelere girişmekten çekinmemiştir. Bilhassa Osmanlı, ATASE, Kızılay Arşivleri; Osmanlıların özellikle 10 yılında, çocuklarını kurtarabilmek için çaba gösteren anaların, kurtarılmak isteyen evlatların arzuhalleri ile doludur.
1 BELGENİN BELGESİ
Halepli Fatma Ana’nın oğlunu kurtarma mücadelesi
Muhtemelen 1687 tarihli mektup, esir düşmüş ve Fransa’nın Marsilya şehrinde bulunan oğlunu kurtarmak için Halep’ten İstanbul’a gelip dilekçe veren annenin mücadelesini belgeliyor.
“İşbu iki kıt’a mektubu veren Halepli Fatma nâm hatunun takriridir.
Otuz Dokuz Cemaat yoldaşlarından oğlu Ahmed nâm yeniçeri Françe vilayetinde Marsilya şehrinde Mosi Decsan nâm kapudan yedinde olan mîrî çekdiride esirdir. Ösek senesi esir olmuştur. Sonradan ismi tebdil olunmağla zikrolunan çekdiri esirleri defterinde Mustafa Ali Trabluslu deyü yazılmıştır. Ve marka tabir olunan nişanesi 6692 rakamı şeklindedir. Bu nişane ile bulunur. Ve bu mektuplar zikrolunan çekdiri esirlerinden olup bundan akdem halas ve hâlâ Uzunçarşı’da dükkanı olan Beşikçi Ahmed Beşe’ye gelmiştir. Oğlumun zikrolunan vech üzere keyfiyetini mezbur Ahmed Beşe bilür deyü takrir ve hulasasında himmet-i aliyyelerin rica ederim deyü arz niyaz eder. Mezbur Ahmed dahi getirtilip istintak olundukta ol dahi mezbure hatunun vech-i meşruh üzere olan takririni tasdik etmiştir. Ve ismi Ahmed iken sonradan niçin Mustafa olmuş deyü sual olundukta Ahmed ismi zikrolundukça Françelü hazzetmezler imiş ve Trablus esirleriyle maan varmağla Trabluslu deyü onun içün yazılmış deyü cevap eder.”
BİR ‘HAKİRÜ’L FAKÎR’İN ÇIĞLIĞI
Esir Abdullah’tan annesine: Beni kâfir elinden kurtarın!
Belgrad Kalesi’nde esir Abdullah’ın, Tekirdağ’daki annesi Gülşah Ana’ya ulaştırılmasını istediği, 1512’ye tarihlenen sade Türkçe, içli mektubu o devrin sesini günümüze taşıyor.
“Gülşah Anam Hazretleri mükerrem
Seyyide, saliha, müşfika, iki gözüm nuru ve gönlüm süruru ve devletim valide-i muazzama ba’de’s-selam malum ola kim şimdiki halde eğer benim halim sorarsanız be-gayet halim yaramazdır. Boynumda zincir, ayağımda demir, Beligrad Kalʻası’nda tutsağın. On bin akçeye baham kestiler. İmdi her kim bu benim mektubum görür canı ve teni tutsaklıktan Hak Teâlâ saklaya âmin ya Rabbe’l-alemîn. Anam hod bir dermansız fakîre karıdır. Babam öleli yirmi beş yıldır. İmdi bu kadar akçeye meğer beni devletliler esirgeye. Anam hazretlerine sadakalarından vereler. Ben miskin bu kâfir elinden kurtara. Baki ne diyelim… Meded Muhammed ümmeti.
Hakirü’l-fakîr Abdulla[h] ?
Mektubun arka yüzü: “Tanrı rahmet eylesin ol kişiye bu mektup Tekirdağı’nda … Gülşah anaya vere”.
[TSMAe, 968/88]