20. yüzyıl öncesinde savaşlarda ölenlerin %90’ı asker, %10’u sivil iken, günümüzde bu oran tam tersine dönmüş durumda. Savaşlar daima korkunçtu ama, artık çok daha çirkin ve kalleş yöntemlerle yürütülüyor. Sivilleri değil de askerleri hedef alan, ölümün kesin olduğu intihar saldırıları ise artık neredeyse 20. yüzyılda kalmış “klasikler” sayılıyor. İntihar saldırılarının psiko-tarihsel analizi.
İnsanlık savaş felaketinden kurtulamıyor. Bu nedenle, şiddetin nedenleri ve şekli konusunda sayısız araştırma yapılıyor. Şiddet, şayet genetik değil de kültürel ise, insanlığın ileride bir gün bundan kurtulabileceği umut ediliyor. Bir başka tartışma ise daha demokratik toplumların -en azından birbirleriyle- daha az savaş yaptığını öne sürerek, şiddeti yönetim biçimine, yani demokrasi kültürüne veya bunun yokluğuna bağlamaya çalışıyor. Bu tartışmaların hiçbiri kesin sonuca ulaşabilmiş değil ve bu arada savaşlar hiç durmadan insanlığı yakıp yıkmayı sürdürüyor.
Savaş süredursun, bizim en azından savaşın belli kurallar içerisinde yapılması gerektiği şeklinde bir telakkimiz var. Bunun en önemli unsuru, savaşçıların masum insanlara en azından kasıtlı olarak zarar vermemesidir. Ama işler tam tersine gelişiyor. 20. yüzyıl öncesinde savaşlarda ölenlerin % 90’ı asker, % 10’u sivil iken, günümüzde bu oran tam tersine dönmüş durumda. Yani savaşlar daima korkunçtu ama, artık çok daha çirkin ve kalleş yöntemlerle yürütülüyor.
İkinci bir telakkimiz de savaşçıların hiç değilse makul bir hayatta kalma şansı olmasıdır. Bazılarının öleceğini bilirsiniz ama, herkesi veya belli bir kişiyi mutlak ölüme göndermek istenmez. Günümüzde bu da intihar bombacıları sayesinde olabildiğince yaygınlaşıyor. Filistin’de intihar bombacıları duvar gazetelerinde şehit ve kahraman ilan ediliyor. Ailelerini gururlandırdıkları söyleniyor.
Bir başka boyutunu esas olarak IŞİD terör örgütünde görüyoruz. Üzerinde durulması gereken bir başka çok önemli husus da, intihar bombacılarının mutlaka belli devletler tarafından yönlendirilen terör örgütleri tarafından gönderilmesi. Bu artık dünyanın her gün burun buruna geldiği bir tehdit.
Peki insanları şiddete sevk eden, daha da önemlisi hayattan vazgeçmeye razı kılan şey nedir, veya nelerdir? Bunu anlamak için belki “umutsuzluk” kavramından yola çıkmak gerekir. Medeniyet denilen ve insanlığı yüz binlerce yıl boyunca günü gününe yiyecek bulma eziyetinden kurtaran olgu, önce tarım, sonra da köle emeği üzerine kurulmuştur. Verimli ovalarda çoğalan kimi kent devletleri fetih ve ittifaklar ile büyüyerek imparatorluk haline geliyor, fethettikleri kentlerin erkeklerini öldürüp, kadın ve çocuklarını alıyorlardı. Romalıların kuruluş döneminde Sabin erkeklerini öldürüp kadınlarını aldıkları en bilinen örnektir. Mezopotamya veya Yunan devletleri arasında da durum buydu. Ancak erkek köleler para ettiği taktirde, bir kısım esirin hayatı bağışlanırdı. Kentlilerin komşularını fethetmenin yanısıra, esir toplamak için dağlık bölgelere akın yapmaları da yaygındır. İşte, bu esaretten kurtulmak, sonuna kadar savaşmak için bir neden oluşturuyordu. İntiharın bir metot olarak öne çıktığı tarihsel olaylara, Roma işgallerinden, iyi bilinen bir örnekle başlayalım.
Masada: 960 Yahudi
Filistin’de Roma istilasına karşı yapılan bir savaşta, Masada kalesine sığınan 960 Yahudi, esir olmamak için intihar etmişti. Romalılar 73 yılında kaleyi yakın kuşatmaya alarak etrafını bir duvarla çevirdiler. Bu noktadan sonra kuşatılanların kaçması olanaksızdı ama her tarafında 400 metrelik duvar gibi dik uçurumla çevrili kalenin direnme gücü çok yüksekti. İki kişinin bile yanyana yürüyemeyeceği çok dar bir patikadan kaleye çıkılıyordu.
Romalılar yıllarca onların yiyeceklerinin tükenmesini beklemeye niyetli değillerdi. Binlerce ton kaya taşıyıp bir rampa inşa etmeye başladılar. Kuşatılanların taş atarak inşaatı engellemelerini önlemek için de esir Yahudileri kullandılar. Rampa aylar sonra koçbaşı kurulacak noktaya geldikten sonra, kuşatılanlar “utanç içinde yaşamaktansa, şanlı bir ölümü tercih ederek” uçurumdan atladılar. Sadece iki kadın ve beş çocuk sağ kaldı; en azından dilden dile anlatılan böyle. Ama uçurumdan atlayarak ölüm olaylarının birçok başka örneği var. Üstelik bir tanesi o kadar yakın tarihte meydana geldi ki, bazı şahitleri hâlâ yaşıyor.
Saipan uçurumları
1944 yılının Haziran ve Temmuz aylarında bir Amerikan kolordusu büyük bir Japon nüfusun yerleştirildiği Saipan adasına çıktı. Çok çetin çatışmalardan sonra yenilgi kesinleşince sivil ve asker Japonlar “Ölüm Burnu” veya bazen “Banzai Burnu” denilen bir kayalıktan atlayarak intihar etmeye başladılar. Bu, işgal edilenler arasında Japon sivil nüfusun çok olduğu ilk adaydı. Amerikalılar hemen siviller için bir kamp yaparak sivilleri buraya çağırdılar. Ancak Japon yöneticiler, bunun daha sonra başka yerlerde de sivillerin teslim olması için örnek teşkil edebileceği endişesiyle onları intihara teşvik ettiler. Amerikalılar bazılarının atlayışlarını ve denizde yüzen cesetleri uçurumun diğer tarafından filme almışlardır.
Japonlar esir düşmeyi o kadar şerefsizlik sayıyorlardı ki, kendilerine esir düşenlere de son derece kötü davranmış ve aralarında yüksek bir ölüm oranı olmuştur. Bu, Almanların ve Rusların esirlerini karşılıklı öldürme olayından farklıdır. Onlar birbirlerini ve her ikisi de Polonyalıları imhaya yönelmişlerdi.
Direnç veya teslim
Teslim veya intihar savaşı tercihi için kural yoktur. Bir kural varsa, bu umutsuzluğun ve moralin derecesiyle, bazen de düşmanın tutumuyla ilgilidir. Örneğin Ukraynalılar başta olmak üzere Sovyet askerleri, 1941 yazında Nazi kuşatması altında hemen teslim oluyorlardı. Ama esirlerin ve sivillerin hunharca öldürüldüğü öğrenildikçe, sonuna kadar direnmeye başladılar. 1941/42 kışında her iki tarafın askerleri de kuşatıldıkları zaman teslim olmuyorlardı ve bunun nedeni sadece diktatörlerin zorlaması değildi.
Ertesi kış Stalingrad’da her iki tarafın askerleri sonuna kadar direndi. 300.000 kişilik Alman 6. Ordusu’ndan sadece tahliye edilen 25 bin kadar uzman ve yaralı ile esaretten dönebilen 5 bin kişi sağ kaldı. Ancak, bu ordu tüm umutlar tükendikten sonra iki ay daha direnmiş olmasaydı, Kafkasya’da bulunan Alman ordular grubu da ricat edemeyecek ve elden çıkacaktı.
Aynı günlerde Singapur’da koca bir İngiliz ordusu Japonlar karşısında moral çöküntüsüne uğrayarak hemen teslim oldu. Sayısız farklı örnek vardır. Rotterdam kenti Alman saldırısı karşısında bir gün içerisinde teslim olurken, Leningrad halkı tam 900 gün kuşatmaya direndi. Günlük ekmek tayınının bir ara sadece 62.5 grama düştüğü kentte, 630 bin sivil sadece açlık ve soğuk nedeniyle öldü. Toplam kayıp 1 milyonu aştı. 900 gün direnmek, dile bile kolay gelmiyor.
Verdun: Boş yere ölmek
1916’da Fransız ordusundaki 330 alaydan 259’u von Falkenhayn’ın onlar için hazırladığı Verdun ölüm tuzağında savaştı. Amaç onları top ateşiyle büyük kayıp verecekleri bir ölüm bölgesine çekmekti ki, plan “Fransa kan kaybından bembeyaz olacak” sözleriyle formüle edilmişti. Cepheleri çökmedi ama Fransızlar burada yarısı ölü, 377 bin kayıp verdiler. Her alay ortalama 1.400 kayıp vermişti. Tahkimli siperlere karşı sürekli intihar saldırısına gönderilen askerler sonunda isyan ettiler. 1917 başında 112 tümenin 68’inde isyan havası vardı. Sonunda liderler taktiklerini değiştirmek zorunda kaldılar. 432 kişi ölüm cezasına çarptırıldı ve bunlardan 55’i infaz edildi. Bu arada yüzbinlerin hayatı kurtarılmış oldu, çünkü intihar saldırıları yerine daha akıllı savunma ve hücum taktikleri geliştirildi.
Bağdat: Ölüm emrine karşı
2004’ün Ekim ayında Bağdat’ta 20 kadar Amerikan askeri, zırhsız petrol tankerlerini sürmenin intihar anlamına geldiğini öne sürerek görevi reddettiler. Bu, emre itaatsizlik anlamına geliyordu. Bir süre tutuklanıp disiplin kovuşturmasına uğradılar. Ancak üzerlerine fazla gidilmedi ve olay gündemden düşürüldü.
Oysa Amerikan askerleri tarih boyunca birçok yerde sonuna kadar savaşmayı bilmiştir. Örneğin 1944 sonunda Leyte Körfezi muharebesinde birkaç destroyer ve korvet, çıkarma sahiline baskın yapan muazzam bir Japon filosuna karşı hiç düşünmeden intihar saldırısı yapıp zırhlıların ateşiyle paramparça olmuşlar, ama bu arada refakat filosunun mahvolmasını önleyecek zamanı kazandırmışlardı. Ama Bağdat örneğinde ölüm riskini kabul etmediler.
Varşova’nın üç kuşatması
2. Dünya Savaşı’nda Varşova üç kez kuşatılarak Alman güçlerine karşı büyük bir direniş gösterdi. Bunların birincisi savaşın ilk günlerinde, 1939 Eylül’ünde meydana geldi. Ağırlıkla subay ve astsubaylardan oluşan birlikler, sivillerin desteği ile başkentlerini savundular. Almanlar kentin altyapısını yoğun bir bombardımanla yıkıp susuz bıraktılar ve Rusların da doğudan saldırması karşısında direnişçiler teslim oldu.
İkinci ayaklanma ise Varşova gettosunda kalan Yahudilerin 1943’te Treblinka ölüm kampına tahliyesi üzerine gerçekleşti. Burada Almanlar gene çok vahşi yöntemlerle ayaklanmayı bastırıp hayatta kalanları da öldürdüler. Sadece birkaç kişi hayatta kalabildi. Burada sonuna kadar direnişin amacı, gettoya yığılan insanların zaten ölüyor ve ölecek olmasıydı.
Son ayaklanma Rusların Varşova önlerine gelmesiyle 1944 Ağustos ayında başladı. Almanlar 1945 Ocak ayına kadar, kentin % 35’ini blok blok yıkarak ayaklanmayı bastırdılar. Ruslar da harekete geçmek için Almanların Polonyalı direnişçileri sonuna kadar öldürmesini bekledi. Varşova’ya girdikten, hatta savaş bittikten çok sonra da hayatta kalmış direnişçileri buldukça öldürmeye devam ettiler. Üç direnişin sonunda Varşova’nın % 85’i tamamen yanıp yıkıldı.
2. Dünya Savaşı pilotları
Bu savaşta İngiliz ve Amerikalılar muazzam miktarda bombardıman pilot ve mürettebatı yitirdiler. 1943 sonlarında uzun menzilli avcı uçakları bombardıman filolarına refakat etmeye başlayıncaya kadar, her akında uçakların % 10’u düşürülüyor ve her uçakta 7 ila 10 kişi ölüyor, çok azı paraşütle atlayıp esir kampında savaşın sonunu bekliyordu. Zaten kanadı kopup spirale giren uçaktan atlamak, imkansız gibiydi. Pilotlar kimi zaman mürettebata atlama şansı vermek için kendilerini feda ettiler.
25 bombardıman görevine katılan, ülkeye dönme hakkı kazanıyordu. Ama % 10 kayıp oranıyla 25 görevi sağ salim tamamlama şansı % 5 civarındaydı. Bazı görevlerde kayıp oranı % 15 idi ve bu hesapla 25 görevi tamamlama oranı % 5’in de altına düşüyordu. Buna rağmen pilotlar ve mürettebat eksiği fazla çekilmedi. Savaşın ilk yıllarında bombardıman filosuna tayin olmak % 95 ölüm anlamına gelmekteydi ve hesap bilen her mürettebat bunu başından görebilirdi. Başından göremiyorsa da filoda birkaç uçuş sonra kesinlikle görüyordu. Onuncu görevde bile filonun üçte ikisi ölmüş oluyordu.
Alamo: Amerikan efsanesi
1836’da Teksas’ta bulunan Amerikalılar bağımsızlık ilan ederek birliğe katılmak isterken, Meksikalılar da onları kendilerine ait bu topraklardan çıkarmak istiyorlardı. Meksikalılar kuzeye ilerlerken Amerikalılar önce Alamo’da bulunan topları kuzeye taşımak için küçük bir grup gönderdiler ama bunları çekecek hayvan yoktu. Bu sırada gelenler, Alamo’nun düşmesi halinde Teksas’ı savunacak başka mevzi olmadığına inandılar ve dörtbir yana haber salıp takviye istediler. Ancak Meksikalılar kuşatmayı tamamlayıncaya kadar çok az takviye geldi.
Amerikalıların ilk başta sonuna kadar savaşmaya niyetleri yoktu ve çekilmelerine izin verilmesini istediler. Buna karşı General Santa Anna kayıtsız şartsız teslim koşulu öne sürünce savaşa karar verdiler. Gerçekten de Santa Anna kansız bir zafer istemiyor, Amerikalıları dehşete düşürecek bir örnek yaratmak istiyordu. 13 gün süren kuşatmanın sonunda 200 Amerikalı, 2.000 bin Meksikalı tarafından kılıçtan geçirildi. Kaçmak isteyenler de, teslim olanlar da öldürüldü.
Bazı köleler ve kadınlar olup bitenleri anlatıp korku salmaları için serbest bırakıldı. Ancak bu tam ters bir etki yarattı. İntikam arzuları kabaran Teksaslılar hemen bir ordu toplayıp kısa süre sonra Meksikalıları bozguna uğrattılar ve Santa Anna’yı esir aldılar.
Kayıtsız şartsız teslim
1943’ün Ocak ayında Roosevelt’in Casablanka Konferansı’nın basın toplantısında “kayıtsız şartsız teslim” konusunu ifade etmesi dünyada bomba gibi patladı. O tarihe kadar Almanlar Alamein’den başka büyük yenilgi almamışlar ve Stalingrad felaketi de henüz sona ermemişti. Japonlar ise Midway ve Guadalcanal’da yenilmişlerdi ama Pasifik ve Asya’da fethettikleri her yer henüz ellerindeydi. Bu nedenle kayıtsız şartsız teslim koşulunun bu ülkelerde her ne pahasına olursa olsun direniş azmi yarattığı çok tartışılmıştır.
Kuşkusuz ki bu durum, yönetimlerden ziyade çok sıradan askerler ve siviller için geçerliydi; çünkü Mihver güçleri bu tarihe kadar barış müzakeresi yapamayacak kadar savaş suçu işlemiş olup, ölüm fabrikaları çoktan faaliyete geçmişti. Ayrıca 1919 Versailles Antlaşması ile gelen teslimin utancını tekrar yaşamak istemeyeceklerdi. Ancak, bu açıklamanın savaş azminde tek başına ne kadar payı olduğu daima tartışma götürecektir. Muhtemelen olayların seyri değişmeyecek, ama belki bazı muharebelerde sonuna kadar direnmeyeceklerdi.
Kamikaze: Korkunç çaresizlik
Kamikazeler savaşın son aylarında intihar uçuşuna gönüllü olmaya zorlanan pilotlardı. Aksi halde ailelerinin şerefsiz kalıp dışlanacağı tehdidi altında kaldılar. Ölümden kurtulmak için hiçbir şansları yoktu. Paraşütleri olmadığı gibi, dönüş için yakıt da konmuyordu. Son bir kadeh sake içirilip törenle ölüme uğurlanıyorlardı. Ve boş yere.
Savaşın son aylarında Kamikazeler 34 gemi batırıp 368 gemiyi hasara uğrattılar. Son iki çıkarma olan Iwo Jima ve Okinawa’da ise ölü ve yaralı olarak sırasıyla 26.000 ve 49.000 kayıp veren Amerikalılar savaşı ne pahasına olursa olsun bir an önce sona erdirmek için her şeyi yapacak bir ruh hali içine girdiler. Sonuçta Kamikazeler ile intihar savaşları, Japonlara atom bombaları olarak geri döndü.
Öte yandan, savaşın son aylarında Almanlar da Amerikan uçaklarına çarparak onları düşüren bir filo kurdular. Ama onlar pilota kurtulma şansı veriyorlardı. Pilot, kanadıyla bombardıman uçağının dikey kuyruğunu parçaladıktan sonra paraşütle atlıyordu. Ancak bu da umutsuz bir girişimdi; savaş zaten çoktan yitirilmişti.
Osmanlı’da intihar görevleri: Serdengeçtiler
Hayatta kalma şansının çok az olduğu intihar görevlerine gidenlere “Serdengeçti” adı verilirdi. Bunlar düşman ordusu içine dalıp dengeyi bozar veya kuşatma altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılırlardı. Bazen “dalkılıç” da denilen serdengeçtilerin, altında ölüme koştukları bir bayrakları vardı. Mucize eseri kurtulup sağ dönenler ise özel bir tüylü başlık giymeye hak kazanırlardı ki, bu hem korku yaratır hem de giyene büyüklük sağlardı.
1686 yılında, uzun süredir kuşatma altındaki Buda kalesine ulaşmak için düşman hatlarını yarıp geçmek için gönderilen 2.000 serdengeçti arasından sadece 200 tanesi sağ kalarak kaleye ulaşabilmişti ki, sonuçta onlar da tam olarak kurtulmuş sayılmazdı. Bunlara büyük maddi mükafat veriliyor, hayatta kalanlar İstanbul’da yüksek maaşlı sipahi bölüklerinden birine tayin ediliyor veya maaşı iki katına çıkarılıyordu. Ama gene de % 90 ölüm olasılığı vardı. Bir başka örnek de, 1657’de Bozcaada’ya çıkarılan 300 Serdengeçtiden sadece 40 veya 50 tanesinin hayatta kalmasıdır.
Napoléon’un eski muhafızları
Bu muhafızlar, imparatorun yanında en az üç sefere katılmış, en az 10 yıl tecrübeli askerlerden oluşan özel bir birlikti. Bazıları bir düzineden fazla savaşa katılmıştı. İmparatora sadakatle bağlı idiler. 1815’de Napoléon’un son savaşı olan Waterloo’da kuşatılınca teslim olmayı reddedip ölmeyi seçtiler; onun kaçmasını sağlamak için sonuna kadar direndiler. İngilizler teslim olmalarını isteyince komutanları General Pierre Cambronne’un “merde” (s..tir) diye bağırarak yanıt vermesi çok meşhurdur. Bunun “muhafız birliği ölür ama asla teslim olmaz” anlamına geldiği ifade edilmiştir. 1840’ta Napoléon’un cenazesi St. Helena adasından Fransa’ya getirildiği zaman, hayatta kalan eski muhafızlar zamanın yıprattığı üniformalarını giyerek saygı duruşuna gelmişlerdi.
Seçkin birliklerde ölüm
2. Dünya Savaşı’nda kendi orduları tarafından pek sevilmeyen bazı birliklerde aşırı yüksek bir ölüm oranı vardı. Sevilmemelerinin nedeni, özel birliklerin en iyi askerleri seçmeleri ve eğitimleri için çok büyük kaynak ayrıldıktan sonra bunları aşırı kayıp verilen operasyonlarda zayi etmeleriydi. Örneğin Orde Wingate’in komando tugaylarından biri, Burma’da 2.000 mevcutla başladığı operasyondan sadece 118 personelle dönmüştü. Bir başka tugay personelinin % 70’i ölmüş veya çürüğe çıkmıştı.
Paraşütçüler de her zaman aşırı kayıp vermiştir, o kadar ki Hitler Girit’teki kayıplarından sonra paraşütçüleri operasyondan men etmiş ve savaşın sonuna kadar piyade olarak kullanmıştı. Fransa kıyısına yapılan komando operasyonlarında da korkunç kayıp oranları vardı. Ancak aşırı zorluklarına rağmen, bu operasyonlarda küçük de olsa hayatta kalma şansı bulunmaktaydı
VATAN UĞRUNA!
Sadakat yemini ve sonuna kadar savaş
Geçmişimiz şiddet dolu. Bu avcı-toplayıcı olarak yaşadığımız çağdan beri var; çünkü insanlar enerjilerinin bir bölümünü en verimli kaynakları ele geçirmeye harcamanın hayatta kalmak için verimli bir yol olduğunu görmüştür. Şiddet,neolitik çağda da devam etmiş, kentleşme ile birlikte sistemli hale gelmiştir. Vergi toplayan devletin oluşmasıyla birlikte krallar düzenli ordu besleyecek kaynakları yaratabilmişlerdir. Kentler hem içte, hem de dışa karşı şiddetin kurumsallaşması, çok sayıda köle ele geçirme, yağma ve fetih için üs olmuştur. Ne var ki askerler gücün kendilerinde olduğunu farkedince, bunu kendilerine en iyi teklifte bulunan kişiye satmaya, bazen de bizzat kendi iktidarları için kullanmaya başladılar. Örneğin, Roma’nın çöküş döneminde “pretorien” denilen imparatorluk muhafızlar bazen darbe yapıp en yüksek bahşiş verene taç giydirirdi. Bu nedenle askerler için yeni şeref ve sadakat kodları oluşturulmuştur. Yemin etme, krala bağlılık, emre itaat… Tabii, bu yeminler binbir bahaneyle bozulabilirdi.
1.Dünya Savaşı’na kadar, birkaç ülke hariç, sadakat yemini ülkeye değil kral, imparator veya padişahın şahsında devlete, yani onları ölüme gönderenlere yapılırdı. Şimdi de meclisler gönderiyor, liderler gönderiyor, iman için gönderiliyor, ülke için gönderiliyor vs. Bununla birlikte krallara, imparatorlara ve istilacılara karşı direnenler de her zaman tarihin bir parçası olmuştur.
Eski çağlarda yenilenler öldürülür, kadınları ve çocukları köle yapılırdı. Ancak, iyi para edecekse, savaşçılar da esir alınırdı. Bu kaderden kaçılması, çoğu kez sonuna kadar savaşı ve intihar eylemlerini yaygın hale getirmiştir. Öte yandan şeref kodu, savaştan kaçanı toplumdan tecride götüren bir şekilde hem kabile toplumlarında hem aristokrasi arasında hem de inanç savaşçıları arasında görülür. O artık toplum dışıdır. Bu anlayışın günümüz kent insanında zayıfladığını da ifade etmek gerekir. Ancak, tarih boyunca savaşta ölmekten çok daha garantili bir yol, savaştan kaçmaktı. Firariler de tarih boyunca idam edilmiştir.
Krallar bir miktar asker, toprak yitirince veya parasız kalınca savaşa son verirdi. Halklar ise en umutsuz durumlarda bile on yıllar boyu savaşmaya devam ediyorlar. Asla pes etmiyorlar, hatta barışa yönelen unsurları baskı altına alıyor ve tasfiye ediyorlar. Teslimiyetten söz edenleri kurşuna diziyorlar. Paris Komüncülerinin teslim olmayı reddedip savaşı uzatması, Hitler’in savaşı yitirdikten sonra aylarca savaşı sürdürmesi, Vietnam’ın aşırı yüksek bedel ödediği savaşlar, Filistinlilerin muazzam kayıplara uğraması buna örnek verilebilir.
1947 yılından beri mülteci kamplarında İsrail bombaları altında yaşayıp Lübnan ve Ürdün’de katliamlara uğrayan umutsuz nesiller intihar eylemlerine meyledebiliyor. Halbuki, 1947 yılında BM’in adaletsiz bölünme planını kabul etseler bile, şimdi sıkıştıkları Batı Yakası ve Gazze Şeridi’nden on kat büyük bir devletleri olacak, mücadeleyi farklı şekilde yürütebileceklerdi. Irak’da ve Suriye’deki intihar eylemleri de yüzbinlerin ölümüyle paralel gelişti.