Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 20 Nisan 1924’te kabul edilen anayasa, ulusal egemenlik rejimini hedefleyen ve 5 yıldan biraz uzun süren “devrimsel” bir mücadelenin meyvesiydi. Bununla birlikte bir tek parti sultasını dayatmıyor, liberal bir nitelik taşıyordu. 1924/1928’deki değişiklikler de hem şeriat hükümleri kaldırıldı hem kadınlara seçme-seçilme hakkı tanındı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası 100 yıl önce, 20 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Böylece yaklaşık bir buçuk yıldır sürmekte olan bekleyiş de sona ermiş oldu. Bilindiği gibi, saltanatın kaldırılacağının anlaşıldığı 1922’nin Ekim ayı sonlarından itibaren, aydın kamuoyu yeni bir anayasa beklemeye başlamıştı. 1923’te, 2. TBMM için seçimlere gidildiğinde ise yeni anayasa beklentileri basında iyiden iyiye dile getirilir olmuştu. Ayrıca, o dönemde Mustafa Kemal Paşa’nın yakınlarından birçok kişiyi kapsayan bir çalışma grubu oluşturduğu, bu grubun da yeni bir anayasa üzerinde çalıştığı duyulmuştu.
Yeni Meclis, açıldıktan kısa bir süre sonra, 23 Ağustos’ta 15 milletvekilinden oluşan Kanûn-ı Esâsî Encümeni’ni (Anayasa Komisyonu) seçti. Encümen’in yeni bir anayasa hazırlamak üzere hemen çalışmaya koyulduğunu biliyoruz. Ancak Mustafa Kemal Paşa, yeni anayasa çalışmalarına büyük bir ilgi göstermekle birlikte, içinde halifeliğe yer olmayan bir cumhuriyet anayasasının TBMM’de üçte iki çoğunluk sağlayamayacağını da öngörüyordu. Bu durumda önce devletin biçimi belirlenecek, sonra anayasa yapılacaktı. Dolayısıyla, TBMM’deki anayasa çalışmaları bir müddet kapalı kapılar ardında kaldı.
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra konu epey canlandı ve Meclis’te bazı görüşmeler yapıldı. Hatta 1923 Kasım sonlarında yeni bir Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu taslağı 3 milletvekili tarafından Meclis’e sunuldu. Anayasa Komisyonu’na havale edilen taslak, burada kabul görmedi. Ancak, halifeliğin ne olacağına ilişkin tartışmaların alevlenmesi anayasa konusunun bir süre daha rafa kaldırılmasına, daha doğrusu Meclis İçtüzüğü’ne ilişkin bir dizi usul tartışmasıyla sınırlı kalmasına neden oldu. Sonuçta halifelik 3 Mart 1924’te kaldırıldı. Bu tarihten 6 gün sonra ise, TBMM yeni anayasa maddelerini görüşmeye başlayacaktı.
2. TBMM’nin alışılageldik bir yasama meclisi olduğu, yani kurucu meclis olarak seçilmediği gözönüne alındığında, anayasa yapmaya girişmesinin “devrimsel” bir etkinlik sayılabileceği ileri sürülebilir. Ancak, tıpkı 1909’daki anayasa değişikliklerindeki gibi, eldeki 1876 Kanun-ı Esâsîsi’yle 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiyye Kanunu’nu yeniden ele aldığı; dolayısıyla “devrimsel” olmadığı; zaten yukarıda da gördüğümüz gibi devletin biçiminin daha anayasa yapılmadan belirlendiği de söylenebilir. Öte yandan, anayasa maddelerinin kabul edilmesi için toplam üye sayısının üçte ikisinin değil, toplantı yeter sayısının tutturulmuş olduğu oturumlara katılanların üçte iki çoğunluğunun yeteceğine karar verilmesi de, anayasal teamüllere uymaması bakımından “devrimsel” bir gelişmedir. Özetle söyleyecek olursak, 1924 Anayasası’nın yapılma sürecinin de 1920’den beri gördüğümüz hukukî belirsizlik hâlinin, daha doğrusu fiilî durumun, yani devrimsel dönüşümün bir aşaması olduğu kesindir.
1924 Anayasası’nın ulusal egemenlik rejimini hedefleyen ve 5 yıldan biraz uzun süren “devrimsel” bir mücadelenin meyvesi olması, demokratik bir anayasa olmayışının da gerekçesidir diyebiliriz. Bu Anayasa’yı yapanların siyasal programlarındaki öncelikli konu da zaten demokrasi değil, demokrasinin oluşabilmesini sağlayacak bir ulus-devletin çeşitli alanlara yayılan altyapısıydı. Ancak, 1924 Anayasası’nın liberal bir anayasa olduğu da unutulmamalıdır. Nitekim Nisan 1924’te ortaya çıkan düzen, muhalefet partilerinin kurulmasını engellemediği gibi, 1950’de iktidarın el değiştirebilmesini de Anayasa metninde herhangi bir değişikliğe gerek kalmadan mümkün kılmıştır. Başka bir biçimde söyleyecek olursak, 1924 Anayasası bir tek parti sultasının anayasası değildir. Ancak bu önermeyi tersten okuyacak olursak da ilk söylenmesi gereken şey, sadece 1924 Anayasası’na bakarak Türkiye’nin tek parti dönemi siyasal tarihini anlayamayacak olmamızdır. Örneğin ilk iki cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün 1924 ila 1950 arasında Türkiye siyasetinde oynadıkları özel rolün metinsel karşılığını 1924 Anayasası’nda göremeyiz.
Bu karmaşık durum, 2. TBMM’nin zihniyet yapısının sonucudur. Bir yanda siyasal devrimi toplumsal ve kültürel alanlara doğru derinleştirecek güçlü bir yürütme erki oluşturmak isteniyor; diğer yanda da Millî Mücadele’nin ulusal egemenlik ilkesine bağlı kalmak arzulanıyordu. Birlikte ulaşılmaları çok güç bu iki amacın, 1924 Anayasası’nda da “kuvvetler birliği” ilkesinin kabul edilmesiyle bir dereceye kadar elde edilmiş olduğu söylenebilir. Nitekim Anayasa’da cumhurbaşkanına meclisi feshetme yetkisi tanınmamış, buna karşılık hükümeti denetlemeye ilişkin bütün yetkiler meclise verilmiştir. Ayrıca cumhurbaşkanı, meclisten gelen kanunları geri gönderebilecek, ama meclisin son kararına karşı gelemeyecekti. Yani Millî Mücadele döneminin meclis hükümeti anlayışı sürüyor, ama cumhurbaşkanına eskiden TBMM başkanına tanınan haklar tanınmıyordu.
Öte yandan, yeni anayasa her ne kadar yargı bağımsızlığını kağıt üzerinde kabul etmişse de yargıçların kanunlara uygun kararlar vermesini istemiş; dolayısıyla mahkeme kararlarının meclisçe bozulabilmesinin yolunu açarak yargı yetkesini de bir anlamda meclise bırakmıştır. Bu durum özellikle 1950-1960 döneminde siyasetin yargıya birçok defa etki etmesine de neden olacaktır. 1924 Anayasası’nın meclis üstünlüğü sağlamasındaki diğer bir olumsuz etken de, ulusal egemenliğin Millî Mücadele döneminde olduğu gibi TBMM’de tecelli ettiği varsayımıdır (Madde 4: Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır). Atatürk ve İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemlerinde herhangi bir soruna neden olmayan bu özellik, aslında bir meclis çoğunluğu tahakkümüne de imkan tanıyordu ki, 1950-1960 Demokrat Parti (DP) döneminde görülen en ciddî olumsuzluklardan biri de budur.
Geçerliliği 27 Mayıs 1960’ta sona eren 1924 Anayasası’nın en uzun süre yürürlükte kalan anayasamız olduğu söylenebilir. Zira 1876 Anayasası, 1909’un Ağustos ayında tepeden tırnağa değiştirilmiş ve ulusal egemenlik yani meclis üstünlüğü ilkesi benimsenmişti. Günümüze kadar geçirdiği değişikliklerin, 1982’de kabul edilen anayasamızı tanınamaz hâle getirmiş olduğu da aşikardır. Bu açıdan bakıldığında, 1924 Anayasası’nın en az değişikliğe uğrayan anayasamız olduğunu da söyleyebiliriz. Gerçi bunlar çok önemli değişikliklerdi ama, anayasa metninin yalnızca birkaç maddesinde yapılan eklemeler ve çıkarmalar biçiminde ortaya çıktılar. Bunların ilki, 10 Nisan 1928’de yapılmış ve Anayasa’nın 4 maddesinden bazı sözcük ve hükümler kaldırılmıştır. Kaldırılan hükümler, Anayasa’nın 2. Madde’sinde bulunan “devletin resmî dininin İslâm olduğuna” ilişkin kayıt ile 26. Madde’sinde bulunan ve TBMM’nin görevleri arasındaki “ahkâm-i şeriyyenin tenfîzi”ne (şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi) ilişkin kayıttı. Kaldırılan iki sözcük ise, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin görevlerine başlarken ettikleri yeminlerde (Madde 16 ve 38) bulunan “vallahi” sözcüğüdür.
Kimi hukukçu ve tarihçilerimiz, bu değişiklikleri Türkiye’de “laikliğin başlangıcı” olarak kabul eder. Ancak bu doğru değildir. Sözkonusu değişiklikler dinî hükümleri ve göndermeleri çıkarıyor, Türkiye Cumhuriyeti’ni seküler bir devlet yapıyordu. Ancak “laikliğin başlangıcı” olarak 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 2. Madde’sine yapılan bir ekle, “Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” kaydının konmasını esas almamız doğru olacaktır. Bundan 2 yıl kadar önce de, 5 Aralık 1934’te de bir değişiklik yapılmış ve Anayasa’nın 10 ve 11. Maddeleri değiştirilerek kadınlara seçme-seçilme hakkı tanınmıştı.
Öte yandan, 1924 Anayasası’nın ilginç bir “çifte değiştirilme” öyküsü daha vardır. Bilindiği gibi 1930’larda başlayan dilde sadeleşme süreci 1940’larda da devam etmişti. Bu sürecin bir parçası olarak 1924 Anayasası’nın dili 10 Ocak 1945’te tepeden tırnağa yenilendi. Ancak bu durum çok uzun sürmeyecek ve Demokrat Parti iktidarının 24 Aralık 1952’de aldığı bir kararla eski metne dönülecekti.