Osmanlı Türklerinde ev, korunan, gözetilen, mahrem bir mekân. Yani Harem. Çevresi yüksek duvarlarla örülü. Kadın evle o kadar özdeşleştirilmiş ki ev bazen “kadın” anlamına geliyor. Bir-iki kadı efendinin de olsa evinin hâlleri ve ev hâlleri Osmanlıları muhayyilemizde birer kavram olmaktan çıkarıp insanlaştırıyor.
Bundan yaklaşık 9 bin yıl önce Neolitik Çağ’ı yaşayan Ön Asya halkları, sığındıkları mağaraları terkederek kerpiç evlerinin damlarını çatmaya başlamış; toprağı sürmeyi, hayvanları ehlileştirmeyi bellemişti. Her daim evi sırtında olanlar içinse yegane sığınak çadırlardı. Ahd-i Atik ve Kur’an, çadırı ev sayıyordu.
Konar-göçer Türkler de bozkırın ortasında ve gece ayazında ailelerini keçe çadırlar içinde kolladılar. Öküz arabalarının üzerine bile kurulabilen ve “topak ev” denen yuvarlak çadırlarıyla kerpiç Çin evlerini yarıştırıyor, kendi konutlarını üstün görüyorlardı. Bu çadırlar kimilerine göre kubbeli mimari yapılara kaynaklık edecekti.
Türk dili “ev” kelimesiyle kurduğu yapılarla, kültüründeki bakışı bize sezdirir: “Ev-bark” denilince hem yaşanılan yer hem de içinde yaşayan aile fertleri ifade edilir. “Gece” anlamına gelen “tün” kelimesi ile “tünemek” fiili oluşturulur ki bu da “gecelemek/konaklamak” manasındadır. “Ev basmak” (uzun zaman evde kalıp bunalmak), “ev bekçiliği etmek” (bir engel yüzünden evden çıkamamak), “eve barka sığmamak” (bir üzüntü nedeniyle evde bunalmak), “evim evim sen bilirsin hâlim” (ancak evimde rahat edebilirim), “evim nerede köyüm orada” (evimin bulunduğu yere aitim)… Liste uzar gider.
Cahiliye döneminde Araplar, başlarına gelen uğursuzlukları evlerinden bilirlermiş. Mekkeliler bir zorlukla karşılaştıklarında veya yolculuktan döndüklerinde eve kapılarından değil diğer girişlerden girerlermiş. Bu da birtakım karışıklıklara yol açmış ve İslâm bu âdetleri yasaklamış. Kur’an’da, evlere girerken izin isteme şartı koşulur ve evler “Allah’ın bahşettiği huzur bulma ve dinlenme yeri” olarak tanımlanır (Nahl-16/80).
11. yüzyılda yazılan mevcut en eski Türk sözlüğü Dîvânü Lügâti’t-Türk’e göre kapı çalma (veya çadır kanadına hafifçe vurma) âdeti ve mutfak, yatak odası ve oturma odası gibi bölümler Müslüman Türklerin ev tasavvurlarına dahildi. Kapı üzerlerine “yâ hâfız” (koruyan/kâfirleri alçaltan Allah) levhası ve kurban edilen hayvanların boynuzunun asılması görenek hâlini almıştı.
Geleneksel Türk evi, mimari özellikleri bir yana, kültürel olarak içe dönük bir yapıdaydı. Kadının yoğun çalışma alanını oluşturan alt kat ve avlu, yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Avluya bakan geniş sofaya ise halk ağzında “hayat” (Arapça “hiyat/duvar”) adı verilirdi ve yaşam çoğunlukla burada akardı. İstanbul evleri de meşhur Haremlik-Selamlık bölümleriyle ikiye ayrılıyordu.
Hareketli bir yaşamı tüm kültürel kodlarında taşıyan bir Türk için yerleşik düzende bile evde tıkılmak muhakkak ki kolay değildir. Busbecq gibi 16. yüzyılın görgü tanıkları, salgın hastalıklar gibi durumlarda Türklerin hastalarla sağlıklı insanları ayırmak gibi önlemler konusunda çok da istekli davranmadıklarını ve epey kaderci olduklarını kaydeder. Ancak imkanı olanların hastalığın çıktığı yerden başka bir yöredeki evlerine ya da akrabalarına kaçtığını ve bu hareketin doğruluğunu onamak için fetvalar istendiğini de biliyoruz.