Âdâb-ı muâşeret kuralları, her şeyden önce toplumsal yapıyı teyid eder ve yeniden üretirler. Bir başka deyişle üst sınıfın üstlüğünü, alt sınıfların ise altlığını görünür kılarlar ve bu nedenle de üst sınıf mensuplarına küçük yaştan itibaren telkin edilirler.
IRVIN CEMİL SCHICK
… İlk defa 1899 yılında yayınlanan The Theory of the Leisure Class. An Economic Study of Institutions başlıklı eserinde Thorstein Veblen, âdâb-ı muâşeret ile sınıf arasında ilginç bir ilişki kurar. Ona göre edepli davranmanın asıl işlevi, bunun bir lüks olmasından kaynaklanmaktadır. Nasıl saçlarını yaptırmak, tırnaklarını uzatmak, topuklu papuç yahut korse giymek bunları yapan kadının hayatını bileğinin gücüyle kazanan bir emekçi olmadığını kanıtlarsa, âdâb-ı muâşeret kurallarını öğrenmek ve uygulamak için harcanan vakit ve enerji de bu kurallara uyan kişinin üretken olmayan üst (“aylak”) sınıfa mensubiyetini teyid eder…
Pierre Bourdieu’nün La Distinction. Critique sociale du jugement adlı ve aslında Fransa üzerine ampirik bir çalışmanın ürünü olan kitabı işte bu noktada ufuk açıcıdır. Bourdieu, iktisadî sermayeden farklı olan, ancak belli şartlar altında kısmen iktisadî sermayeye tebdil edilebilen toplumsal ve kültürel sermayelerden söz eder. Sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının birbirlerinden tefrik edilmesinde, dolayısıyla da alt sınıflardan üst sınıflara sızılmasının önlenmesinde kültürel sermayenin (örneğin eğitim, terbiye, “dünya görmüşlük” gibi) can alıcı bir rol oynadığını ve bu nedenle bir hegemonya aracı olduğunu gösterir. Bir kişi veya zümrenin “zevk sahibi” olup olmamasının toplumdaki kültürel sermaye sahipleri tarafından belirlendiğini, bu suretle beğeninin o kişi veya zümrenin sınıfsal aidiyetini belirleyici bir nitelik kazandığını anlatır.
Bu durumda kültürel sermaye ve onun önemli bir unsuru olan âdâb-ı muâşeret kuralları, herşeyden önce toplumsal yapıyı teyid ederler ve yeniden üretirler. Bir başka deyişle üst sınıfın üstlüğünü, alt sınıfların ise altlığını görünür kılarlar ve bu nedenle de üst sınıf mensuplarına küçük yaştan itibaren telkin edilirler. Bir sınıfın yahut sınıf fraksiyonunun dünya görüşü, değerleri, beğenileri, hayat tarzı, alışkanlıkları, eğilimleri hep birden Bourdieu’nün habitus dediği, söz konusu zümrenin gerek pratiklerini, gerekse temsillerini şekillendiren, hem yapılanmış, hem de yapılandırıcı yapılar kümesini teşkil ederler. En önemlisi, bunun dışsal bir dayatmaya gerek kalmadan, sınıf mesuplarının içselleştirmesiyle var olmasıdır. “Seçkinlik zenginlikten ibaret değildir” denildiğinde, yahut “eski para” ile “sonradan görmeler” birbirleriyle kıyaslandığında hep bu içselleştirilmiş (yahut da içselleştirilememiş) habitus söz konusudur. Nitekim İstanbullu ile taşralıyı karşılaştırdığı ünlü bir beytinde şair Nâbi (1642–1712) şöyle der:
“Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-ı şîve vü nâzı / Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz”.
… Birçok eserinde Foucault, modern toplumlarda insanların nasıl kaba kuvvete gerek duyulmadan hizaya getirildiğini ortaya koymuştur… Devletlerin “makbul vatandaş” üretmek için kullandıkları yöntemlere Foucault gouvernementalité der, vatandaşın bedeni üzerinde devletin kurduğu tahakküme ise biopouvoir. Aslında âdâb-ı muâşeret her ikisinin de önemli bir ögesidir. Gerçi elbette günümüzde bu kuralları koyan devletin kendisi değildir ama, iktidarın ve mevcut düzenin bekasından menfaat elde eden kesimler âdâb-ı muâşeret hususunda özellikle titiz ve ısrarcı olurlar. Üstelik bugün toplum baskısıyla sağlanan bazı davranışların bir zamanlar devlet tarafından dayatıldığı da unutulmamalıdır. Örneğin nerede kot pantolon, nerede takım elbise giyilmesi gerektiğini, ne zaman kravat takılacağını günümüzde belirleyenin örf olduğu söylenebilir. Öte yandan Sultan II. Mahmud’un 1824’te çıkarttığı bir ferman, toplumun kendi kendini âdâba uygun bir şekilde yönetmediği devirlerde devletin nasıl müdahale edebildiğini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır… Eskiden insanlar kendi sınıflarına mahsus kıyafetleri giyerek âdâba uyar, herkes haddini bilirken, son zamanlarda akıllarına geldiği gibi giyinmeye başlamışlar, bu nedenle de kimin hangi sınıftan olduğu anlaşılmaz olmuş, bu da sarayı rahatsız etmiştir. Ferman, toplumsal düzenin yeniden sağlanabilmesi için Sultan’ın tebaasına mevkilerine uygun kıyafetler giymelerini emretmektedir…
Tekkelerde, dükkânlarda, kahvehanelerde asılı duran sayısız “Edeb yâ Hû” levhaları da keza. Osmanlı döneminde âdâb kaideleri birçok farklı yöntemle topluma dayatılmıştır. En başta şüphesiz dinî eğitim vardı, ama onun yanı sıra yukarıda sözü edilen kıyafete dair resmî kurallar ve şehir hayatının çeşitli başka boyutlarını düzenleyen benzerleri, esnaf ve zanaatkârları denetleyen fütüvvet ve âhîlik kurumları ile loncalar, tekke âdâb ve erkânı, saray ve çevresinde protokolü düzenleyen teşrîfat kaideleri, kavâid-i mecâlis risâleleri, ve elbette ailelerde çocuklara genç yaştan itibaren öğretilen, bu suretle de içselleştirmeleri sağlanan bilumum âdâb-ı muâşeret kuralları, Osmanlı tebaasını hizada tutmanın bazı yollarıydı. Ancak toplum değişince bu kuralların da değişmesi doğaldır ve bu durumda insanların yeni kuralları bir şekilde öğrenmesi gerekir. Böyle durumlarda nasihatnâmeler ve âdâb-ı muâşeret kitapları, söz konusu kuralları herhangi bir nedenle organik bir biçimde içselleştirmemiş olanların eğitilmesine yarar…
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde de, Cumhuriyet’in ilk döneminde de, âdâb-ı muâşeret kitapları Avrupaî hayat tarzını benimsemiş olan bir seçkin zümre oluşturma gayesinde idiler. Çoğunlukla bu doğrudan doğruya devlet güdümünde olmasa da hiç olmazsa iktidarın amaçlarını benimsemiş olan bir kesim tarafından yürütülmüş, bazen de iktidarın politikalarına eklemlenmiştir…
(Adab-ı Muaşeret – Osmanlıca Adab-ı Muaşeret Kitaplarında Sofra ve Mutfak Adabı / “ruhun gıdası kitaplar”-2018 / Sunuş yazısından kısaltılarak alıntılanmıştır.)