0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Çanakkale Boğazı’nın tarihi dünya tarihini belirlemiştir

Türkiye hızlı örgütlenmeyi, direnmeyi Çanakkale’de öğrendi. ustafa Kemal’den başçavuşa, sağlık hemşiresine, tabur imamına kadar bu düzen intikal etmiştir. Bu çok hayret verici ve hayranlık uyandırıcı bir haldir. Türkiye bu savaşla birlikte bir vatan savunması bilincine girmiş, ulus kenetlenmiştir.

Türkiye coğrafyasının en ilginç kesimlerinden birincisi tabii Boğaz­lar’dır. Bunlar temelde Kara­deniz’le Akdeniz’in birleşme­sinden meydana gelir. Fakat jeolojik teorilerin çeşitliliği içinde, bizim bu dalda egemen fikirleri olan bilginimiz, ulus­lararası uzmanımız Celal Şen­gör’ün açıklamalarınıı esas almak durumundayım. Buna göre Karadeniz, çok eskiden bir su birikintisi olarak var­dı. Fakat bugünküne göre çok basıktı. Bu ilk defa buzulların erimesi, deniz seviyesinin çok yükselmesi dolayısıyla bir de­ğişime sebep oldu.

Siperlerde büyük direniş Çanakkale kara muharebelerinin kazanılmasında, özellikle bölük, tabur hatta alay komutanlarının bizzat ateş hattında askerin yanında bulunmaları tayin edici rol oynadı.

Tufan hikayelerine falan bağlamıyorum. Aşağı yukarı MÖ 9000 seneleri diye verili­yor bu tarih. Yazı yok ortada ama tarihî bir çağ sayılabilir. Karadeniz’in altındaki bölge­de bir akarsu vadisi vardı. Bu akarsu vadisi, aşırı bir şekilde tahaccüme uğradı; kuzeyden tuzsuz su Karadeniz’e akıyor­du. Bunlar Karadeniz’in tuz miktarını düşürüyordu (bin­de on sekize kadar) ve o faz­la suyun Marmara’ya gitmesi gerekiyordu. Dolayısıyla, İs­tanbul Boğazı da bu tahaccü­mün sonucunda bir akıma uğ­radı. Marmara’dan gelen tuzlu suyla, buradan gelen az tuzlu suyun, ayrı ayrı altlı üstlü ak­ması, mevcut akıntıları mey­dana getirdi.

Dolayısıyla trafik bakı­mından, kullanım bakımın­dan hem kolaylıklar, hem de güçlükler arz eder Boğazlar. Bizim İstanbul Boğazı, bili­yorsunuz, en yakın iki yakası Rumeli Hisarı ile Anadolu Hi­sarı arası 600 küsür metredir. Yani çok yakındır birbirine, bir yüzme boyudur. İstanbul çocukları ilk büyük yarış ve denemeyi orada yapardı. Bu­gün bu pek mümkün değil ar­tık, geçen tankerler ve kirlen­me yüzünden.

Buna karşılık Çanakkale Boğazı gene aynı şekilde izah edilmesine rağmen, uzunluk bakımından İstanbul Boğa­zı’nın iki mislidir. Yer yer 3 km’yi bulur genişlik ve derin­likler vadinin uygun yerin­de, ortadaki kırılmanın uygun yerlerinde 100 metreye kadar gider. Bu bakımdan Çanakka­le Boğazı, İstanbul Boğazı’nın aksine büyük gemilerin trafi­ğine açıktır.

Hem bizim tarihimiz hem dünya tarihi bakımından, Ça­nakkale Boğazı’nın antik dö­nemden bu yana uzanan tarihi, dünya tarihini de belirlemiş­tir diyebiliriz. Yakın tarihteki dönüm noktalarından 1. Cihan Harbi’ni anlamak için de Ça­nakkale’yi anlamak şarttır.

İlber Ortaylı 1. Dünya Savaşı sırasında yayınlanan Harp Mecmuası’nda, Çanakkale şehitlerinin (“Yaşayan Ölüler”) resimleriyle anıldığı sayfayı inceliyor.

1915 Mart’ında İtilaf Dev­letleri koca zırhlılarıyla Bo­ğaz’ın iki tarafını bombala­yarak Marmara’ya çıkabile­ceklerini, İstanbul’u teslim alabileceklerini düşündüler. Bir iki istisnayla, bütün kur­may heyetleri de buna inanı­yordu. Bunlar gerek Balkan Savaşı’ndaki hezimetten ge­rekse hem 1. Kanal Harekatı hem de Sarıkamış’taki dağıl­madan sonra, Osmanlı ordu­sunu küçümsüyorlardı.

Aslına bakarsınız Balkan Savaşı’ndan perişan çıkmış ordunun durumu da gerçekten pek içaçıcı değildi. Teçhizat bakımından, modern savaş do­nanımı bakımından fevkalade yetersizdi. Ayrıca eski ekol pa­şaların çoğunluğu yeni tip har­bi bilmiyordu. Gerçi bu han­dikap İtilaf kurmayları için de geçerliydi. 1. Cihan Harbi iki tarafta da genç subayların par­ladığı bir savaş oldu.

Parasını verdiğimiz, üstelik milletten toplanan
bağışlarla sipariş edilen iki savaş gemimiz (Sultan
Osman ve Reşadiye zırhlıları), İngilizler tarafından
teslim edilmedi; üstelik aldıkları parayı de geri
vermediler. Tam bir haydutluk. Bunun yarattığı
aksülameli düşünün

Harbe girmeden önce, Ba­tılı devletler savaş endüstri­siyle harikalar yarattılar ken­dileri açısından. İngilizler hem kendi yapacağını yaptı, hem de bizim ısmarladığımız zırhlıları dahi gasbetti. Ameri­ka sanayideki devamlı ham­lelerle ilerledi. Hatta Rusya bi­le kendi zırhlılarını inşa etti. Eh, Almanya ve Avusturya da boş durmadı. Bu sonuncuların desteğiyle, Türk Ordusu’nun savunması için Çanakkale’de­ki Çimenlik Kilidülbahir gibi mevzilerdeki savunma kuv­vetlendirildi. Anadolu yakası, Rumeli yakası, Gelibolu teçhiz edildi. Böylelikle İtilaf gemi­lerinin geçeceği rotalar ateş mevzii altına girdi.

Çok yakın zamana kadar bir teori vardı bizde; efendim, 18 Mart’ta Nusrat mayın ge­misinin döşedikleriyle yabancı donanmalar ağır yara aldılar-ki bu doğru- ve ondan sonra çok kolay bir şekilde bu deniz savaşı kazanıldı, kara savaşıy­la da bu tamamlandı. Bu ise o kadar doğru değil. Çünkü do­nanmamızın durumu gerçek­ten çok ağır. Yani Balkan Sava­şı’nda bu donanımsızlık görül­müş. Birinci Cihan Savaşı’na da deniz kuvvetleri maalesef kara ordusu kadar iyi hazırla­namadı. Balkan Savaşı’ndan sonra Türkiye’de kara ordula­rında ve komuta kademesinde ciddi reformlar yapılmıştı.

Alman Bahriyesi de 1. Ci­han Harbi’nde hiç de kuvvet­li değildir. Bunu da söylemek lazım. Denizaltıları da hiç­bir şekilde denizaltı savaşının başladığı 1. Cihan Harbi’ne uygun şeyler değildi. Tabii bir işe yaradılar ama, İngiliz-A­vustralya denizaltılar İstan­bul’a kadar girdi. Alman Deniz Kuvvetleri’ndeki müşavirler, kara ordusundaki komutanlar kadar, müşavirler kadar Türk­lerle diyalog kuramadıkları için başarısız adamlar olarak görülmüşlerdir. Bunlara pek itibar edilmemiştir.

Başka bir mühim mese­le, bizim donanma konusunda yaşandı. Bizim başımıza geleni biliyorsunuz, resmen dolan­dırıcılık. Parasını verdiğimiz, üstelik milletten toplanan ba­ğışlarla sipariş edilen iki savaş gemimiz (Sultan Osman ve Reşadiye zırhlıları), İngiliz­ler tarafından teslim edilmedi; üstelik aldıkları parayı de geri vermediler. Tam bir haydut­luk. Bunun yarattığı aksüla­meli düşünün.

Dar alanda omuz omuza Muharebeler sırasında, Arıburnu sektöründe karşılıklı mesafesi 8-10 metreye kadar inen ön siperler, Çanakkale vuruşmalarının benzersiz özelliklerindendi.

Zaten Almanya’ya yönel­me de bazılarının teklifiyle güç kazandı. İstanbul’daki Al­man Büyükelçisi Wangenhe­im bile istemiyordu Türkleri. Hatta Kayzer kendisini haş­ladı, “gidip de orada dedikodu yapma, biz seni Türkiye’de iyi ilişkiler için tutuyoruz” diye. Almanların çoğu, özellikle do­nanma kurmayları da Türk­leri istemiyordu. İsteyenler tamamiyle von der Goltz gibi, eski büyükelçi Baron Marsc­hall von Bieberstein gibi ge­nelkurmayda Türk ordusunu yakından, içerden tanıyanlar. Avusturya tarafında da öyle. Buradaki askerî ateşe General von Ponyatovski gibiler des­tekliyor.

Şimdi 18 Mart’tan sonraki safhaya geçelim. İtilaf karada da umulmadık bir şekilde mu­kabele gördü. Zannediyorlardı ki, biz bunları vururuz geçeriz. Öyle bir şey olmadı. Karada ordu çok dirençliydi. Komu­tanların neredeyse hepsi genç nesilden, iyi yetişmiş askerler­di. Bunların bir bölümü baş­tan beri savaşı istemiyordu; Almanları ise hiç istemiyor­du. Fakat girdikten sonra da işi götürdüler. Bunlarda mevzi terketme diye bir şey yok. Ölü­müne savaştılar.

İstanbul Boğazı’nın tersi­ne Çanakkale Boğazı’nın irti­fası fevkalade yüksektir. Yani hem derinlik, hem de irtifa yüksek. Özellikle Rumeli ya­kasındaki Kilitbahir Plato­su’na hakim olmadan bura­daki mücadeleyi kazanma­nın imkanı yok. Bunlar Queen Elizabeth gibi yüzenkale, o vakte kadar görülmemiş ge­milerle, “biz arkada destekli­yoruz, siz önden saldırın” zih­niyetinin kurbanı oldular.

1915 Mart’ında İtilaf
Devletleri koca zırhlılarıyla
Boğaz’ın iki tarafını
bombalayarak Marmara’ya
çıkabileceklerini,
İstanbul’u teslim
alabileceklerini
düşündüler. Bir iki
istisnayla, bütün kurmay
heyetleri de buna
inanıyordu. Osmanlı
ordusunu
küçümsüyorlardı

Bir anlamda Fransız-İngi­liz gerginliği de Çanakkale’de başlamıştır. Amirallik Birinci Lordu, yani dönemin İngiliz Bahriye Nazırı Churchill de bir hayli sarsıldı bu Çanak­kale seferinde. Çanakkale, Churchill’in kendi ifadesiyle, 20 yılına mal olmuştur poli­tikada. Fena halde bir darbe yemiştir. Fakat üstüne Kuttü­lamara’da çok daha büyük bir darbe yedi Britanya. Çünkü çok uzun bir savaş, kendile­ri açısından yüz kızartıcı de­meyeyim ama, hayli utandırı­cı bir kuşatma ve teslimiyet­tir Kuttülamara. Onu da ümit ederim, bu Nisan ayında konuşacağız.

1916’nın başında, yani tam 100 sene önve bugünlerde Bri­tanya ve müttefikleri Gelibo­lu Yarımadası’nı terketti. Bir sabah kalkıldığında artık top sesi duyulmuyordu, sükûnet gelmişti. Çanakkale zaferi ka­zanılmıştı. Büyük bir moral verdi tabii Türkiye’ye bu. Hal­buki harp büyük bir tahribat yaratmıştı.

Türkiye hızlı örgütlenme­yi, direnmeyi Çanakkale’de öğ­rendi. Bütün şark dünyası da bizi örnek almıştır. Efendim bu kurmay subaydan başlı­yor, neredeyse tümene komuta edenden başlıyor -işte Musta­fa Kemal kurmay yarbay, tü­men komutanı, başçavuşa ka­dar- üniversitedeki hekim ho­cadan -o da gitti çünkü- sağlık hemşiresine, tabur imamına kadar bu düzen intikal etti. Bu çok hayret verici ve hayranlık uyandırıcı bir haldir. Türkiye bu savaşla birlikte artık bir va­tan savunması, bir yurt savun­ması bilincine girdi. Ulus çok önemli ve zor zamanlarda bir­birine kenetlendi.

(İlber Ortaylı ile yapılan söyleşiden derlenmiştir.)

Kurşununuz yoksa süngünüz var Osmanlı ordusu Çanakkale’de silahmühimmat kalitesi ve sayısı açısından İtilaf Devletleri’ne kıyasla çok dezavantajlıydı. Cephe gerisinde silah bakımı…

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler