Kasım
sayımız çıktı

Geçmişin geleceği: Ören anıları ve kabuslar

Bir açıkhava müzesi niteliği taşıyan ören yerini bir kapalı müzeyle tamamlamak, sağduyunun ve işlevselliğin gereği de olsa kirpileştiriyor zihnimi. 2800 yıl öncesine tarihlendirilmiş bir kandilin marangoz dükkanından dün gelmiş bir vitrinde sergileniyor oluşu elbet eşyanın mantığı… 3 boyutlu teknoloji, pek yakında ‘7 Harika’nın yeniden yerlerine, ilk ve özgün(e yakın) halleriyle konuşlanmalarına olanak sağlayacak. 

 Çocukluğumda katıldığım-götürüldüğüm ören gezileri, sonrasında uykularıma karabasan atmosferi taşırdı; daha çok doğal afet tasavvurlarıydı hayal perdeme yansıyan görüntüler. Zamanla azaldı o etkili sahneler; gün geldi kayboldular. Kaybolmayan, onlara doğru yola düşme tutkusuydu. “Ziyaret” kavramının bende karşılığı, derin varlığı sır olmasa gerek; iman yoksunu olmama karşın, ziyaretgahlara kutsallık boyutu yüklenilmesini hem de nasıl anlarım. Benim de herkes gibi bazı yerlem noktalarına ayrıksı anlam verdiğim olmuştur. 

Afrodisias’ta, Efes’te, Pompeii’de, Sagalassos’ta “kapanış saatı” olmasını öteden beri sessiz bir tepkiyle karşıladım. Gündüz boyu ziyaretçi kalabalığının bir tür yaşanırlık kazandırdığı o kent kalıntıları akşam indiğinde boşalır, gecenin içine ağır ağır koyu bir yalnızlık vadisi olarak devrolurlar. Elimde ufak bir çırağı, sokaklar boyunca, dilediğim an dilediğim ev kalıntısının içine dalarak dolaşamamayı benden haksız yere esirgenmiş bir özgürlük baloncuğu sayarım hâlâ. 

Macar 3D sanatçısı Adam Nemeth tarafından hazırlanan Efes Antik Kenti illüstrasyonu. 

Selçuk’a birbaşıma ilk gidişimi anımsıyorum, 1970 güzü, kafam karmakarışıktı. Bunu iyi biliyorum; o karışıklıktan kolay sıyrılamadığımı, yoğun emek harcadığımı, kendimi seçtiğim yola oturtmamın epey zaman aldığını, başka şeyleri de biliyorum. Şehirden şehire geçmiştim ilkgençliğimi katederken; dahasına, uzak noktalara gitme isteğim kabarmıştı; geçmişin büyüleyici, görkemli yıkıntılar, nedenini tam kavrayamadığım bir içsalıncakta durdurulmaz duygusu veren bir hızla sallıyordu beni. 

Herakleitos o yıl çıktı önüme; 50 yıl sonrasına gelesiye kesintisiz, çoksapaklı bir birlikteliğim oldu Efes’in hemşerisiyle. Şehrin, kütüphanenin, yolun taşlarına katılmış izler konusu böylece imgelem kutumda yeretti. Bin yıl boyunca varolmuş, sonra terkedilerek ıssız bir kütleye dönüşmüş her kent bugünün yarı mağrur megapolisleri için memento mori’yi (kaçınılmaz ölüm) temsil eder; lahitlerinde kemik tozu kalmış nekropollerin az ilerisindeki yaşama alanlarına ölüm bazen birkaç saatta, bazen sinsi temposuyla inmiş; insanı sınırların dışına, sürgün ve göç yollarına püskürtmüştür. 

Gündüz saatleri boyunca ziyaretçi kalabalığı, Efes Antik Kenti kalıntılarına bir tür yaşanırlık kazandırıyor. 

Bunları söylüyor-yazıyorum; benden önce aynı duyguları, düşünceleri taşıyan sayısız cümle kurulmuş olduğunu bilmezden mi geliyorum? Herkesin yaşantısı, deneyim deposu, firari imgelem alıştırmaları biricik. Benimkisi de: Ayasuluk tepesine çıktığımda kendimi kuş sanmıştım. Orada bir duvara daha tutkuyla bağlandım. Agape’nin içimdeki karşılığı taş örgüler oldu. 

Bir daha Efes’e, Nemrud’a, Troya’ya dönemeyebilirim. İsfahan’a, Aynaroz’a, İskenderiye’ye, Montevideo’ya, Osaka’ya, daha nice noktaya yanaşamayacak hayalet teknem. Ören yerleriyle bağlantılı gelişmeleri olabildiğince izleme iştahım sürüyor buna karşılık. Balatlar’da ortaya çıkarılan zemin mozayiği, talan edilen Palanlı mağarası, Surp Sarkis Kilisesi’nden çalınan taşlar – buluntularla yitimler arasında mekik dokuyor içinden geçtiğimiz dönem; birileri kuruyor-kurtarıyor, birileri söküyor-yıkıyor-yokediyor. ‘Hümanist kültür’ün hayatımda öncelikli yeri oldu; gelgelelim bir hümanist sayılamam. İnsanın canlılar âlemindeki en zararlı, en ahmak, en kötücül varlık olduğu düşüncesinden yaşadıklarım beni uzaklaştırmadı; tersine, tarihten süzdüklerimle günümden tepeme inenlerden, gördüm, kem alaşım doğdu. 

Dünyanın yedi harikasından Artemis Tapınağı’ndan geriye iki mermer parçası kaldı; ama “tekniğin imkanlarıyla yeniden üretilen” minyatür bir kopyası, Haliç kıyısındaki Miniatürk’te görülebiliyor. 

Herostratos’un hikayesine -Selçuk’a gidişimden yaklaşık 1 yıl geçmiş olsa gerekti- Sartre’ın Duvar’ında rastladıydım. Efes’teki Arteminion’u yaktığı için adı geleceğe kalsın isteyen bu adamın haklı çıktığı düşüncesi doğru olmasına doğruydu; buna karşılık mimarların Samoslu Theodoros ile Metagenes ve babasının olduğu bilgisi yeterince hıfzedilmiyorsa, bu insanoğlunun kötülüğe duyduğu sayrıl hayranlıkla bağlantılıydı. Cicero, Büyük İskender’in doğduğu gün, 21 Temmuz 356’da Herostratos’un “7 harika”dan birini ateşe verdiğini yazıyor; Plutharkos’un onay verdiği bir tarih. Efesliler adının anılmasını yasaklamışlarsa da, Theopompus dilini, elini tutamamış, anmış adını, kayda geçirmiş. 17. yüzyıl sonunda yürürlüğe giren damnatio memoriae kavramı Eski Roma’da uygulanmaya başlayan, kargışlanmayı hakeden kişinin isminin post mortem silinmesi durumu her vakit hakça gerçekleştirilen yaptırım olmamıştır. Stalin’in muhaliflerini fotoğraflardan bile kazıttığını biliyoruz. 

Antik kentlerin geceleri kapatılmaları, dolayısıyla içlerine kapanışlarıyla sınırlayamam yadırgadıklarımı. Alacahöyük ile Hüyük köyünün, Kültepe ile Karaev köyünün, birkaç bin yıllık bir kadim yerleşkeyle günümüzün bir yerleşim yerinin yanyana durmalarını garipserim öteden beri. O köylerden birinde doğmuş olsaydım, kalıntılara komşu yaşamak üstüme bir tedirginlik bulutu çökertirdi: Çok eski geçmiş tabakaları kendimi bildim bileli içimde sinsi bir ağrı uyandırır. 

Bir başka, belki daha derin bir itiraz duygusu düşüncesi -ikisinin de payı geçerli olduğu için onları birlikte anıyorum- kadim kentlerin üvey kardeşleri olan müzeler üzerinden besleniyor bende. Makul bir itiraz tarzı sayılmayacağını bilerek ifade ediyorum bunu. Ne yapalım ki bir açıkhava müzesi niteliği taşıyan ören yerini bir kapalı müzeyle tamamlamak, sağduyunun ve işlevselliğin gereği de olsa kirpileştiriyor zihnimi. 2800 yıl öncesine tarihlendirilmiş bir kandilin marangoz dükkanından dün gelmiş bir vitrinde sergileniyor oluşu elbet eşyanın mantığı. Gelgelelim başım hoş değil benim bu yabancılaştırma efektine (evet Brecht’in peşinden giderek söylüyorum) kurban olmuş eşyanın hâli ve sergileniş mantığıyla. 

Sagalassos’ta Hadrianus’un heykelinin bulunduğu haberi eriştiğinde, çift kutuplu bir duygusal denklem kurulmuştu bünyemde: Bir an önce görmek için o irikıyım heykeli can atıyordum; ama bulunduğu (yapılalı beri durduğu) yerde değil de, kilometrelerce uzaktaki Burdur Arkeoloji Müzesi’nde, Sagalassos’tan çıkarılan (iki anlamıyla da!) öteki bulgulara komşu bir kaide üstünde onu göreceğim fikri düpedüz incitiyordu beni. Öyle ya: Öyle idiyse, neden Zeus altarını geri almak için harekete geçmişti kültür sevdalıları? Öyle ya, bis, Berlin’de daha iyi korunduğu, Anadolu yarımadasından günaşırı gelen tahribat haberleri hesaba katıldığında, kesin değil miydi? Benim gözümde, az uzak çok uzak sorununa indirgemek abesle iştigal olurdu: Taş (cam, tahta, maden, kâğıt…) gurbetteyse gurbetteydi. 

Yıllar boyu varolmuş, sonra terkedilerek “ıssız bir kütleye dönüşmüş” Efes Antik Kenti, bugün turistlerin ve kedilerin ziyaretine açık. 

Hadrianus’un Yourcenar üzerinden pek çok okurun yaşamına girişi vurgulanmışsa nedensiz midir? Roma’ya kaç adım, Villa Adriana’yı Roma’daki anıt-mezarından hemen sonra ziyaret etmeli; oradan Atina’daki kalıntıları görülmeye değer kütüphanesine uğranmalı; ardından Edirne’ye geçmeli; Antalya’da adıyla anılan kapıya peşisıra dayanılmalı. Bu dağılmış izler biraraya toplanacak olsalar, yanlış ve zorlama bir sıkıştırma tablosu çıkardı karşımıza –herşey yerliyerindeyken oturur asıl anlamına. 

Hayat, kaldı ki, herşeyi imgelem(ler)de yerinden oynatır. Efes Müzesi’ndeki Marcus Aurelius büstü Dubuffet’nin Sakal Çiçeği’nin tohumunu tetiklemişti sözgelimi. 

Gurbet taşlarına döneyim ama. Viyana Efes Müzesi’ndeki parçaların çıkış hikayesine dönmek için değil gene de. Şu var: Part kabartmalarınınki derin bir hikayenin ayrıca ayağa kalkma hikayesini içeriyor. Anıt, özgün halinde 70 metreyi bulan bir uzunluktaydı; Viyana’da muazzam çabayla toparlanan kabartma levhaların anlatısı 45 metreye yaklaşıyor; kalan bölümün küçük bir kesiti Selçuk’da. Bulgular üstünde titiz bir puzzle çalışması yürütülerek akı/ş yeniden kurgulanabilmişti. Neue Burg’da, Efes kütüphanesine ait çok sayıda heykel de sergileniyor -sürgün yapıtlar onlar. 

3D teknolojisi pek yakında, ‘7 Harika’nın yeniden yerlerine, ilk ve özgün(e yakın) halleriyle konuşlanmalarına olanak sağlayacak. Halikarnassos’taki Mausoleum’u, bulunduğu yerde, başlangıçta nasıldıysa öyle görmek bir kitsch müzesine sefer düzenlemekle eşdeğer durum doğurmayacak mıdır? Umberto Eco’nun güzelim Sahtenin Savaşı’nda aktardığı Kaliforniya komedyasının, Anadolu yarımadasında tekrarlanmasına kimse şaşırmayacaktır. 

Sagalassos kazılarında, 1995’de bir kadının, 2016 sonunda bir erkeğin iskeleti bulundu. Kemik ve kas özellikleri gözönünde bulundurularak yapılandırılan yüzleri de artık Burdur Müzesinde. 

Artemis tapınağı ise ‘Miniatürk’te. Özgün yapıların, yapıtların “tekniğin olanaklarıyla yeniden üretimi”nin havsalayı zorlayıcı aşamaya varacağını öngöremezdi Benjamin. Yerkürenin klonlanma olasılığı bilimkurgunun sahasına ait olmaktan çıkacak belki de, çok uzak olmayacak bir gelecekte -sınır tanımayacak yapay zekanın yapay budalalığı.