Osmanlı Devleti şüphesiz modern anlamıyla bir sosyal devlet değildi ama, padişahların, valide sultanların, vezirlerin, ulemanın, hayırsever zenginlerin kendi keselerinden tesis ettikleri vakıflar, sosyal devlet ihtiyacını “sivil toplum örgütleri” olarak yerine getiriyordu. Bu durum giderek bozulmuş, imarethaneler asalak bir kesimin geçim kaynağına dönüşmüş ve 20. yüzyılın başlarından itibaren yıktırılmıştır.
Klasik Osmanlı asırlarında devlet bütçesinden sadece askerî ve mülki harcamalar yapılırdı. Eğitim ve sağlığa yönelik okul inşaatı, öğretmenlerin maaşları, darüşşifa/hastane inşaat ve tamir giderleri tamamen vakıfların bütçesinden karşılanırdı. Çeşme, yol, köprü gibi bayındırlık faaliyetlerinin (askerî kışla, cephanelik, tersane, baruthane vb. yapılar ile sefer yolundaki köprülerin inşaat ve tamirleri haricinde) maddi kaynağı vakıflar hazinesiydi.
Günümüzün sosyal devlet anlayışından çok uzak bir devlet yapılanması olsa da, bizzat padişahların, valide sultanların, vezirlerin, ulemanın, hayırsever zenginlerin kendi keselerinden tesis ettikleri vakıflar, sosyal devlet ihtiyacını “sivil toplum örgütleri” olarak yerine getiriyorlardı.
Güneybatı Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa’daki kitabî dinlere mensup toplumlarda dinsel öğretilerin bir yansıması olarak hayırseverlik teşvik ediliyordu. Müslümanlarda İslâm’ın beş şartından biri sayılan, zenginlerin mallarının kırkta birini zekât olarak yoksullara dağıtması zorunluluğu vardı. Çeşme, yol, köprü, okul, hastane gibi “sadaka-i cariye” olarak kavramlaştırılan bir hayır eserini topluma kazandıran hayırseverlerin, öldükten sonra bile o hayır eserini kullananlar sayesinde sevap kazanmaya devam edeceğine inanılırdı. Hıristiyan ve Yahudiler de kendi dinsel öğretileri çerçevesinde sadaka kültürünü benimseyerek yaygınlaştırmışlardı. Anadolu’da da yardımseverlik kültürü ile örf ve adetler şekillenmişti.
Celali İsyanları: Bir dönüm noktası
Anadolu Selçuklularının ticaret yollarına büyük bir ustalıkla inşa ettikleri kervansaraylarda, tüccarlara, gezginlere, muhtaçlara, yoksullara ücretsiz sıcak yemek sundukları aşhanelerin daha mükemmellerini Osmanlılar imaret adıyla inşa ettiler. Tamamını çekip çevirebilmek için zengin gelir kaynakları tahsis ettikleri vakıflar kurdular. Buralarda yoksullara, öğrencilere, günde iki öğün ücretsiz sıcak yemek dağıtabiliyorlardı.
Anadolu’nun 16. ve 17. yüzyıllardaki Celali İsyanları sırasında sosyal düzeni altüst oldu. İnsan kitlelerinin topraklarını terkettikleri “büyük kaçgun” sırasında ve takip eden yıllarda gıda üretimi oldukça düştü. İnsanların gittikçe yoksullaştığı bir dönemde, köklü bir geçmişi olan ve iyice kurumsallaşan bu gibi imaretler, açlıktan kitlesel ölümlerin önüne geçilmesinde büyük katkı sağladılar. Zengin vakıf gelirleri olan bu imaretlerde talebeye, yoksullara, misafirlere sunulan mönüde çorba, pirinç pilavı, et ağırlıklı yemeklerle, zerdeden aşureye tatlı, üzümden patlıcana kadar turşu eksik olmazdı. Fırınlarında fodula adı verilen en kaliteli ekmekler pişirilip dağıtılıyordu.
Ömer L. Barkan’ın tespitlerine göre 1530-40 arasında Anadolu Eyaleti’nde devletin topladığı gelirlerin %17’si padişahların, valide sultanların, vezirlerin, büyük devlet adamlarının kurduğu vakıflara tahsis edilmişti. Buna ilave olarak büyük mülklerin kiraları da aynı havuza akıyordu ve bu gelirlerle 45 imaret, 342 cami, 1055 mescit, 10 medrese, 626 zaviye ve hangâh, 154 muallimhane, 1 kalenderhâne, 1 mevlevihane, 2 darülhuffaz, 75 büyük han ve kervansaray işletiliyordu. Görevlendirilen 121 müderris, 3756 hatip, imam ve müezzin ile 3299 şeyh, şeyhzade, kayyum, talebe veya mütevelliye vakıf gelirlerinden maaş verilmekteydi. Devletin diğer eyaletlerindeki oranlar ve sayılar da birbirine yaklaşıktır. Vakıfların bütçesinden bu kadar çok sayıda personelin geçinmesi eleştirilse de sonuçta yerine getirilen görevler sosyal ihtiyaçları karşılıyordu.
20 imaretten ikisi kalıyor
İstanbul’daki 20 imaretin ikisi haricinde kapatılmasına dair 19 Nisan 1911 tarihli kanun rayihası. Meclis-i Ayan antetli belge, Evkaf Nazırı Hayri, Sadrazam İbrahim Hakkı ve Sultan Reşad’ın imzalarını taşıyor.
Tanzimat öncesi yolsuzluk batağı
Sosyal dayanışmayı yerine getiren böylesine güzide kurumlar da Tanzimat dönemine gelinceye kadar devletin diğer unsurlarındaki bozulmaya paralel olarak yolsuzluk batağına saplandılar. Devletin kaybettiği topraklardaki vakıflardan gelen gelirlerin arkası kesilmekle, bunlar asli işlevlerini yerine getirmekte zorlandılar. Aslında öğrencilere, yoksullara, muhtaçlara tahsis edilen imaret sofraları, zamanla oluşan asalak bir kesimin geçim kaynağı haline dönüştü. Padişahlara, vezirlere, üst düzey yöneticilere mensup bir zümrenin tekeline geçen imaret haklarının, alınıp satılan hisse senetleri misali piyasası oluştu. Bilhassa “duagu” adı verilen ve işleri sadece padişahın ömrüne, devletinin selametine dua etmek olan bir zümre, imaret gelirlerinin birçoğunu ellerinde tutup babadan oğula miras bırakırken, gerçek yoksullar, muhtaçlar ve öğrenciler ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle geldiler.
Osmanlı toplumunda sosyal dengelerin giderek bozulması, 19. yüzyıldaki Tanzimat reformlarında, devleti sosyal politika ilkelerini gerçekleştirebilecek kurumsal arayışlara yöneltti. İlk olarak 1845’te Anadolu ve Rumeli’de 10 bölgeyi kapsayacak şekilde kurulan ve İmar Meclisi adı verilen komisyonlar, ülkenin sosyal ve iktisadi topografyasını çıkarmak üzere gittikleri bölgelerde esaslı incelemelerde bulundular. Nüfusu arttırabilmek uğruna evliliğin kolaylaştırılması; insan sağlığına önem verilmesi; tarım, sanayi ve ticaretin gelişmesi; çiftçinin tefeci eline düşürülmemesi; ürününün ticari pazarlara, iskelelere ulaştırılabilmesi için yol teşkilatının tamamlanması; cehaletin ortadan kaldırılarak eğitime önem verilmesi; vergi tahsilatının adil bir şekilde gerçekleştirilmesi doğrultusunda hazırladıkları raporlarla, ülkenin sosyal politikalar oluşturabilmesi için gereken ilk verileri sağladılar.
Babadan oğula
Bahçekapı’daki Sultan 1. Abdülhamid imaretinden günde dört çift fodulanın, mutasarrıfı Mehmed Asım’ın vefatı üzerine sadece günlük bir çiftinin oğlu Şefik’e tahsis edildiğine dair 5 Şubat 1910 tarihli ve Sultan Reşad tuğralı berât.
2. Abdülhamit: Öncü bir padişah
Merkezî bürokrasi ilk defa taşrayı etraflı bir şekilde tanıma fırsatını bulduktan sonra, sosyal yardım ve dayanışma kurumlarının altyapısıyla ilgilenerek Avrupa’da gelişen sosyal devlet ilkelerine biraz daha yakınlaştı. Artık devletin bütçesinden sadece askerî ve mülki harcamalara değil, sosyal hizmetlere de kaynak aktarmanın zamanı gelmişti. Askeriye ve ilmiye memurlarının emekliliği; Maarif Nezareti’nin kurulmasıyla eğitim ve öğretimdeki harcamalar; Sıhhiye Nezareti’yle hastane ve sağlık görevlilerinin maaşları, genel bütçe içine alındı. Bilhassa 2. Abdülhamid’in saltanatında Kafkaslar ve Rumeli’den Anadolu’ya yönelen göç dalgasında göçmenlerin iskân ve iaşeleri için sosyal devlet ilkelerine daha da yaklaşıldı. Masrafları Hazine-i Hassa’dan karşılanan göçmen konutları, okullar, mescitler inşa edilerek sancılı bir dönem atlatıldı. Dilenciliğin önlenmesi adına yola çıkıldığında Darülaceze, yetimlerin okuyabilmesi için Darüşşafaka kuruldu. Tüm bu gelişmeler 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki Partisi etkisindeki yönetimde sosyal dayanışmayı vakıflara terkeden geleneksel yapının ıslahı ihtiyacını ve 20. yüzyılın sosyal devlet anlayışını ortaya çıkardı.
Bu doğrultuda öncelikle İstanbul’daki imaretlerin öğrencilerin ihtiyaçlarını gideremediği ortaya çıkınca araştırılması tavsiye olundu. İmaret ve medreselerin ıslahı komisyonunun 1909’da başlattığı çalışmalarla İstanbul’daki imaretlerin kapatılması ve öğrencilere yemek bedelinin verilmesi kararlaştırıldı. O sıralarda imaretlerin kapatılacağı haberleri yayılınca Volkan gazetesinde Derviş Vahdeti aleyhte yazılar yazmaya başlamıştı. Ürgüplü Hayri Efendi’nin Evkaf Nezareti’nin başına geçmesiyle medreselerin ıslahı projesi kapsamlı bir şekilde ele alındı ve kısa sürede imaretlere de el atıldı.
Vakıftan nemalanan devlet görevlileri
Öncelikle asırlardan beri vakıflardan nemalanan “duagu”luk görevleri kanunla iptal edildi. Ardından hazırlanan kanun teklifi ile İstanbul’daki 20 imaretten, biri İstanbul’da diğeri Üsküdar’da iki tanesinin açık bırakılarak diğerlerinin kapatılması; öğrencilere ve yoksullara yiyecek bedeli verilmesi; çalışanların yaşadıkları müddetçe evlatlarına miras kalmamak şartıyla maaş almaları öngörüldü. 6 Nisan 1911’de Meclis-i Mebusan’da kanun maddeleri tartışılırken Akka Mebusu Tevfik Efendi Bayezid İmareti’ndeki gözlemlerini aktarır: “Mebuslar Bayezid İmareti’ni incelemeye giderler. Ortada ne duman ne de is alameti görürler. O manzarayı gören 10 senedir burada ne ateş yakılmış, ne de bir şey pişirilmiş der. Beş-on kazan duvar dibine atılmış. Bir görevli bulmuşlar da sormuşlar: ‘Fakirler buraya geliyorlar mı’? Adam utanıp sıkılarak ‘bazen geliyorlar’ demiş. ‘Gelince ne yediriyorsunuz’? ‘Bazen para veriyoruz’ demişler. İmarethanelerde görevli aşçı, sofracı, ekmekçi, külcü, ateşçi zengin olmuşlar. Onların menfaati aleyhine imarethaneleri kaldırdık mı şeriata aykırı olarak imarethaneleri kaldırıyorlar diye bağıracaklar”.
İmaretlerdeki yolsuzluklardan şikâyetçi olan Tevfik Efendi devamla “Evkaf Nezareti layihasına göre aşçı, sofracı, ekmekçi, külcü, ateşçi gibi görevliler kaydı hayat şartıyla tahsisatlarını nakden maaş olarak alacaklar. Ölünceye kadar ziftlenecekler” diyerek maaşlarının da kesilmesini ister. Nazır Hayri Efendi bir anlamda bunların kazanılmış haklarının ellerinden alınamayacağını şer’i delillerle anlatınca ısrar etmez. Meclis-i Mebusan’da imaretlerin kapatılmasına yönelik kanun teklifine hiç kimseden itiraz gelmez. Sadece usul bakımından bazı eleştiriler olur ve hızlı bir şekilde kanun maddeleri kabul edilirken son dakika hamlesiyle Hayri Efendi 6. Madde olarak “ilga olunan imarethanelerin yerlerine vakıf için gelir getirecek akar inşa olunabilecektir” maddesini ilave ettirir ve yedi maddelik kanun kabul olunur. Evkaf Nazırı Hayri Efendi, Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa ve Sultan Reşad’ın imzalarıyla, Takvim-i Vekayi’nin 13 Nisan 1327 (26 Nisan 1911) tarih ve 808 numaralı nüshasıyla yayımlanıp yürürlüğe girdikten sonra 2. Tertip Düstur’un 3. Cilt ve 353. sayfasında da yayımlanır.
Bakan Hayri Efendi Cemil Paşa’ya karşı
Hayri Efendi ilk olarak Sultan 1. Abdülhamid’in Yeni Cami güneyindeki imaretini kapatıp yıktırır ve yerine bugün de mevcut olup turistik otele dönüştürülen 4. Vakıf Hanı’nı yaptırır. İmaretin köşesindeki harikulade çeşmeyi yerinden söktürür ve Gülhane Parkı girişi karşısındaki Zeynep Sultan Camii’nin köşesinde yeniden kurdurur. Hanın inşaatı sırasında zamanın Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil Paşa (Topuzlu) ile arası gerginleşir. Cemil Paşa’nın şehircilik projelerine göre Hamidiye Caddesi 20 metre genişliğinde olacaktır ama Evkaf Nazırı buna uymayarak caddenin daralmasına sebep olmuştur.
Cemil Paşa anılarında bu olayı anlatırken “esnafımızın yaptırdıkları bu imaretin, çok hayırlı sosyal yardım müessesesinin, yıktırılmayarak ıslah ve tanzim edileceğine ve yeniden buna benzer aşhaneler yaptırılacağına Evkaf’a fazla varidat temini için yıktırılıp yerine bir han yapılmasına hâlâ bir türlü akıl erdiremiyor ve müteessir oluyorum” diyerek Hayri Efendi’yi eleştirir. Hayri Efendi de anılarında “Cemil Paşa’nın Avrupa’da okurken Türklüğünün ve İslâmlığının sarsıldığını, Yeni Cami yanındaki kemerli geçidi kaldırıp, Avrupalı turistlere ayıp olmasın diye abdest alma musluklarını perde ile kapatmayı düşündüğünün” dedikodusunu yapar.
Cemil Paşa “çok hayırlı sosyal yardım müessesesi yıktırılmayarak ıslah edilmeliydi” demekte haklı çıkmış ve 1 yıl sonra Balkan Savaşı’nda Bulgarların önünden kaçarak İstanbul’u dolduran göçmenlerin iaşesi çok büyük zorluklarla sağlanabilmiştir.