Bir tarihî roman yazarı olarak tanınan Marguerite Yourcenar, geçmiş zamanda geçen her öykünün bir tarih olduğunu düşünür. Tarihi, okurları yaşadıkları ortamın cenderelerinden kurtaran, özgürleştirici bir bilgi kaynağı olarak romanlarının arkaplanına yerleştirir. Belçika’dan Fransa’ya, oradan Amerika’ya uzanan kişisel tarihi ve tarihîn romanlarındaki rolüyle, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri.
Belçika’da 1903’te, yarı Belçikalı yarı Fransız bir ailenin kızı olarak doğmuş Marguerite Yourcenar. 2. Dünya Savaşı’na kadar genellikle babasının ülkesi olan Fransa’da, Paris’te yaşamış. Genç kızlık yıllarında çok iyi öğreneceği Eskiçağ tarihi, olgunluk yaşlarında yayımlayacağı eserlerinde görülen hümanizm boyutunu açıklayan bir öge olmuştur. Eserlerinde bu hümanizme koşut olarak görülen bilgelik arayışı ise, 1. Dünya Savaşı’nın getirdiği kötümserlikten ve uygarlığın ne kadar kırılgan ve kendi kendini yoketmeye yatkın olduğuna ilişkin olarak geliştirdiği bilinçten beslenir. 20’li yaşlarında birkaç roman ve öykünün yanısıra, çok sevdiği ve bazı şiirlerini Fransızcaya çevirdiği İskenderiyeli Yunan şair Konstantinos Kavafis gibi, konularını Eskiçağ’dan alan ama çağdaş dünyaya seslenen şiirler yazmıştır.
2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra ABD’ye yerleşen Yourcenar, orada kısa bir süre Fransızca öğretmenliği yaptı, eserlerinin önemli bir bölümünü İngilizceye çeviren Grace Frick’le birlikte Maine eyaletinde yaşadı. Kendisini ölümsüzleştirecek romanlarını burada yazan Yourcenar, bunların başarısıyla edebiyat tarihinde kendine parlak bir yer edinmekle kalmamış, 1980’de gayet tutucu bir kurum olmakla tanınan Fransız Akademisi’ne seçilen ilk kadın üye olarak da tarihe geçmiştir. Eserlerinin önemli bir bölümü Türkçeye de çevrilen Yourcenar 1987’de öldü.
Yourcenar, her şeyden önce bir tarihî roman yazarı olarak tanınır. Mussolini İtalyası, 1920 Polonya-Rusya Savaşı, 16. yüzyıla damgasını vuran Habsburglarla Valoisların savaşları ve Roma İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan 2. yüzyıl, en bilinen romanlarının bağlamını oluşturur. Ancak kendisi bu özelliğini tam olarak benimsememiştir. Bir tarihî roman yazarı olduğuna itiraz etmez, ama her romanın tarihî roman olduğunu savunur. Her roman, tanım gereği, geçmişte yaşanmış bir öykü anlatır ve bir tarihçiden beklenecek kadar araştırma, bilgilenme gerektirir. Zamanının, az da olsa, geçmiş olması her öyküyü tarih yapar Yourcenar’a göre. Dolayısıyla yazarımız için asıl önemli olan zamandır. Nitekim romanlarına bağlam oluşturan dönemler Yourcenar için çok önemlidir. Denier de rêve’de (Düş Parası), yalnızca Mussolini’nin Roması’yla değil, Rönesans ve İmparatorluk Roması’yla da diyalog halindedir ve tüm bu dönemlerin saçmalıklarına gönderme yapar. Coup de grâce (Bir Ölüm Bağışlamak), 1. Dünya Savaşı ve Bolşevik Devrimi’yle bir dünyanın bittiğine tanıklık eder. L’œuvre au Noir (Zenon), Rönesans’ın bitişi ve modern dünyanın doğuşu sırasında bilimsel düşüncenin doğum sancısının öyküsüdür. Mémoires d’Hadrien (Hadrianus’un Anıları), eski tanrıların artık önemsenmediği ama Hıristiyanlık’ın da henüz egemen olmadığı o özgürlük yüzyılına bir güzellemedir.
Yourcenar’ın tarihe olan ilgisi, tarihin okurlarını kendi yaşadıkları dönemin sorunlarının, bunlara çözüm sağlama adı altında yapılan saçmalıkların, kısacası ortamlarının cenderelerinden kurtaran, özgürleştirici bir bilgi kaynağı olmasındandır. Zira insan, her zaman insandır. Sorunları, sıkıntıları, mutlulukları hep aynıdır. Ancak farklı zamanların farklı koşullarında insan bunlara farklı yaklaşmış, bunları farklı kavramsallaştırmış ve farklı çözümler öngörmüştür. Dolayısıyla tarih, günün sıkıntılarından kaçıp sığınılan bir huzur beldesi değil, hem kendimizi fazla ciddiye almamamızı sağlayan hem de bizi özgürleştiren bir bilgelik beldesidir. Kaldı ki tarih, yalnızca tutulan yolun değil, önerilmiş ama tutulmamış birçok başka yolun da öyküsüdür. Yani tarih bilgisi, benimsenmeyen çözümlerin, yapılan yanlışların, içine düşülen hataların da bilgisidir ve özgürleştiriciliğinin yanısıra sağaltıcıdır da.
Marguerite Yourcenar’ın romanları kadar sevdiğim bir de otobiyografisi (Le labyrinthe du Monde) var. Türkçeye henüz kazandırılmamış olan bu üç ciltlik kitap, aslında bir aile tarihi. Yani Yourcenar, kendi uzun tarihini yazmış. Ailenin zamanla, Yourcenar’ın bir deneme kitabında (Le Temps, ce grand sculpteur) heykeltraşa benzettiği o zamanla nasıl evrildiğini büyük bir içtenlik ve sevgiyle anlatmış. Kendi doğumuyla başlayan ilk cilt annesinin, ikinci cilt de babasının ailelerini anlatıyor. Hem gerçek kişilerle karşılaşıyor okur hem de 17. yüzyıldan 1930’lara kadar süren olağanüstü ayrıntılı bir toplumsal tarihle. Üçüncü ciltte ise kendisi gene yok; ya da yok denecek kadar az görünüyor. Kendisinden sözetmeyi pek sevmeyen Yourcenar, bu ciltte de daha çok babasını, o kendisine bir 15. yüzyıl hümanistini çağrıştıran, ilk Antik Yunanca bilgilerini borçlu olduğu adamı anlatmış. Roman tadında bir anlatı okurken, hâli vakti yerinde bir Batı Avrupalının 19. ve 20. yüzyıllarda nasıl yetiştiğini, nasıl yaşadığını da öğrenmek istiyorsanız, bu eserin ilk okunacaklar arasında olması gerekir.
Marguerite Yourcenar, 1955’te yazdığı bir şiirde, “Ovada kinlerin dumanını gördüm/ Mekânda geçen şu yüzyılı gördüm/ Ruhumda küller ve alevi gördüm/ Yüreğimde hep kazanan kara tanrıyı gördüm” der. Ancak bu, Zenon’u yazmaya hazırlanan Yourcenar’ın Din Savaşları’nın ortalığı kasıp kavurduğu dönemi araştırırken kızgınlığını dışa vuran bir çığlıktır yalnızca. Yoksa insanlığın durmadan karşısına çıkardığı türlü akılsızlıkların Yourcenar’ı kötümser biri yaptığını söyleyemeyiz. Zira kötümser olmak için insana inanmamak, öğrenme yetisinden yoksun olduğunu düşünmek gerekir. Bu, hümanist ve iyi bir 20. yüzyıl gözlemcisi olan Yourcenar için imkansızdır. O, insanlar ne yaparsa yapsın, gene tarihini okuyacak ve yazacaktır, zira “insanlık macerasının çeşitli vechelerine karşı yorulmak bilmez bir merakı” vardır.