Servet-i Fünun’un büyük kalemi Cenab Şahabettin, eşi benzeri olmayan bir “kuyumcu”, bir söz büyücüsüydü. Mağrur bir tavırla “düşman”larıyla alay etti; özellikle de Şinasi’nin tohumunu attığı “sade dil” yanlılarına ironi dolu oklar fırlatmayı sürdürdü. Bugün okunmuyor. Okunmamasının birincil nedeni okunamaması: Bir avuç okurun sökebildiği bir dil -daha doğrusu bir “zümre dili”nin en uca taşınmış hali.
Fotoğrafa, resme, çizgiye, hareketli hareketsiz görüntülere, sözün özü İmge’ye gözlerimi dikip bakmaktan vazgeçemiyorum: Görünenin arkasındaki görünmeyen kadar, belki ondan çok yeterince görünmeyen mıhlıyor beni imgelere: Sanki ben birşey söylemesem, baktığım, bakakaldığım öteki şey eksik kalacak.
2017 yazı, tatilin tenhalaştırdığı şehrin bir köşesindeki kahve masasında bir başıma oturmuş, günışığı altında, çantamda taşıdığım siyah-beyaz, yaklaşık 80-90 yaşlarında bir fotoğrafa bakıyorum -basıldığı zeminde (Yeni Adam dergisinin 1932 tarihli bir sayısı) fonu enikonu karanlıkta kalmış (belki de geçen zaman içinde daha da okunaksızlaşmış) fotoğrafta Cenap Şehabettin, yazı masasından objektife bakıyor, dolayısıyla yalnızca “büst”ü görünüyor.
Elhân-ı Şitâ
Cenab Şahabettin’in Elhân-ı
Şitâ şiirinden bir kısım:
Sen açarken çiçekler
üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Na’şın üstünde şimdi, ey
mürde,
Başladı parça parça pervâze
Karlar ki semâdan düşer
düşer ağlar.
Bir an başımı kaldırıyorum, karşımdaki görüntünün (bir sokak kesiti ve ufarak bir park) içinde bir boşluk, bir bulanıklık alanı yaratarak düşünüyorum: Şu anda, yeryüzünde, benden başka Cenab’ı aklından geçiren biri var mıdır?
Şüphesiz “yoktur, olamaz” türünden bir kesinlik arayışına sapmak en hafifinden saçmalık olurdu; akademik gerekçelerle şairin yapıtı üzerinde konaklayan araştırmacılar, öğrenciler düşünüyor, arıyordur onu herhalde -gene de, neresinden bakılsa, bir avuç meraklı sözkonusudur olsa olsa.
Cenab’ı bu kadar tenha bırakan tercihleri miydi, yazgısı mı? Edebiyat tarihi, bir “disiplin”den sözediyorum, onu döneminin majör bir şairi olarak anıyor, konumluyor. Yaşarken de öyle görülmüş. Bugün okunmadığını biliyoruz (1984 İstanbul Üniversitesi yayını Bütün Şiirleri bir daha basılmadı). Okunmamasının birincil nedeni okunamaması: Bir avuç okurun sökebildiği bir dil -daha doğrusu bir “zümre dili”nin en uca taşınmış hali.
★ ★ ★
Edebiyat-ı Cedide’nin dört atlısı, Servet-i Fünûn dönemine ve uzantısı Fecr-i Âti hareketine uzanan çizgide, modernleşme hazırlığıyla Batılılaşma sürecinin atbaşı ilerleyişinde etkili olmuşlardı: Fikret ve Cenab şiirde, Halid Ziya ve Mehmet Rauf nesirde önü çekiyorlardı. Fikret erken yaşta öldü; Osmanlıların çöküşüne tanık olmuştu, cumhuriyete geçişe yetişemedi. Cenab’ın ölüm tarihi 1934, Mehmed Rauf’unki 1931, Uşaklıgil’inki 1945; onlar Cumhuriyet’in hızlandırdığı kültürel dönüşümle, bunun Dil ve Edebiyat alanında yaşanan altüst oluşla yeni kipsellikler yaratmasına tanık oldular.
Bir tek, o da belli ölçüde, Halid Ziya’nın dönüşüme uyum sağlayabildiği söylenebilirdi: Yapıtını okunabilir hale getirmek için çaba gösterdi son döneminde, gelgelelim hayatını düpedüz kıran bir olay, oğlunun intiharı küstürdü onu. Mehmed Rauf da tökezleyerek tamamlamıştır yaşamını. Cenab’a gelince… 12 Şubat 1934 günü şehre çöken ve herşeyi sekteye uğratan kalın kar örtüsü en yakınlarının bile cenazesine katılmasını engellemenin ötesinde, şiirinden çıkarak son on beş yılını neredeyse kaybolmuşçasına geçirmesine yolaçan bir işaret gibiydi. Edebiyatımızda hiçbir şair var iken bu kadar yok olmamıştır.
★ ★ ★
Yahya Kemal-Hâşim ikilisinin taç giyeceği dönemi önceleyen çeyrek yüzyılın, yolaçıcılığı üzerinde durulan Hâmid’i ayırırsak, iki şiir kutbunu Fikret-Cenab ikilisi oluşturmuştu. Öylesine kalıcı bir utku sayılmıştı ki çıkışları, kimsenin aklından 1920’li yılların başında Cenab’ın anakronik konuma düşeceği geçmiş olamazdı. Başta yoldaşları Fikret ve Halid Ziya, ölçüsüz övgülerle doruğa tırmandırmışlardı şairi. Servet-i Fünun dergisinde, özellikle Paris dönüşü yayımlamaya koyulduğu şiirler enikonu tepki doğurmuştu gerçi; ama her “yeni”liğin yarattığı kırılgan dalgalar olarak nitelenen karşı hamleleri, yandaşlarıyla birlikte bertaraf etmekte zorluk çekmemişti. Eşi benzeri olmayan bir “kuyumcu”, bir söz büyücüsüydü edebiyatın yüksek tabakasındaki hemcinslerinin gözünde; mağrur bir tavırla “düşman”larıyla alay ediyor, özellikle de Şinasi’nin tohumunu attığı sade dil yanlılarına ironi dolu oklar fırlatmayı sürdürüyordu. Nesirlerindeki üslûbu da yere göğe koyamadıkları görülür: Halid Ziya, bu alanda ondan bir devrimci yontacak ölçüde övgüsüne sınır tanımamıştır.
Tepkilerin ve yüceltmelerin çakıştığı konu, şiirlerinde kullandığı dilden geliyordu Cenab’ın: Yunus Kâzım kimi “garip tabirler, uydurma sözler, fazla alafrangalık, hattâ filan veya falan şairden intihaller” diye özetler genel kanıyı. Bütün Şiirler’in imzasız sunu yazısında “Cenab’ın müsveddeleri arasında, günlük dilde kullanılmayan kelimelerle dolu defterler vardır” saptamasının ardından, az ileride, “başvurduğumuz hiçbir lügatta bulunmayan bir takım kelimeler” kullanmış olduğundan sözedilir ve eskilerin bu eğilimi garabet olarak tanımladıklarına dikkat çekilir.
Cenab Şahabettin
Osmanlı Devri’nin son döneminde Edebiyat-ı Cedide’nin başta gelen iki şairinden biri olan Cenab Şahabettin 1919’dan itibaren sessizliğe bürünmüş ve 1934’ün Şubat ayında hayata gözlerini yummuştu.
★ ★ ★
Önce ama, birçok yaşamöyküde karşımıza çıkan, gerçek ile rivayetin başbaşa kaldıkları satranç tahtasına bakılmalı. Cenab, farklı kaynaklar farklı tarihler veriyor gerçi, 1889’da askeri tıbbiyeyi bitirdikten sonra, cilt hastalıkları üzerine ihtisas yapmak amacıyla 1890 yılında gönderildiği Paris’te üç (dört?) yıl kaldı. “Cenab Paris’te bulunduğu dört yıl içinde Fransız şair ve muharrirleri arasına karışmış olduğu” görüşünün neye dayandığını bilmiyorum; bu doğrulanmamış “bilgi” Cenab tarafından yayılmış olabilir. Sonuçta “kim”lerin arasına karışmış olduğuna ilişkin hiçbir kayıt yok elimizde -kendi sözleri, yazıları dahil. Bir mektup dışında: Arkadaşına, Verlaine’in şiirlerini çok sevdiğini, Mallarmé’ninkileri ise hiç anlamadığını yazmış.
Garabet belki de burada: Mithat Cemal’in deyişiyle “tek taşlar gibi pahalı kelimeler seçen” Cenab, Verlaine’in sade dilli şiirinden çok Mallarmé’nin tektaşlardan örülü Poésies’sinin (Bir Zar Atımı henüz yayımlanmamıştı ya, yayımlandığında bizde ilk gören acaba kim olmuştu ve ne zaman!) yakınındaydı, seçtiği yol düşünülürse. Şu farkla: Sözcüklerden kelime avlamıyordu Mallarmé, anadilinden uzaklara doğru sefere çıkmıyordu.
Hüseyin Cahit’in biraz saf biçimde söyledikleri önemli: “Cenab’ın, Fikret’in Arapçaları -maatteessüf- kuvvetli olduğu için, öteden beriden bulup (abç) yeni kelimeler çıkarırlardı. Biz de, geri kalmayalım diye, yenilerini aramaya mecbur olurduk”. Ruşen Eşref’le söyleşisinde öldürücü yargısını getirir: “Herhalde, her aklı başında insan şunu kabul eder ki: Artık ne bir Cenab’ın, ne bir Süleyman Nazif’in üslûbu, o terkipleriyle istikbâle hakim olamaz; hâkim olmak şöyle dursun, istikbâle geçemez bile”.
84 yıl geçmiş ölümünün ardından.