Türkiye’de iktidarlar, bir güç olarak ortaya çıktığı andan itibaren basını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştı. Ancak bugün gelinen noktanın tek sebebi iktidarların baskısı değildi.
Türkiye’de gazeteciliğin erken dönemlerinde devlet işleriyle basın faaliyetleri birbirinden ayrılmış değildi. Türkçe gazetelerin atası sayılan Takvim-i Vekâyi, 1831’de resmi görüşleri yansıtmak için devlet tarafından kurulmuştu.
Eleştirel duruş sergileyen, bağımsız gazetelerin çıkması için 30 yıldan fazla zaman geçmesi gerekti. İlginç bir biçimde devlet henüz bu gazeteler ortaya çıkmamışken basınla ilgili düzenlemeler yapıp çeşitli kısıtlamalar getirmişti. Muhalefet potansiyeli taşıyan gazetelerin çıkışıyla birlikte, kısıtlamalar ve baskılar arttı. Yönetim bir yandan bu gazeteleri susturmaya, bir yandan da kendine yandaş basın yaratmaya çalışıyordu.
O günden bugüne iktidarlar çeşitli yollarla basını kontrol altında tutmaya, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Bunu kimi zaman ekonomik baskılarla kimi zaman hapis ve sürgün tehdidiyle kimi zaman da maddi çıkar sağlayarak yaptılar. Basına egemen olmak, aynen bugün olduğu gibi dün de iktidar sahipleri tarafından bir hak olarak görülüyordu.
Tek-parti döneminde içişleri bakanlığı yapan Şükrü Kaya 1935‘te, “Her rejim kendisine muvafık (uygun) bir vatandaş tipi aradığı gibi bir matbuat tipi de arar. Bizim aramamız da tabiidir” derken tam da bunu kastediyordu.
Buna karşılık basın, bazen iktidarla tam işbirliği yaptı, bazen zorla boyun eğdirildi, bazen de sesini yükseltti. Aslında basın kuruluşları, iktidar kanadından gelen hamlelere karşı her zaman ortak bir tavır göstermediler. Her dönemde, evrensel meslek ilkelerine uygun gazetecilik yapıp iktidarla arasına mesafe koyanlar olduğu gibi meslek ilkelerinin yakınından geçmeyenler de vardı.
Ancak Türk basınının 1980’den sonraki dönemine baktığımızda, gazetecilik işlevinden gitgide uzaklaşıldığını ve bunun tek nedeninin iktidar baskısı olmadığını görürüz. Basının sermaye yapısındaki değişim ve ardından gelen holdingleşme, medya patronlarının başka sektörlerdeki çıkarlarının gazeteciliğin önüne geçmesi ve daha da önemlisi devletle (ve dolayısıyla siyasilerle) iş ilişkisine girmeleri basını temel işlevinden uzaklaştırdı.
2000’li yıllardan itibaren ise basın-iktidar ilişkilerinde yepyeni bir boyuta geçildi. Yakın dönemde, medya yöneticilerine telefon edip gazetede kullanılan fotoğraftan tartışma programlarının konuklarına, televizyon haberlerindeki altyazının içeriğinden sunucuların kıyafetlerine kadar her şeye karışan bir başbakan tanıdık. 1894’te padişah II. Abdülhamid’e “Siz Allah’ın yerdeki gölgesisiniz” diye telgraf çeken İkdam gazetesinin sahibi Ahmet Cevdet’i bile mumla aratan yandaş medya patronları gördük.
Basın iktidar ilişkilerinin bu dönemi şüphesiz çok daha kapsamlı bir dosyanın konusudur. Biz bu sayımızda, Türkiye’de iktidar-basın ilişkilerinin 19. yüzyıldan 2000 yılına kadar geçirdiği evreleri inceleyip bugünü anlamaya katkıda bulunmak istedik.
1831-1908 TÜRK BASINININ ERKEN DÖNEMİ
Yandaşa destek muhalife köstek
Osmanlı yönetimi basının gücünün farkına varıp İstanbul’daki ilk Türkçe gazeteyi devlet eliyle çıkardığı andan itibaren konuyla çok yakından ilgilendi. Kendi istediği gibi yayın yapan gazetelerden hiçbir desteği esirgemeyen devlet, muhalif basını engellemek için de büyük çaba gösteriyordu.
Osmanlı Devleti, basının öneminin farkına varmaya 1820’li yıllarda başladı. 1821’deki Yunan İsyanı sırasında Yunan bağımsızlığını destekleyen Avrupa basınının saldırgan yayınlarının etkisini gören yönetim, basının gücüyle ilk kez karşı karşıya kalmıştı. Aynı dönemde İzmir’de yayımlanan bazı Fransızca gazetelerin isyana karşı çıkması ve Osmanlı Devleti’ni savunması ise destekçi gazetelerin “faydasını” gösteriyordu.
Bu yıllardaki gelişmeler, devletin görüşlerini yansıtacak bir gazete çıkarma fikrinin olgunlaşmasını sağladı ve 1 Kasım 1831’de II. Mahmud’un fermanıyla Takvim-i Vekayi kuruldu. 1840’ta İngiliz William Churchill’in çıkardığı Ceride-i Havadis yayın hayatına başladı. Ceride-i Havadis’e izin verilirken, bir yabancının çıkardığı gazetenin yabancı ülkeler nezninde daha etkili olacağı düşünülmüştü. Gazete devlet tarafından finanse edildiği için yarı resmi bir nitelik taşıyordu.
Basınla ilgili ilk yasaklar, 1858’de çıkarılan Ceza Kanunu’yla getirildi. Aslında ortada henüz yönetimi huzursuz edecek bir basın yoktu. İstanbul ve İzmir’de, özellikle Kırım Savaşı (1853- 1856) sırasında Fransızca, Rumca, Ermenice, Bulgarca ve Ladino dillerinde yeni gazeteler çıkmıştı ama bunlar da resmi görüş dışında yayın yapmıyorlardı. Buna rağmen devlet basını kontrol altına alma ihtiyacı hissetti. İzinsiz matbaa açanlara, Osmanlı tebaasından olan bir milletin aleyhine yayın yapanlara hapis, para ve matbaa kapatma cezası verilecekti.
21 Ekim 1860’ta, özel sermayenin çıkardığı ilk Türkçe gazete, Tercüman-ı Ahval yayımlanmaya başladı. Gazetenin yayıncısı Agâh Efendi, Paris’te sefaret katipliği yaptığı sırada Fransız gazetelerinin geniş kitlelere ulaşmak için neler yaptıklarını görmüştü. Tercüman-ı Ahval, ansiklopedik bilgiler vermek, daha anlaşılır bir dil kullanmak gibi o dönem için önemli yenilikler olan hamleler yaptı.
Tercüman-ı Ahval özel girişim gazetesiydi ama sahibi Agâh Efendi de diğer gazetelerde çalışanlar gibi devlet memuruydu. Henüz basın faaliyetleriyle devlet işleri birbirinden ayrılmış değildi ve iki işin bir arada yürütülmesi etik bir sorun olarak değerlendirilmiyordu. Gazetecilerin devlet memuru olma sebeplerinden biri, gazete çıkaracak kadar eğitimli kişilerin zaten devlette çalışıyor olmasıydı. Ayrıca gazete çıkarmak para kazandırmıyordu ve gazeteciler memur maaşıyla geçiniyordu.
Türkiye’de fikir gazeteciliğinin öncüsü olan Şinasi’nin (1826-1871), 27 Haziran 1862’de Tasvir-i Efkâr’ı çıkarması basın tarihimizin dönüm noktalarından biri oldu. Eleştirel bir duruş sergileyen ve parlamenter sistemi savunan gazete, padişahın tahta çıkış yıldönümü ve doğum günlerinde övgüler koymayı da reddediyordu.
Efkâr-ı umumiye (kamuoyu) deyiminin de ortaya çıktığı bu yıllarda yönetimden bağımsız bir kamuoyu oluşmaya başlamıştı. Bu durum, 1861’de tahta çıkan Abdülaziz’i basına karşı bir dizi önlem almaya itti ve 1864’te yeni Matbuat Nizamnamesi çıkarıldı.
Nizamnamede hükümetten izin almadan gazete çıkarmak, hükümetten gelen resmi yazıları yayımlamamak, iç güvenliği bozacak kışkırtmalarda bulunmak, genel adaba ve milli ahlâka aykırı yayın yapmak, “hazreti padişahiye saldırı sayılabilecek” yazılar yazmak, dost hükümdarlara dokunacak söz ve deyimler kullanmak, devlet memurları ve yabancı diplomatları kötülemek gibi suçlar ve bunlara verilecek cezalar sıralanıyordu.
1867’de çıkarılan Âli Kararname ile bunlara ek olarak hükümete keyfi davranmayı kolaylaştıran yeni yetkiler verildi. Bunun sonucu çok sayıda gazete kapatıldı, birçok gazeteci mesleğini yapamaz hale geldi. Örneğin, Tasvir-i Efkâr’da “Şark Meselesi” başlıklı bir yazı dizisi hazırlayan Namık Kemal’e (1840-1888) gazetecilik yapmak yasaklandı. Bu karardan sonra Namık Kemal Paris’e gitti. Dönemin bir diğer muhalif gazetesi olan Ali Suavi’nin (1839-1878) Muhbir gazetesi de Mayıs 1867’de kapatıldı. Ancak tüm kısıtlamalara rağmen yeni gazeteler çıkıyordu. Bunun en önemli sebebi, Tanzimat’tan sonra kurulan modern okullardan mezun, dinamik aydınların kendini ifade etme arzusuydu.
Sansürün ilk kez resmileştiği 11 Mayıs 1876 tarihli kararnamede ise verilen cezalara rağmen basın düzene sokulamadığı için gazetelerin matbaada basılmadan önce denetleneceği yazıyordu.
30 Mayıs 1876‘da Abdülaziz tahttan indirildikten sonra üç ay süren V. Murat döneminde devlet-basın ilişkilerine egemen olan ılımlı hava, 2. Abdülhamid’in ilk döneminde de sürdü. 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’in ilanı, ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’nin kabulü ve Meclis-i Mebusan’ın kurulması da özgürlük yanlılarını umutlandırdı. Kanun-i Esasi’nin 12’nci maddesinde “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir” hükmü vardı. Sözü edilen kanunlar halâ Abdülaziz dönemindeki baskıcı kanunlardı ama bir süre uygulanmadıkları için basın rahat nefes aldı.
23 Nisan 1877’de Rusya’yla girişilen savaş (93 Harbi) havayı bir anda değiştirdi. Eylülde çıkarılan Sıkıyönetim Kararnamesi’ndeki, “Hükümet, gerekli kişilerin gece ve gündüz evlerini arayabilir, şüpheli kişileri başka bölgelere gönderebilir. Zihinleri kurcalayacak yayın yapan gazeteleri kapatabilir ve her türlü cemiyeti yasak edebilir” maddesine dayanılarak birçok gazeteci sürgün edildi. 13 Şubat 1878’de, göstermelik hâle gelen Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla II. Abdülhamid’in istibdat dönemi resmen başlamış oldu.
Aynı yıl İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Sansür Kurulu oluşturuldu. Yazı işleri müdürleri gazeteyi baskıya yollamadan önce bütün yazıları bu kurulun onayına sunuyor, gazeteler memurların bazen yazının tamamını, bazen de bir bölümünü çıkardıkları haliyle basılıyordu.
Basının gitgide artan gücünün farkında olan II. Abdülhamid, muhalif gazetelere baskı ve sansür uygulamanın yanı sıra bazı gazetecilere çeşitli kaynaklardan doğrudan ödenek sağlayarak ve/veya gelir getirici imtiyazlar vererek kendine yandaş basın yaratmayı da ihmal etmedi.
Bu arada, 1860’lı yıllardan beri sürgün edilen ya da kaçmak zorunda kalan gazetecilerin çıkardığı Türk gazetelerinin sayısı artıyordu. Başta Londra ve Paris olmak üzere, gittikleri yerlerde batı gazeteciliği standartlarını yakından gören ve meslek tekniğini geliştiren Türk gazetecileri, aynı zamanda basının siyasal mücadelenin en önemli unsurlarından biri olduğunu iyice kavramıştı. Çeşitli yollarla ülkeye sokulan bu gazeteler, muhalefetin şekillenmesinde çok etkili oldu. Yönetim de bu yayınların dağıtılmasını önlemek için gümrüklerde ve posta merkezlerinde ciddi önlemler aldı.
Yurt içinde çıkan gazete dergi sayısı da artıyordu ama siyasi yayıncılık yapılamadığı için bu yayınlar bilimsel, edebi, teknik konulara yönelmişlerdi. Bu arada sansürün ayarı iyice kaçmıştı. Yandaş gazeteler bile dizgi yanlışı ya da sansür memurunun işgüzarlığı nedeniyle kapanabiliyordu. Gözlerinden kaçan bir şey olursa işlerini kaybetme tehlikesi altında bulunan sansür memurlarından bazılarının aynı zamanda gazeteci olması enteresandır. Bu insanlar gündüz sansür işiyle meşgul olup -o yıllarda gazeteler gece hazırlandığı için- geceleri gazetede çalışıyorlardı.
20. yüzyılın ilk yıllarında siyasi mücadelenin kızışmasıyla devletle basın arasındaki mücadelenin şiddeti de artmıştı. O dönemin en güçlü muhalefet hareketi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sözcüsü olan Meşveret, Mizan ve Şura-ı Cemiyet gibi gazeteler bu dönemde büyük güç kazandı ve 1908’deMeşrutiyet’in yeniden ilanına giden sürecin önemli aktörlerinden oldular.
2. Abdülhamid özgürlükçü olmayan, baskıcı bir padişahtı ama Türkiye’de sansür onun döneminde başlamadı. Buna rağmen, kendisinden önce çıkarılan yasaları genişleterek uygulaması ve batı basınının da etkisiyle bazen abartılıp karikatürize edilen paranoyak ve sansürcü 2. Abdülhamid portresi nedeniyle, toplumsal hafızamıza sansürün mucidi olarak kazındı.
TASVİR-İ EFKÂR
Basında yeni bir dönem
Türkiye’nin ilk fikir gazetelerinden biri, 1862’de yayımlanmaya başlayan Tasvir-i Efkâr’dır. Şinasi, Tasvir-i Efkâr’ı çıkarma amacını “halka, sorunları üzerine düşünmeyi göstermek” olarak açıklıyordu. O dönemin diğer gazetecileri gibi memur olan Şinasi, gazetenin 10‘uncu sayısından sonra memurluktan atıldı. 1865’te adının bir komploya karışması üzerine yurtdışına kaçan Şinasi’den sonra gazetenin başına geçen Namık Kemal de iki yıl sonra Paris’e yerleşmek zorunda kaldı.
SANSÜR
Yasaklanan dua fotoğrafı
Gazeteci Ahmet İhsan Tokgöz, anılarında 1905 yılında atanan 2. Abdülhamid’in son matbuat müdürü, basın camiasının “kılkuyruk” adını taktığı Ebûlmukbil Kemal dönemindeki sansür uygulamasıyla ilgili bir anısını şöyle anlatır: “Hamidiye yani Kağıthane suları yeni akıtılmış ve çeşmeler açılmıştı. Doktor Besim Ömer Paşa sular üzerine bir makale yazmıştı. Yaşlı bir adamın çeşme başında dua edişini gösterir artistik bir renkli resim, makaleyle birlikte basılacaktı. Sansür buna sual işareti koyunca ben şaşırdım. Baş sansör Kara Kemal Bey’e bir yazı yazdım, gelen cevap şudur: Azizim, çeşme resmi çok güzel ve dua her insanın gözünde kuşkusuz ki kutsaldır. Ancak bu günlerde kötü düşünceliler o kadar çoğaldı ki, gazetelerde neyi bırakıp neyi çıkaracağımı belirlerken şaşkınlığa düşüyorum. İşte o kötü düşüncelilerin bu güzel resmi görür görmez, ‘hah, bunu bu biçimde burada yayımlamak, üstü kapalı olarak işimizin duaya kaldığını anlatmaktır’ diye saçmalayacaklarını yakından bildiğimden sual işareti kullanmıştım”.
YANYA VALİLİĞİ’NE
Zararlı gazeteler
Sadaret’ten Yanya Valiliği’ne gönderilen 10 Mart 1903 tarihli yazıda, “Avrupa’daki fesat hareketiyle irtibata geçip oradan yasak ve zararlı gazete, dergi getirten ve bunları dağıtmaya cüret etmekten dolayı” mahkûm olanların genel aftan yararlanamayacağı ve Yanya’da bu suçlardan hapiste olanların tahliye edilmeleri caiz olmadığı yazıyor.
1908-1918 İTTİHAT VE TERAKKİ DÖNEMİ
Basının ilk üç şehidi
1908’de Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde, en önemli kazanımlardan biri basın özgürlüğü olarak görülüyordu. Ancak yeni iktidarın da basına tahammül etmekte zorlandığı görüldü.
AHMET KUYAŞ
İkinci Meşrutiyet döneminin bir basın özgürlüğü dönemi olarak başladığı öne sürülebilir. Zaten dönemin hemen başında, 24 Temmuz 1908’de sansür kaldırılmıştı. Gerçi güçlü bir yönetim yaratma yolunda adımlar atılırken, İttihat ve Terakki ağırlıklı Meclis-i Mebusan, anayasa değişikliklerinden bile önce bir Basın Kanunu çıkartarak basını denetim altına almaya çalıştı. Fakat 29 Temmuz 1909’da çıkan kanun, 2. Abdülhamid döneminde epey sıkıntı çekmiş hatta sürgüne gönderilmiş gazeteci ve yayıncılardan Ebüzziya Tevfik Bey’in bile aşırı özgürlükçü bulduğu bir kanun oldu. Ne var ki bu durum, basının susturulması yolunda başka yollar aranmasına yol açtı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tetikçileri 1909-1911 yıllarında muhalif gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Beyler’i öldürdüler. Hasan Fehmi Bey 8 Nisan 1909’da öldürüldüğünde, katil kesin olarak bilinmiyor olsa da, bunu İttihatçıların yaptığından herkes emindi. Bu yüzden cinayet, 31 Mart Olayı’nı (13 Nisan 1909) harekete geçiren önemli gelişmelerden sayılır. Ahmet Samim Bey’in öldürülmesinde (9 Haziran 1910) ise görgü tanığı bile vardı ve katilin İttihatçı bir jandarma subayı ve sonradan İzmir suikastı nedeniyle asılan, eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey olduğu biliniyordu. Katil, olaydan sonra yakındaki bir karakola sığınmış, sonra da paçayı kurtarmıştı.
2. Meşrutiyet döneminin muhalif basını asıl sıkıntıyı 1912’den itibaren birbirini izleyen iktidar değişiklikleri sırasında çekti. 1912 yazında iktidardan düşen İttihatçıların en önemli gazetesi Tanin birçok kez kapatıldı. Gazete, her kapatılıştan sonra, hepsi kafiyeli olan Renin, Senin, Metin gibi isimlerle çıkmayı sürdürdü. Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te öldürülmesini izleyen dönemde ise roller değişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin diktatörlüğü altında geçen 1913-1918 döneminin hemen başlarında birçok gazeteci kovuşturmaya uğradı, hapse mahkum oldu, sürgüne gönderildi veya yayın yapamaz oldu. 1. Dünya Savaşı’nda da ağır bir sansür rejimi vardı. O kadar ki, İttihatçıların İstanbul mebusu Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in gazetesi Tanin bile, Enver Paşa tarafından kapatıldı. Ancak basın 1918 başında göreli bir özgürlüğe kavuşmuş, hatta Osmanlı ordularının Azerbaycan’a giriştiği harekat da Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın eleştirilerine hedef olabilmiştir.
Ahmet Samim neden öldürüldü?
Sada-yi Millet yazarı Ahmet Samim, İttihatçıların hedefiydi. 9 Haziran 1910 gecesi Bahçekapı’da öldürüldü. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi romanında onun için şöyle diyor: “Hele o günlerde en çok göze batması ve hükümetin kızgınlığını en çok harekete geçirmesi lazım gelen biri varsa, o da Ahmet Samim’di. Çünkü gerek Divanı Harbi Örfi’nin gizli işkence usullerine dair belgeleri ortaya atan, gerek Soma-Bandırma demiryolu imtiyazının içyüzünü açığa vuran tek gazeteci o idi…”
1925-1929 TAKRİR-İ SÜKÛN DÖNEMİ
Gazi’ye çekilen özür telgrafları
İstanbul basınıyla Ankara arasındaki gerginlik, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ile sona erdi. Çünkü gazeteciler tutuklanarak Şark İstiklal Mahkemesi’ne gönderildi. Mustafa Kemal’e çektikleri telgraflar sonucu affedildiler.
AHMET KUYAŞ
Milli Mücadele döneminde basın, İstanbul hükümetleri ve Müdafaa-i Hukukçular arasındaki çatışmanın kurbanı oldu. Örneğin Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin İstanbul’daki sesi olan Hâdisât gazetesi Damat Ferid Paşa Hükümeti’nin hışmına uğrayarak kapatılırken, Erzurum Kongresi sonrasında Selâmet gazetesinde Müdafaa-i Hukukçulara muhalif yazılar yazan Ömer Fevzi Bey, tutuklanmaktan kurtulmak için Trabzon’dan İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır.
Anadolu zaferinden hemen sonra görülen özgürlük ortamı, İstanbul basınında Ankara’ya yöneltilen eleştiriler dolayısıyla bozulmaya yüz tuttu. Cumhuriyet’in ilanından sonra İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey, bir yazısı nedeniyle İstiklal Mahkemesi’nce beş yıl kürek cezasına mahkum edildiyse de sonra affedildi.
Basın özgürlüğü açısından dönüm noktasını, Şeyh Sait isyanı oluşturdu. İsyan başladıktan yaklaşık üç hafta sonra çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, TBMM’yi devre dışı bırakarak bakanlar kuruluna olağanüstü bir yaptırım gücü tanıdı. Bu kanuna dayanılarak bütün muhalif gazeteler kapatıldı ve aralarında Velid Ebüzziya, Ahmet Emin Yalman, Eşref Edip Fergan, Suphi Nuri İleri, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, İsmail Müştak Mayakon’un da bulunduğu tanınmış birçok gazeteci Şark İstiklal Mahkemesi’nde, Şeyh Sait isyanına yol açtıkları, isyancılara cesaret verdikleri gerekçeleriyle yargılandılar. Mahkemeler, tabii, ciddi değildi; gazetecileri haftalarca kentten kente süründürerek korkutmaktan başka bir amaçları yoktu. Nitekim bütün gazeteciler, Gazi Mustafa Kemal’e özürlerini sunan ve kendisinden af dileyen bir telgraf çektikten sonra beraat ettiler ve bir daha Ankara’yı eleştiren yazılar yayımlamadılar. 20. yüzyıl Türkiye basının en büyük isimlerinden Ahmet Emin Yalman, ancak 1936’da, Atatürk’ün özel izniyle mesleğine dönebildi.
Aynı dönemde, Ankara’yı candan desteklemelerine ve Şeyh Sait isyanını İngiliz emperyalizminin etkinliklerine yormalarına karşın, Türkiye Komünist Partisi’nin yayınları da yasaklandı. Ancak, bu çevrelerin gazetecileri, Ankara İstiklal Mahkemesi’nce çeşitli hapis cezalarına çarptırılmaktan kurtulamadılar. Aynı mahkeme, 20. yüzyıl Türkiyesi’nin diğer bir büyük gazetecisi Hüseyin Cahit Yalçın’ı ise, Çorum’da müebbet sürgün cezasına çarptırdı. Ancak Yalçın, bu kentte 1926 yılına kadar kaldı. 1933’e dek yazı yazma yasağı aldı.
1930-1946 MİLLİ MATBUAT DÖNEMİ
Gazetecinin zeki, çevik ve yandaşını seven Cumhuriyet
Tek parti döneminde muhalif gazeteciler tasfiye edilmiş, meydan iktidarın bir kolu gibi çalışan gazetecilere kalmıştı. Buna rağmen bitmeyen devlet baskısı özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında tavan yaptı.
Cumhuriyet’in ilanının ardından muhalif gazeteciler 1923 yılı sonunda ve 1925’te İstiklal Mahkemelerinde yargılanmışlardı. Mahkemeler sonucu gazetecilerin bir bölümü hapis ve sürgün cezası alırken, bu cezalardan kurtulanların da gazetecilik yapması engellenmişti. Geride kalan gazetelerin tamamı iktidarı kayıtsız şartsız destekliyordu. Türkiye 1930’lu yıllara bu gazetelerle girdi.
İnkilâp gazetesinin sahibi Ali Naci Bey’in (Karacan) 30 Ağustos 1930’da yazdığı şu satırlar, dönemin gazetecilerinin ruh halini anlatması açısından önemlidir: “(Mustafa Kemal) bu memleketi cihanın en mamur memleketleri ve bu milleti cihanın en medeni milletleri seviyesine yükseltmek için Cumhuriyet’i ve buna mesnet olarak Halk Fırkası’nı tesis etti. Bizler o fırkanın parasız pulsuz ama candan adamıyız. Daima büyük yaratıcının işaret ettiği istikamette yürümek ve onun fikirleri için o fikirlere karşı olanlarla mücadele etmek. Mesleğimiz budur”.
1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kurulunca bu partiyi desteklemeye başlayan Yarın, Son Posta ve Hizmet (İzmir) gazeteleri bir anda müthiş satış rakamlarına ulaştılar. Ama üç ay sonra SCF feshedilip çok partili sistem denemesinden vazgeçilince, bu gazetelerden Yarın kapandı, diğer ikisi de CHP çizgisine dönüş yaptı.
Cumhuriyet döneminin ilk basın yasası 1931’de çıkarıldı. Hakkı Tarık Us dışındaki gazeteci milletvekillerinin de kabul oyu vererek çıkmasına katkı yaptığı yasa, hükümete “memleketin genel siyasetine dokunacak yayın yapan” gazeteleri kapatma yetkisi veriyordu. Yasaya 1938’de eklenen iki maddeyle gazete ve dergi çıkarmak için yüksek meblağlarda teminat mektubu getirme şartı kondu ve “kötü ünlü kişilerin” gazetecilik yapması yasaklandı. “Kötü ünlü kişiler” ve “memleketin genel siyasetine dokunacak yayın” ifadeleri yoruma açıktı ve yasayı uygulayanların keyfi hareket etmesine imkan veriyordu.
2. Dünya Savaşı başlayınca baskı arttı. İlginç bir şekilde, bu baskı döneminde basındaki düşünce yelpazesi genişledi. Gazeteler arasında da savaştaki gibi cepheler oluşmuştu. Almanya yanlısı Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkâr’a karşılık, Vatan, Akşam ve Tanin müttefikleri destekliyordu. Yine bu saftaki Tan gazetesi, daha ileri bir demokrasiyi savunuyordu ve müttefik ülkelerden Sovyetler Birliği’ne daha yakındı. Ancak savaşta tarafsızlık politikası yürüten iktidar, iki taraftaki gazetelere de müdahale etmedi. Eğer etseydi, diğer tarafı destekliyor durumuna düşecekti.
Savaşta taraf tutulabiliyor ama cephelerdeki gidişatla ilgili Anadolu Ajansı’ndan gelen haberler dışında haber yapılamıyordu.
İç politikaya ve ekonomik zorluklara dair haber yapmak zaten imkansızdı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile ilgili AA’dan gelenler dışında haber yapmak da yasaktı. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden 14 Aralık 1940’ta gazetelere şu not gönderilmişti örneğin: “Reisicumhur İsmet İnönü, Ankara civarında küçük bir seyahat yapmak üzere Ankara’dan hareket etmiştir. Gazeteler bunun haricinde hiçbir şey yazamayacaklardır”.
Hükümet, gazete kapatma yetkisini savaş süresince sık sık kullandı. Gazetenin neden kapatıldığıyla ilgili bir açıklama yapma zorunluluğu yoktu. Basın Yayın Genel Müdürü, kapatılacak gazeteye telefon ediyor ve kapatma kararını ve süresini bildiriyordu.
Gazeteler tam olarak neden kapatıldıklarını bilmedikleri için önlem de alamıyorlardı. Bunun sonucunda ortaya çok tuhaf bir durum çıktı ve gazete sahipleri sansür talep etmeye başladılar. Sansür yasası çıkarsa gazeteler baskıya gitmeden önce denetlenecek, böylece kapanmayacak ve zarar etmeyeceklerdi. Ancak basının iplerini zaten elinde tutan iktidar, sansürcü gibi görünmek istemiyor ve gazeteleri önceden denetleme fikrine sıcak bakmıyordu.
Vatan gazetesinin sahibi Ahmet Emin Yalman anılarında, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’na “Apaçık sansür usulünü uygulasanız bizim hiçbir sorumluluğumuz kalmaz, sorumluluk size geçer. Siz de rahat edersiniz biz de” dediğini, başbakanın ise kendisine “Ben sansür koymam. Anayasanın dışına çıkmam. Fakat sen haddini bileceksin, haddini aşarsan cezanı göreceksin” cevabını verdiğini anlatır.
Bu dönemin bir özelliği de radyo haberciliğinin basılı gazetelere üstünlük sağlamasıydı. Gazeteler zaten devlet radyosundan farklı bir haber veremiyordu. Vatandaşlar da hiç değilse savaşla ilgili haberleri daha hızlı ve sık alabilmek için radyoya yöneldi. İçerik kalitesi iyice dibe vuran, üstelik radyo gibi bir rakiple mücadele etmek zorunda kalan gazeteler kağıt yokluğu nedeniyle sayfa sayısını da azaltmak zorunda kalınca büyük tiraj kaybına uğradılar.
4 ARALIK 1945
Tan gazetesine baskın
1945’te Boğazlar’da ortak denetim hakkı isteyen Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’de tepki oluşmuştu. Bu havaya rağmen iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini savunan Tan gazetesi, bazı sağcı yazarların provoke ettiği ve CHP il başkanının harekete geçirdiği üniversiteliler tarafından 4 Aralık’ta yağmalanıp tahrip edildi. Gazetenin yakınındaki sol yayınlar satan kitapçıları ve Cağaloğlu’ndan yürüyerek çıktıkları Beyoğlu’nda üç solcu gazete ve dergiyi daha talan eden gruptan yakalanan olmadı.
Diğer gazeteler ise Tan’a sahip çıkmak yerine Vatan (solda) gibi olayları komünizme karşı haklı bir tepki olarak değerlendirdi.
1946-1960 ÇOK PARTİLİ DÖNEM
İktidarın özgür basın aşkı çok kısa sürdü
1950 seçimlerinde basının da desteğiyle iktidara gelen Demokrat Parti ile gazeteler arasındaki iyi ilişkiler dört yıl içinde tersine döndü ve 27 Mayıs darbesine kadar süren, Cumhuriyet tarihinin en büyük iktidar-basın kavgası başladı.
Türkiye’de ilk çok partili seçim, CHP ve Demokrat Parti’nin (DP) katılımıyla 21 Temmuz 1946’da yapıldı. Açık oy-gizli tasnif sistemiyle yapılan ve “şaibeli” diye anılan bu seçimi iktidardaki CHP kazandı. Ama artık ülkeyi 20 yıldan fazla bir zamandır yöneten CHP’nin karşısında bir muhalefet partisi vardı. Çok ağır koşullarda geçen savaş yıllarından bunalan halk da değişim istiyordu. Değişim isteği gazetecilerde de vardı, çoğu DP’yi destekliyordu.
Gazeteci Sadun Tanju’nun, “Muhalefete çok geniş bir kredi açılmıştı. Basın halkı coşturuyordu. İki seçim arasındaki dört yıl bitmez tükenmez bir seçim kampanyası olarak devam etti. Basın halkın heyecanını daima taze tuttu” diye anlattığı sürecin sonunda 1950 seçimleri yapıldı ve DP iktidara geldi.
DP’nin ilk işlerinden biri, seçimi kazanmalarına büyük katkı yapan basının üzerindeki baskıları hafifleten yeni bir Basın Kanunu çıkarmak oldu. Başbakan Menderes ayrıca her ay düzenli olarak gazete sahipleri ve başyazarlarla toplantı yapıp sıkıntılarını dinliyordu. Son Posta gazetesinin sahibi Selim Ragıp Emeç’in tabiriyle “basının altın devri” yaşanıyordu.
Aynı zamanda basında köklü değişimler oluyordu. Sedat Simavi’nin 1948’de Hürriyet’i çıkarmaya başlaması Babıali’nin bütün dengelerini alt üst etmiş, ticari kitle gazeteciliği dönemi başlamıştı. Yönetimin mesajlarını halka ileten araçlar olan eski gazetelerin aksine kitle gazeteleri halkın sorunlarını ve mesajlarını yönetime yansıtma işlevi görüyordu.
İki dönem iki Menderes
1948‘de Aydede dergisinde yayımlanan Mim Uykusuz’un karikatüründe, eski baskı yasaları basının ayağına bağlı bukağılar olarak, yürürlükteki Basın Kanunu ise kelepçe olarak çizilmiş (yukarıda). 1950‘de bu antidemokratik kanunu kaldıran ve “Basın hürriyetinin olmadığı yerde vatandaşın diğer hak ve hürriyetleri tehlikeye düşer” diyen Adnan Menderes, birkaç yıl sonra çok daha baskıcı bir yasanın mimarı oldu.
1950’den önce İstanbul gazeteleri Ankara’ya bir gün, taşra kentlerine üç ila yedi günlük bir gecikmeyle ulaşıyordu. DP döneminde karayolu ağının genişlemesi, gazetelerin dağıtımını kolaylaştırdı ve bu da tirajları arttıran bir etken oldu. 1946’da 100 bin, 1950’de 300 bin olan toplam gazete tirajı 1954’te 800 bine ulaştı.
DP iktidarının ilk yılları ekonomik açıdan iyi geçmişti. Ancak bir süre sonra işler bozulmaya başladı. Hayat pahalılığı, DP’lilerin karıştığı yolsuzluklar, karaborsacılık ve vurgunculuk faaliyetleri halk arasında tepkiye yol açıyor, gazeteler de bu tepkilere yer veriyordu. Ancak Menderes, gazete sahipleriyle kurduğu iyi ilişkiler nedeniyle eleştirel haber yapılmaması gerektiğini düşünüyordu. Bazı patronları bu yönde ikna edememiş, ikna ettiği bazı patronlar da gazetecilere laf geçiremediği için eleştirel yayınlar devam etmişti. İktidarla basın arasındaki iplerin kopacağı süreç böyle başladı.
1950‘de antidemokratik basın yasasını değiştiren DP, bu kez tam tersi yönde bir yasa hazırlamaya girişti. 9 Mart 1954’te çıkan yasada tek parti dönemi yasalarını hatırlatan muğlak ifadeler vardı. “Şöhret ve servete zarar verebilecek bir hususun isnad edilmesi” yasaklanıyordu örneğin. Ama yolsuzluğu yazılan birinin de şöhret ve serveti zarar görebilirdi, bu durumda ne olacaktı? O güne kadar bir gazeteci bir yolsuzluğu yazar ve hakkında dava açılırsa, yazdıklarının gerçek olduğunu ispat etmesi durumunda suçsuz bulunurdu. Ama yeni yasa gazetecilere iddialarını ispat hakkı vermiyordu. Bu durumda yolsuzluk yapan kişi, hakkındaki iddialar doğru bile olsa “şöhretine zarar geldiği” için dava açıp gazeteciyi mahkum ettirebilecekti.
1956’da yasaya “kötü niyetle yayın yapmak” suçu eklendi. Yoruma çok açık bir ifadeydi bu. Bir gazetecinin iyi niyetle yazdığı bir yazıyı, bir savcı ya da hakim kötü niyetle yazılmış gibi görebilirdi. Nitekim uygulamada da böyle oldu ve çok sayıda gazeteci bu suçtan ceza aldı.
İktidar basını ekonomik olarak sıkıştırmak için de hamleler yaptı. Gazeteler için bugün bile önemli bir gelir kaynağı olan resmi ilanlar, o yılların gazeteleri için hayati önem taşıyordu. Resmi ilan dağıtımında tiraj, kadro gibi bazı kıstaslar vardı. DP hükümeti, bu kıstasları gözardı edip ilanları istediği gibi, yandaşlarını kayıracak şekilde dağıtmaya başladı. Bu kararın bir sonucu da DP’ye yakın kişilerin sırf resmi ilan alabilmek için hiç satmayan gazeteler çıkarması oldu. Besleme basın lafı ilk kez bu dönemde kullanıldı.
Hükümet, gazete kağıdı ithali ve dağıtma yetkisini de eline aldı. Kağıt konusunda türlü engeller çıkarılan muhalif gazeteler sayfa sayılarını ve baskı miktarını düşürmek zorunda kalıyordu. Kağıt dağıtımını suistimal etmenin yolu da bulunmuştu. Bazı DP yandaşları sırf kağıt tahsisinden yararlanıp bu kağıtları karaborsada satmak için gazete kuruyorlardı. Gazeteci Şemsi Sılkım anılarında bununla ilgili ilginç bir hikâye anlatır. 1958’de bir spor gazetesi çıkarması için teklif alan Sılkım ekibini kurar ve işe koyulur. İlk iki gün çok iyi satış yaparlar. Ancak tebrik beklerlerken patron gazeteyi kapatır. Çünkü patronun derdi gerçekten gazete çıkarmak değil kurduğu tabela gazetesi sayesinde kağıt alıp karaborsada satmaktır. Tiraj iyi olursa elinde satacak kağıt kalmayacaktır.
Besleme basına resmi ilan ve kağıt tahsisi ile destek olan DP, örtülü ödenekten para da veriyordu. 27 Mayıs darbesinden sonra, bazı gazetelere ve Necip Fazıl Kısakürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Peyami Safa gibi bazı DP yandaşı yazarlara örtülü ödenekten ödeme yapıldığı ortaya çıktı.
1957 seçimlerinde oy kaybına uğrayan DP, seçimlerden sonra basına karşı daha da saldırgan bir tutum izledi. Gazete kapatma ve yayın yasaklarına alışılmıştı. Siyasi haber yapamadıkları için tiraj kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan gazeteler bu dönemde siyaset dışı haberlere ağırlık verdi. Magazin, spor ve polis-adliye haberciliği bu dönemde çok gelişti. Bu durum, Abdülhamid döneminde siyasi haberlere sansür konduğu için bilimsel, edebi, teknik konulardaki yayınların artmasını hatırlatıyordu.
Basın özgürlüğü ve İnönü
Tek parti döneminde başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapan, basın üzerinde kurulan baskının sorumlularından biri olan ve “Basın özgür olmalı ama bu özgürlüğü iyi yönde kullanmalı” diyen İsmet İnönü, muhalefet lideri olduğu 1950‘li yıllarda basın özgürlüğünü savunan bir siyasetçiye dönüştü.
1954-60 arası açılan 2300’ü aşkın basın davasında 867 mahkumiyet kararı çıkmış, 1960 yılında iktidarla basın arasında ipler tamamen kopmuştu. Bazı gazeteler iktidarı protesto için Menderes’in mitinglerine, Meclis’te yaptığı konuşmalara geniş yer vermeme kararı aldı. Başbakanın sözleri ne kadar önemli olursa olsun ilk sayfada tek sütun olarak yer alacak veya iç sayfalarda görünmeyen bir yere konacaktı.
DP iktidarı buna Nisan ayında savcı ve hakimlerin yetkisine sahip Tahkikat Komisyonu kurarak yanıt verdi. Hem muhalefetteki CHP’yi hem basını tamamen baskı altına almak amacıyla kurulan ve DP milletvekillerinden oluşan komisyona, yayın yasaklama, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurma ve her türlü belgeye el koyma yetkisi veriliyordu. Komisyon, el koymak istediği belgeler için istediği her kurumu ve evi izinsiz basma yetkisine de sahipti.
Ancak DP iktidarı Tahkikat Komisyonu’nu dilediği gibi kullanma fırsatı bulamadan 27 Mayıs darbesi oldu ve Türkiye yeni bir döneme girdi.
PULLIAM DAVALARI
Hapse girmeyen kalmasın
DP iktidarının gazeteciler üzerindeki baskılarının sembollerinden biri de 1959 ve 1960 yıllarında görülen Pulliam davalarıdır. 1958’de Türkiye’ye gelen Amerikalı gazeteci Eugene Pulliam, Başbakan Menderes’ten randevu istediğinde olumlu yanıt verilmişti. Yer ve zaman için aranacağı söylendiği için İstanbul’daki otelinde eşiyle beklemeye başladı. Telefon gelir diye üç gün otelden çıkmadılar. Sonunda başbakanın İstanbul’dan İzmir’e yapacağı vapur seyahatine davet edildiler. Ancak Menderes vapurda kendisine böyle bir randevudan haberi olmadığını söyledi ve görüşmeyi reddetti.
Ülkesine dönüşte zehir zemberek bir yazı yazan Pulliam, bu yazının sendika aracılığıyla 72 gazetede daha yayımlanmasını sağladı. “Kendini diktatör mevkiine getiren Menderes’in kudret ve şahsi otoritesinin genişliği başına vurmuştur” gibi ifadeler bulunan yazıyı Türkiye’de bazı gazete ve dergiler de basınca bizzat Menderes’in emriyle haklarında dava açıldı. Davalar sonucu Ulus, Vatan ve Kervan gazeteleri ile Kim, Akis ve Altı Ok dergilerine çeşitli kapatma cezaları verilirken sorumlularına da hapis cezası verildi.
1960-1980 MÜCADELE YILLARI
Politik basına darbe magazine özgürlük
1961 Anayasası’nın getirdiği kısmi özgürlük ortamında biraz rahatlayan gazeteciler, 12 Mart 1971 darbesinden sonra tekrar eski günlere döndü. Şiddetin yükseldiği 1970‘li yılların ikinci yarısı da gazeteciler için iyi geçmedi. Yalnızca 1978-1980 arasında sekiz gazeteci öldürüldü.
Demokrat Parti iktidarının son dönemlerinde iktidarla aralarındaki gerilim had safhaya ulaşan muhalif gazeteler 27 Mayıs 1960 darbesini sevinçle karşıladı. Hatta bazı DP yandaşı gazeteler bile bir anda darbe yanlısı olmuştu. Gazeteci Oktay Ekşi, DP’ye yakın olan Hürriyet’in darbe haberini nasıl aktardığını şöyle anlatıyor: “O günkü nüsha asıl basılan gazete değildir. Asıl basılan gazete yok edilmiştir. O gazetede Menderes’in Eskişehir’de yaptığı konuşma manşete çekilmiştir. Hürriyet, ‘Türkiye’nin önü açık’ gibi bir manşetle çıkacakken gece yarısı darbe olunca basılan gazetelerin hepsi toplanmış, yakılmış ve ‘Ordumuz yönetime el koydu’ gibi bir manşetle çıkmıştır”.
Yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi’nin ilk işlerinden biri DP dönemindeki anti-demokratik basın yasasını kaldırmak oldu. Ardından resmi ilan dağıtımını düzene sokmak için Basın İlan Kurumu kuruldu, 4 Ocak 1961’de ise gazetecilerin haklarını ve işverenle ilişkilerini düzenleyen 212 Sayılı Kanun çıkarıldı.
Gazetecilere tanınan yeni haklar patronları kızdırmıştı. 10 Ocak 1961’de Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni İstanbul, Yeni Sabah gazetelerinin patronları, üç gün boyunca gazete çıkarmayacaklarını ilan etti. Bu eylem “9 Patron Boykotu” olarak tarihe geçti. Gazetecilerin büyük bölümü ise, patronlarına karşı iktidarın desteğini yanlarına aldı. Yürüyüşler yaptılar ve boykot süresince 12, 13 ve 14 Ocak’ta Basın gazetesini çıkardılar.
Tanin gazetesindeki bir yazısı nedeniyle 1 Mart 1961’de tutuklanan Aziz Nesin ve yazı işleri müdürü İhsan Ada, bu dönemde tutuklanan ilk gazeteciler oldular. Aziz Nesin böylece, hem tek parti döneminde hem DP iktidarı döneminde hem de Milli Birlik Komitesi döneminde tutuklanmayı başarmış oluyordu!
Temmuz’da kabul edilen 1961 Anayasası ile örgütlenmenin ve ifade özgürlüğünün önündeki engeller kısmen kaldırılınca, politik yayıncılık atılım yaptı. Çok sayıda solcu, ülkücü ve İslamcı yayın piyasaya çıktı.
Bu dönemin bir özelliği de dağıtım ağının genişlemesi oldu. Gameda (Gazete Mecmua Dağıtım Ltd Şti) ve Hür Dağıtım, artık gazete ve dergileri en ücra köşelere kadar taşıyordu. Bazı gazeteler Ankara, İzmir, Adana ve Erzurum’da matbaalar kurup o bölgeye dağıtılacak gazeteleri buralarda bastılar.
1960‘lı yıllar aynı zamanda basın teknolojisinin büyük gelişme gösterdiği yıllardı. 1968’de yayına başlayan Günaydın gazetesi, daha temiz baskı sağlayan ofset tekniğiyle hazırlanan ilk gazete oldu. diğer büyük gazeteler de bu sisteme geçtiler. Yüksek teknoloji yüksek yatırım gerektiriyordu. Yatırım yapacak durumda olmayan patronların gazetelerinin bir bölümü kapanırken bir bölümü basın sektörü dışından sermaye sahiplerine satıldı.
DEMİREL-GÜNAYDIN KAVGASI
Kabak Brenda’nın başına patladı!
15 Kasım 1969’da Günaydın’ın Ankara baskısında çıkan Başbakan Demirel’in eşiyle ilgili bir haber, iktidarla gazete arasında kriz yarattı. Sözkonusu habere göre, Nazmiye Demirel’in kunduracısı Osman Nuri Tepe’nin öldüğü trafik kazası aslında bir cinayetti. Ölenin kardeşi, olayı ağabeyinin Nazmiye Demirel’le tanışıklığına bağlıyordu; ama bu bağın ne olduğu imalar ve dolambaçlı ifadelerle dolu haberden tam anlaşılmıyordu. Ertesi gün haberi yazan Necdet Onur ve yazı işleri müdürü Rahmi Turan gözaltına alındı, gazete binası kurşunlandı, gazetenin patronu Haldun Simavi’nin evindeki mürebbiye Brenda, İngiliz casusu olduğu gerekçesiyle sınırdışı edildi. 23 Kasım’da Günaydın da karşı atağa geçti ve 12 Mart 1971 darbesine kadar çok sert bir muhalefet yürüttü. Gazeteci Ahmet Kahraman, kavganın sözkonusu haberden önce başladığını, asıl sebebinin Haldun Simavi’nin yurtdışından getirttiği ve gümrükte el konulan klozetini kurtarmak için yardım istediği Demirel’in ters cevap vermesi olduğunu yazar ve kavgayı “helâ taşı kavgası” olarak adlandırır.
12 Mart 1971 darbesinin ardından çok sayıda gazeteci de tutuklandı ve bazı gazete ve dergilere kapatma cezası verildi. Tutuklanan gazetecilerin çoğu 1974’te af çıkana kadar cezaevinde kaldı.
Eylül ayında anayasadaki gazete ve dergilerin ancak yargıç kararıyla toplatılmasını öngören madde değiştirildi ve savcılara da toplatma yetkisi verildi. Yeni yasa maddesi, tek parti ve DP dönemlerinin basın yasalarındaki yoruma açık maddeleri hatırlatan ifadelerle doluydu.
Politik kutuplaşmanın arttığı ve toplumun iki kampa bölündüğü 1970‘li yıllar, enteresan bir şekilde büyük basının politikadan uzaklaştığı, gazeteci Orhan Koloğlu’nun “apolitik olmayı meziyet gibi sunuyorlardı” diye tanımladığı bir dönem oldu.
Ancak 1970‘li yılların ikinci yarısındaki politik şiddet gazetecileri de vurdu. Gazeteciler Cemiyeti’nin verdiği rakamlara göre sadece 1978- 1980 yılları arasında sekiz gazeteci öldürüldü.
Milliyet‘i Milliyet yapan adam
Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi, 1 Şubat 1979’da evine dönerken arabasının içinde kurşunlanarak öldürüldüğünde 50 yaşındaydı. Tetikçi Mehmet Ali Ağca yakalanmasına rağmen cinayet 35 yıldır aydınlatılamadı. Abdi İpekçi 19 yaşında gazeteciliğe başlamış ve henüz 25 yaşındayken Milliyet’in başına geçmişti. Doğru haberi gazeteciliğin namusu sayıyor ve bu konuda çok titiz davranıyordu. Türk basınına “çifte kontrol” ve çağdaş haber yazma teknikleri başta olmak üzere birçok yenilik getirmişti. Kitle gazeteciliğine seviye kazandıran, kendi ekolünü yaratan ve kendisinden önce birkaç kez yayına başlayıp başarısız olan Milliyet’i Türkiye’nin en büyük gazetelerinden biri yapan İpekçi, uluslararası basın camiasında da saygı gören bir gazeteciydi.
1980-1990 EVRENLİ VE ÖZALLI YILLAR
En şiddetli darbeden basın da payını aldı
12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan sıkıyönetim süreci, gazeteciler için kara günlerin başlangıcı oldu. Üç yıl sonra yapılan seçimlerde iktidarın sivillere geçmesi de durumu düzeltmedi. 10 yılda tam 3 bin gazeteci yargılandı.
TRT spikeri Mesut Mertcan, 12 Eylül 1980 sabahı Genelkurmay Başkanı ve yeni oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’nin başkanı Kenan Evren’in imzasını taşıyan, “Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır, ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur” bildirisini okuduğunda son askerî darbenin üzerinden henüz on yıl bile geçmemişti.
Darbeyle birlikte birçok insan gibi gazeteciler için de kara günler başladı. Onlarca gazeteci ve yazar mahkemeye çıkarıldı, birçoğu tutuklandı. Dışarıda kalanlar için de yayın yasakları ve sansür nedeniyle gazetecilik yapmak çok zorlaşacak, hemen her görüşten gazete ve dergiye kapatma cezası verilecekti.
Dönemin Hürriyet gazetesinin yazı işleri müdürü olan Seçkin Türesay o günleri şöyle anlatıyor: “Yazı işlerinde duvarda bir pano vardı. Bir telefon çalar, ‘Ben Onbaşı, Üsteğmen veya Yüzbaşı Mehmet Ali… Kahramanmaraş’taki silahlı çatışmanın haberinin yayımlanması yasaklanmıştır.’ Bu kadar. Bu mesajı alt rütbedekiler verirdi, basınla ilişkilerden sorumlu albay çok önemli olaylarda çağırır, fırçalardı. Yazı işlerinde mesajı alan, mesajı panoya yapıştırırdı.”
1983 seçimlerinin ardından sivil iktidar dönemi başladı ama Başbakan Turgut Özal, “Türkiye’ye iki buçuk gazete yeter” ve “Gazete okumayın, yanlış yönlendirilirsiniz” sözlerinden de anlaşıldığı gibi gazetecilerden pek hoşlanmazdı. Kendine yakın olanları el üstünde tutuyordu ama muhalif gazetecilere karşı çok sertti.
Gazeteci Hıfzı Topuz’un aktardığı rakamlara göre 1980-1990 arasında 2 binin üzerinde basın davası açıldı, 3 bin gazeteci, yazar ve yayıncı yargılandı. Yazı işleri müdürlerine 5 bin yıldan fazla hapis cezası verildi.
1980‘li yıllar, basın sektörünün yapısında da radikal değişliklerin olduğu yıllardı. O zamana kadar büyük gazeteler, gazeteci aile büyüklerinin kurduğu aile şirketlerine aitti. 1980’de Aydın Doğan’ın Milliyet’in tamamına sahip olması, değişimin ilk büyük adımıydı.
Gazeteci kökenli olmayan işadamlarının patron olması gazetelerin yüksek kâr odaklı işletmelere dönmesinin de başlangıcı oldu. Artık tiraj ve reklam geliri, iyi gazetecilikten daha önemliydi. 1980’lerin ikinci yarısındaki promosyon savaşının başlama sebebi de tiraj kavgasıydı. Reklam gelirlerini arttırmak için işdünyasıyla iyi geçinmek şart oldu. Basında 1970’lerdekinden daha ağır bir depolitizasyon süreci başladı.
EROL SİMAVİ’NİN MEKTUBU
İktidarın kağıt silahı
Hükümetlerin gazetelere karşı en büyük gücü, uzun yıllar boyunca Türkiye’nin tek kağıt kaynağı olan kamuya ait SEKA kağıt fabrikalarıydı. Turgut Özal da bu silahı kullanıyor, basını cezalandırmak istediği zaman gazete kağıdına zam yapıyordu.
Basınla iktidar arasındaki ilişki 29 Kasım 1987 seçimlerinde çok gerginleşmişti. Basın başbakanı, o da “amigo” adını taktığı gazetecileri kıyasıya eleştiriyordu. O sırada çıkan Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kanunu, bir çeşit sansür olarak algılandı. Arkasından gelen kağıt zammıyla ortalık iyice karıştı.
17 Nisan’da tüm gazeteler, fiyatlarını 200 liradan 250 liraya çıkardıklarını bildirerek bunu kağıda Aralık ve Ocakta yapılan iki SEKA zammına bağladılar. Ertesi gün, Özal bir gazetecinin “Kağıda yine zam yapılacak mı?” sorusuna “Yapıldı bile” yanıtını verdi. Hükümet, gazetelerin fiyat artışının üzerinden bir gün geçmeden, kağıda yüzde 35’lik yeni bir zam yapmıştı ve gazeteler bunu bir Pazar günü başbakanın ayaküstü yaptığı bir açıklamadan öğreniyorlardı.
En çok öfkelenen Hürriyet’in sahibi Erol Simavi oldu. 19 Nisan’da Hürriyet, sürmanşetini kaplayan “Sayın Başbakan” başlıklı, Erol Simavi imzalı bir mektupla çıktı. Simavi, Özal’ı kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak tek kuvvet olmaya özenmekle suçluyor ve şöyle diyordu: “Benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de birinci kuvvet faslına, bilir misiniz ne yazar? BASIN. Ya ikinci?..” Ancak bu öfke patlaması çabuk söndü. Hürriyet’in Mayısta kutladığı 40. kurulus yıldönümüne Başbakan da katıldı ve Simavi ile el sıkıştı. Hürriyet’in bu fotoğrafı manşete taşıdığı birinci sayfasında, sürmanşette Özal’ın rakibi Demirel’in aleyhine bir başka haber vardı.
1990-2000 FAİLİ MEÇHUL YILLAR
İttihat ve Terakki yöntemlerine dönüş
Türkiye’nin insan hakları alanında büyük bir gerileme yaşadığı 1990’lı yıllar, yüzyıl başındaki İttihat ve Terakki dönemini hatırlatan gazeteci cinayetlerine sahne oldu. Yalnızca 1992 yılında tam 14 gazeteci öldürüldü.
Türkiye 1990’lı yılların başından itibaren karanlık bir döneme girdi. Bir taraftan Güneydoğu’da savaşın şiddeti artmış, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmalar ve toplu öldürmeler alışıldık haberler olmuştu. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere batıdaki büyük kentlerden de siyasi cinayetler, yargısız infazlar ve asker – polis – mafya tarafından oluşturulmuşçetelerin eylemleriyle ilgili haberler geliyordu.
Bu gidişata paralel olarak devletin basın üzerindeki baskılarıda artıyordu. 15 Aralık 1990’da Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı ve Yıldırım Akbulut’un başbakanlığı döneminde çıkarılan kararnameyle Olağanüstü Hal Valisi’ne darbe dönemlerini andıran yetkiler verildi. Kararnameye göre OHAL Valisi, kamu düzenini bozacağını ve halkın heyecanlanmasına sebep olacağını düşündüğü gazete ve dergiyi, mahkeme kararına gerek olmadan yasaklama ve toplatma yetkisine sahip olacaktı.
1991’in Nisan ayında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu’yla yeni kısıtlamalar getirildi. Kanun, basın meslek örgütlerinin tepkisini çektiyse de yürürlüğe girdi ve çok sayıda gazeteci bu yasaya dayanarak mahkum edildi.
Gazeteciler Cemiyeti’nin rakamlarına göre 1990‘lı yıllarda tam 37 gazeteci ve yazar, çoğu aydınlatılamayan, şüpheli suikastlere kurban gitti. En kötü yıl, 14 gazetecinin öldürüldüğü 1992 yılıydı.
Bazı gazete patronları 1985‘ten beri özel televizyon yayıncılığı izni almak için uğraşıyor, ancak iktidar bunun için erken olduğunu düşünüyordu. 1990’lı yıllarda özel televizyon kanalı kurmanın önü açılınca bu gazete patronları, yeni televizyon kanallarının ya sahipleri ya ortakları oldular. O tarihten sonra da basından medyaya geçişve holdingleşme dönemi başladı.
Yine bu yıllarda başka sektörlerden gelip basın sektörüne yatırım yapan işadamlarının sayısı arttı. Bu işadamlarının medyaya girme sebebi medya sektöründe kâr etmek değil, medya sayesinde edindikleri gücü faaliyet gösterdikleri diğer alanlarda ve siyasal iktidara karşı kullanmaktı.
Basın özgürlüğü iktidarla basın patronları arasına sıkışıp kalmıştı. İktidar kendisini destekleyen medya kuruluşlarını ödüllendiririrken, diğerlerini cezalandırıyordu. Patronlar ise gazetecilik alanıyla ilgilenmek yerine diğer ekonomik beklentilere odaklanmıştı. Bunun sonucunda habercilik ve medya içeriği daha önce olmadığı kadar kötü bir noktaya taşındı.
1990’lı yılların ayırıcı bir özelliği de, güçsüz iktidarlar ya da pamuk ipliğine bağlı koalisyonlar döneminde medyadaki büyük sermaye gruplarının alışılmışın tersine siyaset üzerinde baskı kurabilmiş olmalarıdır