17. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’ya damgasını vuran Fransız Kralı 14. Louis, yemeğin, lezzetin, sunumun ve sofra adetlerinin değişimini simgeliyor. Dönemin mottosu, “sağlık, kararında tüketim ve incelmiş bir zevk”. Ortaçağ’ın gösterişli sunumlarına, bol şekerli, pahalı baharatlı tatlarına veda ediliyor ama yerine gelenler de “ekmek yoksa pasta yesinler”e doğru ilerliyor.
Kralın biri tarlaya av köşkü kondurmuş, küçük gelince biraz daha büyütmüş. Oğlu da bunu kocaman bir saraya döndürmüş. Ardından gelen krallar da içinde büyük bir zevkle yaşamış. Halk da “hani bana, hani bana?” demiş. Krala kızmışlar, çünkü yiyecek ekmek bulunmuyormuş. Kadınlar toplaşıp ekmek için saraya yürümüş; erkekler katılmış onlara, sarayı basmışlar; epey sonra da devrim olmuş zaten. Kral ile kraliçenin boynu gitmiş. Soylular da kaçışınca, sarayda çalışan binlerce kişi işsiz kalmış. Sarayın eşyaları yağmalanmış; görkemli bahçeleri, mutfakları, ahırları sessiz, bomboş kalmış. Yarım asır geçmiş aradan ve yeni bir kral gelmiş; adı Louis-Philippe imiş; sarayı müze olarak düzenletip halka açmış.
İşte 10 cümlede Versailles Sarayı. Daha neler neler var anlatacak. Aslında işin özü şu: Şatafatlı saraylar yapılırken, yapanlar hiç yıkılmaz sanırlar. Ancak saraylar halkın parası ile yapıldıklarından dolayı herhalde, için için halka ait olmak isterler. Bu hep böyle olmuş. Versailles da farklı değil.
Bu öyküde esas oğlanların adı hep “Louis”. Ava meraklı 13. Louis, Paris dışına ava çıktığında kalmak için bir ufak köşk yaptırır. Sene 1623. Küçük gelince 1631-34 arasında “château”ya çevirir. Fransızlar bunun için bizim saray dediğimize Château de Versailles derler. Paris’e 19 km. uzaklıkta bu şatoyu oğlu 14. Louis (Louis-Dieudonné de France) ele bir alır pir alır. Dieudonné, “Hüdaverdi” demek; 23 sene üzerine doğan veliahta “Hüdaverdi” denmez de ne denir? Hüda, Louis’ye de her şeyi bol tarafından verir tabii… 1643’te dört yaşında çıktığı tahttan 72 yıl sonra eceli ile ölerek inmiş. Dünyada en uzun tahtta kalma rekoru hâlâ kendisine ait (Kraliçe Elizabeth iki yıl daha dayansaydı rekoru kıracaktı). Babası ölüm döşeğinde “Aman oğlum, mümkünse sakın savaşma. Olan halka oluyor. Sen barıştan yana bir prens ol!” demiş kendisine ama, sanki ona dememiş gibi Louis herkesle kapışmış. Diğer yandan mimarlığa, bahçeciliğe, sanata, eğlenceye falan da ilgi duyup kendine seçtiği amblemin hakkını verip “Güneş Kral” olmuş. Torununun oğlu 15. ve onun evladı 16. Louis’ler de sarayı dekore etmişler ve yeni binalar eklemişler ama, Versailles her şeyi ile 14. Louis’nin düşü ve sürekli bir şantiye sahası olmuş.
Gastronomi açısından beslenme ve mutfak anlayışının değiştiği bir döneme denk geliyor krallığı. Şef La Varenne’in 1651’de yazdığı ve Fransız mutfağının temeli olduğuna inanılan ünlü eseri Fransız Mutfağı (Le Cuisinier Français) kitabındaki tariflerde gördüğümüz üzere, bu dönemde Ortaçağ’ın gösterişli sunumlarına, bol şekerli, pahalı baharatlı tatlarına veda edilir. Bu anlayış “eski moda” kalmıştır artık. Pişirme yöntemleri ve soslar basitleştirilir; sebzelere, Yeni Dünya’dan gelen farklı lezzetlere yer açılır. Egzotik olanın tanımı değişmiştir artık. La Varenne’in çağını etkileyen mottosu, “sağlık, kararında tüketim ve incelmiş bir zevk” olur.
Çerçeve bu olunca 14. Louis’nin hemen sarayın yanında, elinin altında bir bostan tasarlaması da anlaşılır oluyor. Bu bahçeye öyle önem vermiş ki bahçıvanları çalışırken izlemek için bir yükselti yapılmış. Bataklık alanı ıslah ederek bahçeleri tasarlayan bostancıbaşı Le Quintinie, sebze ve meyveleri mevsiminden 6-8 hafta önce olgunlaştırmayı becermiş. “Espalier” denen meyve ağaçlarının dallarını yatay tellere alıştırarak örme yöntemini geliştiren de Le Quintinie. Ölünce, bostana heykeli dikilmiş kendisinin.
Kralın akşam yemeğinde sofrada konuşulacak konulardan en önemlisi sebzeler imiş. Bostanda kralın sevdiği türler bol tabii… Mesela kuşkonmaz, ya da bezelye: “Bezelye deliliği devam ediyor. Sabırsız bekleyiş, bezelye yediğimiz zamanlar ve bezelye yemenin hazzı… Son 4 gündür sofrada bundan başka konu konuşulmuyor…” diye yazmış Madame de Sévigné. Bu bostan ve diğer bahçeler, havuzlar, kanal, fıskiyeler, köşkler, kasırlar hep kralın övünç duyduğu projeler. Ancak sebze bahçesinin yeri ayrı. Yabancı misafirlerini bostanında gezdirir, başka krallara burada yetişen meyvelerden yollarmış.
“Dört tabak çorba, bir bütün sülün, bir keklik, koca bir tabak salata, iki dilim jambon, sarımsaklı koyun haşlama, bir tabak pasta ve ardından meyve ile lop yumurta yedi” diye not düşmüş bir saraylı.
Kral tüm şürekası ile sarayı Versailles’a taşımış ve arkasından iş çevirmesinler diye herkesi gözönünde tutmuş. Kralın gözüne girmek önemli. Kral da herkesi görmek istermiş. Görürse, konuşursa ve hele davet falan ederse sarayda yerin sağlamlaşırmış. Görünmüyorsan yoksun! Kralın seni görebilmesi, hele hele anımsaması ve bir-iki çift laf etmesi için çevresinde dönenmek, saraydaki dairelerden birini kapabilmek için çok önemli. Parası olanlar kralın tavsiyesine uyarak Versailles köyünde birer konak yaptırmışlar ama sarayda sıkış tepiş dairelerde kalıp göze görünür kalmayı tercih eder ve daha büyük bir daire boşalınca haberdar olup, ona terfi etmeyi umarlarmış. Gündüz gel, gece eve dön mümkün tabii ama ancak kral uyuduktan sonra. Uyanmadan kahvaltı servisinde görünmek lazım.
Diğer önemli bir nokta da yemek. Versailles, insanların odalarda ya da dairelerde yaşadığı bir otel gibi. Uşaklar gardroplarda yatıyor. Sarayın tek mutfağı var ve dairelerde mutfak yok. Yalnız en büyüklerinde yemek ısıtabilecek düzenek var. Karnın acıktı ne yapacaksın? Davet edilmek için sürekli sofra aranacaksın.
“Boğaz hakkı” diyebileceğimiz, kralın cebinden yemek yeme hakkına sahip ufak bir grup yani “commensaux”, çoğunlukla devlet görevlilerinden oluşuyor. Düşük derecelerde soylu saray ahalisinden birinin, kendini yemek hakkına sahip olacak birine davet ettirmekten başka şansı yok. Kralın başyaveri ile sarayın yöneticisi olan “majordomo”nun sofra kurma ve misafir davet etme hakkı var. Misafirler çoğunluk kralın hizmetinde olan devlet görevlileri ve kralın yakınları. “Majordomo” için öğleden sonra 22 kişilik sofra kuruluyor. Başyaver ise günde iki defa 12 kişilik sofra kurabiliyor. Bu sofralardan birine davet edilme şansı olanlara “Küçük Komün” denilen mutfaktan getirilen 6 çeşit yemek sunuluyor.
‘Boğaz Takımı’
Krala hizmet eden ekibe “Boğaz Takımı” ya da “Kralın Ağzı” (Bouche du Roi) denirdi ve yeme-içme işlerine bakan en kalabalık ve ayrıntılı görevleri olan bölüm buydu. Kralın öğle sofrasına “Küçük Kuver”, akşam sofrasına “Büyük Kuver” denirdi. Küçük Kuver’de yemek çeşitleri akşam yemeğine göre daha az olsa da 14. Louis hepsini yiyip bitirirdi. Akşam yemeği ise saat 10’da kraliçenin dairesinin ön tarafında kurulan yemek odasında (Antichambre du Grand Couvert) kurulurdu. Kral masanın uzun kenarında, arkası şömineye dönük hafif bir yükseltinin üzerindeki rahat koltuğuna otururdu. Misafirler de masanın dar tarafına yerleştirilirdi ki kral kendisini izlemeye gelenleri rahatça izleyebilsin. Oda izleyiciler ile hıncahınç dolu olur; kralı göremeyenler yandaki muhafızların odasından dolanıp bir görüş açısı, bir ufak göz teması yakalamaya çabalarlardı.
Kral ile yemeğe davet edilmek ayrıcalıkların en büyüğü tabii. Molière mesela sık sık yemeğe davet edilmiş bu sofrada. Konuklardan, bazıları çok garip adap kurallarını iyi bilmeleri beklenirdi. Örneğin saray kamusal alan sayıldığı için, başkasının evinde sofraya otururken çıkartılan şapka kralın huzurunda iken de çıkarılırdı; ancak sofraya oturulduğunda kafada kalmalıydı. Ancak bu defa şapkasız olan kral olurdu. Ne kadar güzel olursa olsun, sofraya gelen yemek ile ilgili yorum yapmak kabalık sayılırdı. Her şeyde olduğu gibi kralın sofrasında da mutlakiyet vardı; kral önüne getirilen yemek seçeneklerinden sevdiğini yer, istemedikleri ise hemen kaldırılırdı. Yemekler muhafızlar eşliğinde uzaktaki mutfaktan yol boyu ilan edilerek getirilir ve herkes yemek önlerinden geçerken eğilip tabağı selamlardı: “Kral için kuşkonmazlı sülün…”.
Bir yemekte kralın önüne 30’a yakın yemek gelirdi. Sofralar tüm yemeklerin aynı anda simetrik şekilde ortaya konulduğu bir düzene sahipti. Herkes tabağına istediği kadar alıp yerdi; ama yerinden kalkmadan, önüne yakın olanlardan alarak. Komşuna tabağını uzatıp yemek koymasını isteyebilirdin. İlginç olan şu ki bu sofrada çatal yoktu. Bilinmediğinden değil; kral çatalı hiç sevmediğinden. Olması gerektiğinde de sadece iki dişli çatallar kullanılırdı. Kral saldırıdan korkuyordu ve bıçakların uçları yuvarlatılmıştı (Kardinal Richelieu’nun sivri uçları ile sofrada dişlerini karıştıranlardan iğrendiği için bu kararın alındığı söylense de 14. Louis suikasta kurban gitmekten korkarmış). Ekmek ve et bu kör bıçaklarla kesiliyor, lokmalar elle yeniyordu.
Sofrada bardak da yoktu. Bardaklar arkada ayrı bir masada durur ve uşaklar isteyene servis yapar, sonuna kadar içmesini bekleyip bardağı geri alırdı. Kral şarap istediğini bir işareti ile belli eder, “vin pour le roi” diye anons edilirdi. 14. Louis şarabı ve özellikle şampanyayı çok içerdi. Sürekli anons yani. Bu kadar iştahlı olmasına karşın yemek saatleri dışında hiçbir şey yemezmiş. Gut hastalığı ve akşam yemeğinden kalkarken cebine doldurduğu meyve şekerlemeleri yüzünden hepsi çürüyüp çekilen dişlerinden çok çekmiş. Sarayda ağız kokusu ve herkese yetecek lazımlık anında koşturulamadığından dolayı, olmadık yerlere, perde arkalarına, her yere bırakılıveren “hediyeler”in kokusunu bastırmak için bahçede yetişen çiçeklerden ağır parfümler yapılıp, elbiselerin içine lavanta torbaları dikilirmiş. Neyse, kapatalım.
Onca yemekten arta kalan, kralın özel hizmetine bakan 9 görevliye ve 5 subaya verilirmiş. Bunlardan sonra iki ayrı masaya daha servis edilen bu yiyeceklerden hâlâ arta kalan olursa, bunlar da özel izinli esnafa devredilirmiş. Onlar da ısıtıp, bolca soslayıp, halka, askerlere ve düşük rütbeli kamu personeline satarmış. Zamanın “fast food”u bu olsa gerek. Ancak buraya gelene kadar bazı özel yemekler olursa, kodaman ekipten olanlar doğrudan mutfak ile anlaşıp bunların evlerine ya da dairelerine teslim edilmesini sağlarmış.
Sıradan ve düşük rütbeli asillerin, kralın cebinden yemek verme hakkı olan az sayıda soylunun sofrasına davet edilmek için yarıştıkları söyleniyor. Düzenli yemek yiyebilmek için hoşsohbet, güzel veya yakışıklı ve eğlenceli olmak artı puan. Yiyecek bir şeyler bulmanın en kolay yolu, haftada bir-iki defa düzenlenen “eğlentiler”. Kamuya açık eğlentilere herkes gidebilirdi.
Bugün Versailles Sarayı 8 kilometrekareden fazla alanı, binaları, bahçeleri, müzesi, operası ile yılda 15 milyon turist ağırlıyor. Bir adamın halkını yoksayan görkemli, yaratıcı düşünden arda kalan binalar, bahçeler, fıskiyeli havuzlarda ışık gösterileri, kralın bostanı herkeste hâlâ hayranlık uyandırıyor. Peki aynı dönemde bizde olanlardan geriye ne kaldı? Valide Bağı’nda 206 armut, 98 elma, 25 ayva, 43 şeftali, 13 vişne, 31 kiraz, 21 kayısı, 9 nar, 11 incir, 11 dut, 15 muşmula, 59 üzüm ve 31 portakal cinsi var iken geriye ne kaldı bize? Hiç!