Yaygın kullanımı 14. yüzyılda başlayan ateşli silahlar, 19. yüzyılın ortalarına kadar zahmetli araçlar olarak kaldılar. Kaval namlunun yerini yivli namluya bırakması, misket merminin konik forma bürünmesi, atış ve yükleme sistemlerinin gelişmesi tüfekleri hem daha pratik hem de etkili silahlar haline getirdi. Seri atış mekanizmasının icadıyla tüfek gerçek bir ölüm makinasına dönüştü. Silah teknolojisi bugün robot savaşçılar üzerinde çalışacak kadar gelişmiş olsa da, mertliği bir kez bozan tüfek hâlâ savaş alanlarının en acımasız katili olmaya devam ediyor.
Son yüz küsur yıl içerisinde 200 milyondan fazla insan hemcinsleri tarafından öldürüldü. Tarih öncesinde ilk kurbanının hayatına muhtemelen taş veya sopayla son veren homo sapiens, nihayet işi bu raddeye getirdi. Aklını, zekasını, ölüm araçlarını geliştirmek için kullandı. Eski çağlara ait buluntular neredeyse her beş veya altı insandan birinin hemcinslerinin kurbanı olduğunu gösteriyor. Bu toplumdan topluma değişse de, çoğu kafataslarında olan şiddet izleri buna işaret ediyor. Günümüzde ise her elli kişiden biri hemcinsleri tarafından doğrudan şiddetle öldürülüyor. 20. yüzyılda yaşamış olan 10 milyar insanın yüzde 2’si bu şekilde öldü.
200 milyon küsur ölümün bir kısmı toplu imha yöntemleriyle gerçekleştirildi. Toplama kampları, gaz odaları, sözde çalışma kampları, kültür devrimleri, hava bombardımanı, zehirli gaz ve biyolojik silahlar da homo sapiens’in öldürme konusunda ne kadar yaratıcı olduğunu gösterir. Günümüzde insanların kör bıçaktan lazerli füzeye kadar çok geniş bir araç yelpazesi var. Ama, hiçbir cephaneliğin vazgeçemeyeceği tek silah, çeşitli otomatik tüfeklerdir.
Ateşli silahlar yaygın kullanıma girdikleri 14. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar çok zahmetli araçlardı. Fitilli tüfeği ateşlemek için namluyu temizlemek, hazneye barut koymak, fitili yerleştirmek, kurşunu koyup çaputla sıkıştırmak, fitili yakmak, nişan almak, sarsmadan beklemek, bu arada yağmurda, çamurda barutu hep kuru tutmak gerekirdi. Çakmaklı tüfek işi biraz daha pratik hale getirdi ama gene de elli metreden bir adamı vurmanın garantisi yoktu. Bu nedenle bölükler sıkışık düzende toplu halde ateş eder, birinci saf ateş edip çekilirken ikinci saf tüfeği doldurur, üçüncü saf ise ateş etmek için aralarından öne geçerdi. Subaylar ve çavuşlar bağırıp durur, yakın mesafeden karşılıklı ateş yiyen safları terk edenleri vururlardı. Askerin düşmandan çok kendi çavuşundan ve hepsinin de başçavuştan korkması esastı. Takım subayı, elinde tabanca ve kılıçla, safların eriyinceye kadar yerinde kalmasına nezaret eder, şans eseri ayakta kalanlar ya da arkada bekleyen takviyeler süngü hücumuna geçerdi. O dönemin büyük yuvarlak kurşun mermileri değdiği uzvu parçalar, ölüm oranı çok yüksek olur, hayati yara almayanların bir kısmı da kan zehirlenmesinden giderdi. Cerrahın elini yıkaması, ameliyat gereçlerinin sterilizasyonu ancak 19.yüzyılın sonlarında yerleşmeye başlayan bir adetti. Serum ve antibiyotikler ise ancak 20. yüzyılın ortalarında çıkacaktı. Yani, eskiden çoğu yaralanma ölümle sonuçlanırdı.
19. yüzyılın ortalarından itibaren kaval namlunun yerini yivli namlu alırken, konik hale dönüşen mermi de kovanı ve ateşleyici kapsülüyle birlikte tek parça haline geldi. Bunu seri ateşli mekanizmaların izlemesi kaçınılmazdı. Amerikan İç Savaşı bu alandaki gelişmeleri hızlandırdı. Boer Savaşı’nda ise Alman Mauser tüfekleriyle donanmış gerillalar İngilizlere kan kusturmuştu. İngilizler de nişancılık eğitimine hız verdiler ve Birinci Dünya Savaşı’na 400 metreden etkili ateş açabilen Lee-Enfield piyade tüfeği ile girdiler. Piyadeler artık siperden o kadar kolay çıkamıyorlar, düşmana ulaşmak için yeni taktikler bulmak zorunda kalıyorlardı. Ancak, bu zorunluluk subaylar tarafından anlaşılıncaya kadar milyonlarca asker iki siper arasındaki alanda telef olacaktı. Piyade tüfeği daima savaş alanlarının temel silahı olmuştur. Ama tüfeklerin birçok varyasyonu olacaktı. Önce makinalı tüfekler ve keskin nişancı tüfekleri, sonra da hafif makinalılar ve hücum tüfekleri.
Fitilli tüfek
14-19. yüzyıllar arasında kullanılan fitilli tüfekler hiç de pratik silahlar olmamalarına rağmen savaşların seyrini değiştirecekti. 30 Yıl Savaşları’nda atışa hazırlanan bir asker, 17. yüzyıl gravürü.
Seri katil: Makinalı tüfek
Makina çağında akla makinalı tüfeğin gelmemesi olanaksızdı. İlk model sayılan çok namlulu Gatling öncelikle sömürge savaşlarında yerlilere karşı kullanıldı. Avrupalılar mızraklı Zulu savaşçılarını bunlarla biçtiler. Bugünkü modellerin yakın atası olan Maxim ve Vickers ise 20. yüzyılın başında, açıkta ilerleyen safları biçmek üzere bütün ordularda yerini almıştı. O dönemde muharebenin son noktası, hala, süngü hücumuyla düşmanı bozmak ve imha etmek şeklinde düşünülüyordu. Bu konuda Fransız muharebe doktrini en tipik örnektir.
Fransızların “sonuna kadar hücum” şeklinde bir yaklaşımı vardı. Buna göre 75’lik hafif toplarıyla düşmanı baskı altına alacak, ordunun şerefi sayılan kırmızı pantolon ve mavi ceketli piyadeleri süngü hücumu ile düşman siperlerine girecekti. Birinci Dünya Savaşı öncesinde herkes gibi gri-yeşil üniforma giymeleri önerilince bir generalleri “Asla!, kırmızı pantolon… bu Fransa’nın şerefidir” diye tepki göstermişti. Fransız sahra talimatı düşman etkili ateşe başlayıncaya kadar geçecek 20 saniye içerisinde askerlerin 50 metre ilerleyebileceklerini yazıyordu; ne var ki 1914’te savaş başlayınca Almanlar 8 saniye içerisinde makinalı tüfeklerini kurup kırmızı pantolonlu sıraları biçtiler. 12.500 adet Maxim makinalı tüfeğini birliklerine dağıtmışlardı. Sınır savaşlarının ilk dört gününde Fransız ordusu 140.000 kayıp verdi. İlk iki ayın sonunda bu rakam bir milyona yaklaşacak, ertesi yıl sadece Fransızlar 1,3 milyon kayıp daha vereceklerdi. Ancak diğer orduların kayıpları da buna yakın olacaktı.
Yeni mekanizma
Fransız subayı Jean Etienne Minie tarafından 1847 yılında geliştirilen Minie mermisi kundak tarafından doldurmayı pratik hale getirdi. Bu sayede yeni doldurma ve ateşleme mekanizmaları geliştirildi, seri ateşli tüfeklerin yolu açıldı.1849’da Fransızlar Minie tüfeğini, 1853’de İngilizler Enfield’i, 1861’de Amerikalılar Springfield’i ürettiler.
En eski makinalı tüfekler ağır, taşıması ve mevzilenmesi zor olan silahlardı. İlk kullanışlı alet 1884 yılında Hiram Maxim tarafından yapılmış olup, bunun Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından imal edilen MG08 modeli 69 kilo geliyordu. 38.5 kiloluk üç ayağın üzerine oturtulan 26.5 kiloluk silahın soğutma haznesine de 4 kilo su dolduruluyordu. Bu hantal aletin dört kişilik mürettebatı vardı ve 250 atımlık cephane kutuları da on kilo ağırlığındaydı. Ancak o kadar yoğun bir ateş gücü sağlıyordu ki, vazgeçilmesi mümkün değildi ve sayıları giderek arttı. 1912 yılında bir Amerikan piyade alayında sadece dört ağır makinalı tüfek varken, 1919’da bu sayı 336’ya çıkmıştı. Zaman içerisinde daha hafif modelleri yapıldı. Örneğin bir Amerikan tasarımı olup İngiltere’de imal edilen Lewis sadece 13 kilo ağırlığındaydı. Bunlar 1914’ten, Kore Savaşı’nın sonuna kadar kullanıldı. İngilizler ayrıca 23 kilo ağırlığında olan su soğutmalı Vickers ağır makinalı tüfeğini de kullandılar ki, bunun mürettebatı üç kişiydi. Tabii, belki de bütün makinalı tüfeklerin en iyisi sayılabilecek olan 12.7 mm’lik Browning’in ilk modeli M2 de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ancak Alman MG42’nin bu silahların kralı olduğunu savunanlar da az değildir.
İlk makinalı tüfeğin mucidi Richard J. Gatling, bir prototipiyle, 1893.
Hitler’in testeresi ve efsanevi Browning
İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in testeresi olarak anılan MG42, daha hafif olan MG34’ün hemen arkasından birliklere dağıtılmıştı. İki ve üç ayaklı versiyonları vardı. Üç ayaklı versiyonu, ideal durumda yedek namlular ve cephane taşıyıcılar ile birlikte altı kişilik bir tim tarafından kullanılırdı. Dakikada 1.800 atımlık hız ile namlu çok çabuk ısınır ve çok sık değiştirilmesi gerekirdi. Sesi düşman saflarında şok yaratırdı. Ancak tek atım yapamaz, tetiğe dokununca şeridi hemen yer, bitirirdi. Bu silah halen bazı ordularda kullanılmaktadır. Ne var ki, bu satırların yazarına göre makinalı tüfeklerin kralı 12.7’lik Browning’dir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda tasarlanmış olan bu silah, aradan neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen hala imal edilmekte ve yaygın kullanılmaktadır. Sadece piyade destek silahı olarak değil, uçaklarda, helikopterlerde, her cins zırhlı ve zırhsız kara araçlarında ve her boy teknede ana silah veya yakın savunma silahı olarak yer almaktadır. Ayrıca tek atım yapabilmekte, teleskop ile keskin nişancı silahı olarak kullanılmaktadır. Keskin nişancı silahı olarak 2.250 metreden tescilli vuruşu vardır.
Bunların yanı sıra daha hafif makinalı tüfekler de çok yaygın kullanılmıştır. Bunlar içerisinde Browning’in 0.30’luk (M1919) modeli yaklaşık 5 milyon adet imal edilmiş olup, bizde de 7.62’lik modeli askerliği biraz eskimiş olan herkesin hatırındadır. Keza bir dönem İngilizlerin Çek’lerden uyarladığı Bren ve Amerikalıların BAR (Browning Automatic Rifle) da son derece yaygın otomatik silahlardı. 20 mermilik şarjörü olan BAR 1918’den 1970’lere kadar kullanılmış olup, İkinci Dünya Savaşı’nda her mangada bir veya iki tane bulunurdu. Vietnam Savaşı sırasında Amerikalılar M60’ı çok yaygın kullanıma soktular ama sonra bunu daha güvenilir olan MG240 ile değiştirdiler. Hafif makinalı tüfekler genellikle 7.62 veya buna yakın çapta mermiler kullanmakla birlikte, 5.56’lık daha hafif silahlar da Vietnam’dan beri yaygınlaşmıştır. Bunların en tanınmış modeli Minimi’dir. Avantajı daha çok mermi taşınabilmesidir ama etkisi düşük olduğu için 7.62 kadar yaygın değildir. Bunlar yüzlerce model arasından öne çıkan modellerdir. Bizim ordumuzda standart manga otomatik silahı MG3 makinalı tüfeğidir. Ancak başka silahlar da kullanılmaktadır ki bunlar arasında teröristlerin de kullandığı Bixi ve Doçka silahları vardır.
Keskin nişancılar
Düşman savaşçılarını çok uzak mesafeden beklemedikleri bir anda vurmak çok arzu edilen bir durum olup, karşı tarafın faaliyetini büyük ölçüde kısıtlamakta ve keskin nişancılar, savaşlarda giderek daha fazla kayba neden olmaktadır. Elbette, zırhsız araçlar ve diğer kıymetli hedeflere karşı da kullanılırlar. İlk özel keskin nişancı tüfeği İngiliz Whitworth olup, yapımcısının adıyla anılmıştır. Dürbünlü nişangah Kırım Savaşı sırasında denenmiş ve ABD İç Savaşı’nda başarıyla kullanılmıştır. Ancak keskin nişancılık mesleği, esas olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında yaygınlaşmıştır. Siperlerden kafasını kaldıramayanlar, düşmana zayiat verdirmek için bu alana önem verdiler. Bilmeyenler için, bu son derece zor bir iştir. Kamuflaj içerisinde santim santim elverişli bir atış pozisyonuna sürünmek, saatlerce, bazen günlerce kımıldamadan beklemek, gözlemek ve atış yaptıktan sonra gene saatlerce sürünüp dönmek. Birinci Dünya Savaşı’nda Kanadalı Kızılderili nişancı Francis Pegahmagabau’nun 378 onaylı vuruşu vardır.
Lakabı keskin nişancı tüfeğine isim oldu
Şapkasına beyaz bir kuş tüyü taktığı için Vietnamlılarca Beyaz Tüy lakabıyla anılan Amerikan deniz piyadesi Carlos Hathcock ironik “Vietnam Avcılık Kulübü” panosu önünde (soldaki). Vietnam’da 93’ü tescilli 300’den fazla ölümcül vuruş yaparak efsane olan Hathcock, savaştan sonra lakabı bir M25 keskin nişancı tüfeğine isim olarak verilerek onurlandırıldı.
Keskin nişancıların ideal olarak 400-800 metre arasında atış yaptıkları ifade edilir. Daha uzak mesafelerde de atışlar vardır. Dürbünlü 12.7’lik ile en uzak mesafeli ölüm vuruşu 2.250 metreden yapılmıştır. Özel keskin nişancı tüfekleri ile 1250 metrenin ötesindeki atışlar arasında vuruşu teyit edilmiş en uzak mesafeli olanlar, Afganistan’da İngiliz Onbaşı Craig Harrison tarafından 2.475 metreden yapılmıştır. Mesafesi daha sonra helikopterden lazerle ölçülüp onaylanan bu atışlarla iki Taliban makinalı tüfekçisi vurulmuştur. Bunu Kanadalı keskin nişancı timinden Rob Furlong’un 2.430 ve Aaron Perry’nin 2.310 metrelik atışları izlemektedir. Bu listedeki atışların çoğu Afganistan ve Irak savaşlarına aittir. Vietnam, Kongo ve 19. yüzyıl Amerikan savaşlarına ait çok uzun vuruşlar da vardır. Ancak, 1250 metreden uzak vuruşlar çok az sayıdadır. Bu mesafeye atış yapan nişancının havadaki nemi, rüzgarı ve hatta dünyanın dönüşünden kaynaklanan Cariolis etkisini hesaplaması gerekir. Bir nişancı, şiddetli rüzgarda 10 metrenin üzerinde bir sapma hesaplayarak çok uzak vuruş yapmıştır. Gene de nişancıların 1000 metrenin üzerine çalıştıkları çok nadirdir. Keskin nişancı olarak en yüksek skora sahip kişi olan Finli Simo Hayka’nın İkinci Dünya Savaşı’nda 500’denfazla öldürücü vuruşu olmuştur. Bu savaşta Rus kadın nişancı Lyudmila Pavliçenko ise 309 Almanı saf dışı etmiştir. Günümüzde Rusların en tanınmış keskin nişancı silahı Kanas’tır. Türkiye’de aralarında Rus yapımı Dragonov’un bulunduğu birçok başka keskin nişancı tüfeğinin yanı sıra, MKE tasarımı ve üretimi JNG-90’ı kullanılmaktadır.
Hücum tüfekleri ve hafif makinalılar
Bunlar piyadenin ateş gücünü artırmak için giderek tek atışlı veya M1 gibi yarı otomatik piyade tüfeklerinin yerini almıştır. Tek, gruplu veya seri atış yapabilen, şarjörlü silahlardır. İlk hücum tüfeklerinin Almanlar tarafından 1944 yılında kullanıma alınan Stg 44 olduğu ifade edilmiştir. Tüm dünyada gerilla silahı olarak bilinen AK-47 Kalaşnikof ve M-16 da bu kategoriye girer. Günümüzde bunlar, keskin nişancı tüfekleri hariç, standart piyade silahı olmuştur. Hafif makinalılar ise yakın mesafeden ateş gücünü artırmak için Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında yaygın şekilde kullanılmıştır. Bunlar arasında en çok bilineni, Amerikalıların gene Birinci Dünya Savaşı sonunda geliştirmiş olduğu Thompson makinalı tabancadır. Genelde 30’luk düz veya 50 ya da 100 mermilik tamburalı şarjör ile kullanılan bu silaha, iki savaş arasındaki dönemde gangsterler tarafından kullanıldığı için “Şikago daktilosu” denilmiştir. 1938’den itibaren yapılan ordu versiyonları milyonlarca üretilmişti. Alman MP40, İngiliz Sten, İsrail yapısı Uzi ve MP5’de yüzlerce model arasında öne çıkanlardır. İngilizler Sten’i ucuz bir model olarak yapmışlar ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı direnişçilere çok sayıda atmışlardı. Ancak bu, yakın mesafeden etkili olan bir silahtı. Savaştan sonra çeşitli ülkelerin polis kuvvetleri tarafından kullanılmıştır.
Diğer silahlar ve havadan gelen ölüm
Büyük birliklerin ağır silahlarla muharebesinin sonunda iş bir noktada gene tarafların küçük birliklerle yaptıkları bire bir çatışmalara gelir. Büyük savaşlarda askerlerin çoğu, daha düşmanı hiç görmeden, aniden tepelerine inen topçu ateşiyle telef olmuşlardır. Topçu ateşinin doruk noktası Birinci Dünya Savaşı’dır. Daha sonraları buna uçakların yakın hava desteği de katılmıştır. 20. yüzyılın büyük savaşlarında top ateşi ve uçak hücumunu atlatan askerleri havan ve ağır makinalı tüfekler, keskin nişancılar, alev makinaları, bomba atarlar, el bombaları, mayınlar ve yakın mesafe roketleri beklerdi. Tüm bunların yanı sıra, tüfek ve hafif otomatik silahlarla yakın muharebe yapılırdı. Kayda geçen son süngü muharebesi, 1950’lerin başında Kore’de yapılmıştır. Vietnam’da helikopterler çok yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. ABD ordusu bu uzun savaşta 7.000’e yakın uçak ve helikopter kaybetti. Afganistan ve Irak savaşları sırasında ve sonrasında İnsansız Hava Araçları (İHA’lar ya da dronlar) yaygınlaştı. Bunlar ilk başta sadece keşif ve hedef belirlemek için kullanılıyordu. Hatta, bazen bunlar hedefi lazer ile işaretliyor ve buraya çok uzaktan güdümlü füze atılarak hedef vuruluyordu. Daha sonraları İHA’lara silah yüklenmeye başlandı. Bunlar 24 saat hedef bölgesi üzerinde kalabilmekte, gece ve gündüz belirlenen hedefleri ateş altına alabilmektedir. Bunun, çok garip bir dizi ahlaki sorun yarattığı aşikardır. ABD’de işe geldiği üste masasına oturarak on bin kilometre uzakta bir dronu uydu aracılığıyla yöneten pilotun, ekranda birer nokta olarak gördüğü hedefleri düğmeye basarak öldürdükten sonra eve yemeğe gitmesi, öğleden sonra tekrar öldürmeye devam etmesi en azından gariptir, ama günümüz savaşlarının çirkin bir özelliğidir. Çoğu asker, hedefi doğru dürüst tanımlamadan, hiç görmeden, ekran üzerinden tanımlaması olanaksız hedefleri imha etmektedir. Nitekim, bazen dost kuvvetleri, bazen düğüne giden insanları, çoğu halde alakasız sivilleri öldürdükleri anlaşılmaktadır.
Dushka’dan Doçka’ya
Sovyetler’de 1938’de üretilmeye başlanan ve resmi adı DShK (Dushka) olan ağır makinalı Doçka’lar Rusya’da halen üretilmeye devam ediyor, günümüz Ortadoğu savaşlarının gözde silahları arasında yer alıyor. Sovyet-Afganistan savaşında Cemiyet-i İslami mücahitleri bir Doçka’yla techiz edilmiş mevzilerinde Sultan Vadisi’ni gözlüyor,1987..
Sınırlarımız ve yeni savaş
Çok uzun zamandır ilan edilmemiş savaşlar yaşıyoruz. Sınırlarımızda ve çevre ülkelerde her an düzinelerce İHA uçuyor, keskin nişancılar hedef arıyor, bombalar patlıyor. Gözlem, tespit, hedefleme, tevcih ve imha yapan teknolojiler için aralıksız yatırım ve araştırma yapılıyor. Gecenin karanlığı, sızma yapan zayıf güçlerin dostu olmaktan çıkıyor. Keza dağlar ve ormanlar da artık uzaktan yapılan sürekli gözlem nedeniyle güvenli birer sığınak ve çekilme alanı sayılamaz. Tespit edilen hedefler 200 kilometre uzaktan nokta atışıyla vurulabiliyor.
Bu yeni savaşta, zayıf olan taraf 24 saat sürekli gözlem altında, her türlü hareketi kısıtlanmış olarak yaşıyor, nadiren yapılan telsiz haberleşmesi dışında elektronik ortamdan uzak duruyor, telefon veya bilgisayar kullanmıyor. Sığınaklar bile artık yerin 6 metre derinine inip orada patlayan bombalar nedeniyle emniyetsiz. Biraz bu nedenlerle, biraz da nüfus kayması nedeniyle kent savaşları giderek öne çıkıyor, ancak bunun teknolojileri ve yöntemleri de geliştiriliyor. Yüz elli yıl içerisinde kaval namlu tüfekten uzay ve İHA teknolojisine geçildi. Birçok terörist uzaydaki keşif uydusuyla tespit edilip uzaktan bombalanıyor. Bundan sonra sırada robotlar var. Onlarla savaşmak gerçekten çok daha zor olacak. Buna rağmen her çeşit tüfek ve makinalı tüfekler savaş alanlarının vazgeçilmez silahları olmaya devam ediyor.
BEYAZ PERDENİN EN KESKİN NİŞANCILARI
12’den vuran film: Kapıdaki Düşman
2001 yılında çekilen “The Enemy at the Gates” (Kapıdaki Düşman) isimli filmde oyuncu Jude Law Rus keskin nişancı Vasili Zaytsev’i canlandırmıştı. Stalingrad Muharebeleri sırasında meydana gelen bir olaydan esinlenen filimde, Ed Harris, Zaytsev’i öldürmeye gönderilen Alman keskin nişancı subay Erwin König’i oynuyordu. Bob Hoskins ise Stalingrad’ı savunan Soyyet komiseri Kruşçev rolündeydi. Gerçekte Berlin Keskin Nişancı okulu komutanı olan König adında bir kişi yoktu ama film iki keskin nişancı arasındaki düello üzerine kurulmuştu. Hikayenin bu kısmı hayali idi ama daha önemlisi, filmin o savaşın atmosferini başarıyla yansıtmasıydı. Ancak, birçok keskin nişancının buna çok benzeyen sıkıntı ve tehlike içerisinde görev yaptığı bilinir. Bir bölgede faaliyet gösteren keskin nişancılar ortaya çıktığında, karşı tarafın da onları avlamak üzere en iyi nişancılarını getirdiğine dair gerçek olaylar vardır.