Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Güneydoğu Asya’da unutulan katliam: Endonezya 1965

General Suharto’nun askerî darbesini takibeden iki yıl boyunca, Endonezya’da 1 milyondan fazla sivil öldürüldü. Sadece komünistlerin değil, kadınların, çocukların, Çinlilerin, Hıristiyanların, ılımlı Müslümanların evlerinde yakıldığı, linç edildiği toplu katliamlara dünya gözünü kapadı. 50 yıl sonra bu acı miras hâlâ ülkenin üzerinde duruyor.

Yakın tarihin en kanlı bastırmalarından biri 50 yıl önce 30 Eylül gecesi Endonezya’da başladı. Uluslararası Af Örgütü 1977’de, “birçok bağımsız gözlemciye göre, bu dönemde süratli bir biçimde 1 milyondan fazla insanın öldürülmüş olması muhtemeldir” derken, 1968’deki bir CIA raporu, 1965-66’da Endonezyalı komünistlerin katliamının yüzyılın en trajik ama aynı zamanda en meçhul olaylarından biri olduğunu belirtiyordu. Yakın dünya tarihinin en büyük kitlesel terör hareketleri arasında sayılan Endonezya katliamı, ülkenin kurucu başkanı Sukarno’nun tek adam yönetimi sürecinde 1965’teki askerî darbeyle başladı. % 90’ı Müslüman olan ama nüfusunun 400 farklı etnik bileşimden oluşan Endonezya’da elli yıl önceki kanlı hadiseleri anlamak için, 1920’lerin sonlarından itibaren ülkede yaşananlara kısaca göz atmak gerek.

İnsan avından toplu kıyımlara 1965’te insan avı şeklinde başlayan cinayetler, neredeyse iki sene boyunca toplu katliamlar olarak devam etti. Askerî rejimin desteklediği paramiliter gruplar, bu katliamlarda aktif şekilde rol aldı.

20. yüzyılın başlarında ülkenin siyasal hayatında biri İslâmi diğeri sosyalist olmak üzere iki milliyetçi (sömürge karşıtı) hareket belirdi. İlk büyük Müslüman parti Sarekat İslam, başlangıçta sosyalist fikirlerden de etkilenmişti. Endonezya Milliyetçi Partisi’nin kurucusu Sukarno, Endonezya hareketinin birliğini sağlamak için milliyetçilik, din ve komünizm arasında bir uyumu hedefleyen “Nasakom” diye bir slogan kullanıyordu. Bu dönemde bugün bütün okullarda öğretilen “Bahasa” dili ulusal dil olarak kabul edildi.

Sukarno, 1928’den itibaren Endonezya gençliğinin sloganı olan “tek vatan, tek ulus, tek dil” sloganını gerçekleştirmek için çeşitli muhalefet hareketlerini bastırdı.

General Suharto

Aynı süreçte stratejisini ve yönetimini değiştirmiş olan Endonezya Komünist Partisi (EKP), Sukarno’nun bu politikasının ilerici yönlerini desteklemek üzere onun yanında yer aldı. 1920’deki sosyalist partinin devamı olan EKP, Çin ve SSCB dışındaki en büyük komünist partisiydi.

2. Dünya Savaşı’nda Japonya tarafından işgal edilen eski Hollanda sömürgesi Endonezya, savaş sonrasında Hollandalıların eski sömürgelerini geri alma niyetlerine karşı dört yıllık bir silahlı mücadeleden sonra bağımsızlığını elde etti. Modern Endonezya’nın kurucu başkanı Sukarno aynı zamanda “bağlantısız ülkeler hareketinin” de kurucusu oldu. Aslında anti emperyalist lider mitinin ardında, popülist ve otokrat bir milliyetçi bulunuyordu.

Endonezya üç meydan okumayla karşı karşıyaydı: Merkezkaç bir dizi hareket karşısında ülkenin birliğini sağlamak; birçok şeriatçı hareketi kontrol edebilmek amacıyla İslâm üzerinde anlaşmak; tarım reformu başta olmak üzere toplumsal sorunlara çözüm bulmak.

Sukarno 1948’den itibaren orduya dayanarak komünist hareketi, 1950’li yıllarda İslâmi bir devlet kurmak için silahlı mücadele yürüten Dar-ül İslâm cephesini ve daha sonra da Hollanda tarafından desteklenen Moluk’daki ayrılıkçı hareketi bastırdı.

1959’da başkanlık gücünü alabildiğine artırmaya yönelik “güdümlü demokrasi” ilkesini ilan etti. Devletin temel ideolojisini oluşturan “Pancasila”, beş unsurdan oluşuyordu: Tartışma ve oybirliği; ülkenin birliği; herkes için sosyal adalet; adil ve medeni bir insanlığa bağlılık; tek bir tanrıya inanç (İslâmiyet, Katoliklik, Protestanlık, Hinduizm ve Budizmin bulunduğu ülkede). Böylece İslâmiyet diğer inançların yanına konulurken milliyetçilik öne çıkarılıyordu. Millet Meclisi 1963’te Sukarno’yu ömür boyu başkan ilan ettiğinde artık seçime de gerek yoktu!

Bu dönemde ağır baskıya uğramış olan EKP, 1955’te yapılan son çokpartili seçimde %16.7 oy almıştı (Sukarno’nun partisi % 22,3; ılımlı Müslüman parti Masyumi % 20.9; Nahdlatul Ulama %18.4 -iki İslâmcı partinin toplamı %39.3 ediyordu). 1962’ye gelindiğinde komünist partinin 3-3.5 milyon üyesi olduğunu söyleniyordu ve kadın, gençlik, sendika gibi kitle örgütlerinde ise yirmi milyona yakın sempatizanı vardı (Ülke nüfusu o zaman 115 milyondu).

Sukarno 1955’te “Üçüncü Dünya”nın uyanışına işaret eden Asya ve Afrika’dan 25 ülkenin katılımı ile (Nehru’nun Hindistanı, Mao’nun Çini…) ile ünlü Bandung Konferansı’nı düzenledi. Soğuk Savaş döneminde üçüncü bir yol arayışı anlamına gelen bu girişim, aynı zamanda Sukorno’nun ülke içindeki sorunları unutturmasının da bir yoluydu.

1957’de dünya pazarına yönelik ihraç mallarının üretiminin düşüşü ve ülkedeki yolsuzluklardan ötürü idarenin bozulmasıyla, ülke ekonomik krize sürüklenmeye başladı. Millileştirilen işletmelerin yönetimini büyük ölçüde askerler aldı. Böylece buradan beklenen sonuç elde edilemediği gibi, yapılmak istenen toprak reformu da direnişle karşılaştı. Bütün bu gelişmeler orduyla EKP arasındaki gerilimi artırdı.

1963’te İngiltere, Borneo adasındaki topraklarını Malezya federasyonuna bırakınca Sukarno’nun sömürge sınırlarını aşan “Büyük Endonezya” düşüncesi ciddi bir darbe aldı. Buna tepki olarak Sukarno, Birleşmiş Milletler’den ve Bretton Woods ürünü kurumlardan çıktı ve tüm yabancı işletmeleri 1965’te millileştirdi. ABD’nin 1948-49’da Hollandalılara karşı desteklediği Sukarno, artık denetlenemez bir unsur haline gelmişti. Üstelik Vietnam Savaşı dolayısıyla bölgede güvenilir müttefiklere ihtiyacı olan ABD için alarm zilleri çalıyordu.

Cinayetlerden haksız hapislere Katliamları takiben, iki milyon masum sivil de keyfi bir biçimde on yıldan fazla hapiste tutuldu. Hayatta kalanlar, bugün hâlâ kısıtlanmış bir hayat sürebiliyor.

30 Eylül 1965 gecesi yedi generalin öldürülmesiyle başlayan olaylar, General Suharto’nun yüzyılın en kanlı darbesini meşrulaştırmak üzere kullanıldı. GS30 (Gerekan Semtember Tiga Puluh- 30 Eylül Hareketi) Sukarno’yu bir darbeden korumak için generalleri öldürdüğünü açıkladı. EKP’nin başkan ve başkan yardımcısı olan Aidit ve Lukman ile birlikte hükümette üç komünist bakan bulunuyordu. EKP ilkin hareketi desteklediğini belirtmişse de hemen geri çekilmiş ve tabanını seferber etmemişti. Buna karşılık General Suharto, öldürülen generaller kendi önünde olduğundan onların tasfiyesinden de istifade ederek ilkin komünistleri veya öyle oldukları iddia edilenleri kitlesel bir kıyıma tâbi tuttu, ardından da Sukarno’yu indirerek 1998’e kadar sürecek diktatörlüğünün yolunu açtı.

Darbenin, Çin tarafından desteklenen bir komünist darbeye karşı ulusal değerleri koruma adına yapıldığı iddia edildi. Öte yandan EKP’nin katliam sırasında herhangi bir direniş gösterememesi, değil darbe özsavunma için bile hazırlıklı olmadığını ortaya koydu.

Önce EKP ve diğer kitle örgütleri kapatıldı. Bir hafta sonra İslâmi bir örgütün anti komünist gençleri (milyonlarca üyesi olan Nhahdlatul Ulema) EKP ve diğer örgüt mekanlarını içindekilerle yakmaya başladı. Ordu aşırı sağ akımları harekete katılmaları için cesaretlendirdi. Katliamlar anti komünist bir çizgide başlamışken, EKP’ye bağlı, sendika, gençlik, kadın örgütlerini aşarak zengin ve sömürücü diye addedilen Çinlilerden, plantasyondaki tarım işçilerine, Hinduizm geleneğine bağlı olanlara dek uzandı.

1965’te insan avı şeklinde başlayan cinayetler, neredeyse iki sene boyunca toplu katliamlar olarak devam etti. Askerî rejimin desteklediği siviller veya yerel milisler, bu katliamlarda etkin şekilde rol aldı. Korkunç yöntemlerin kullanıldığı bu katliamlarda, topluluk önünde linç etme, ibret-i alem için ceset sergileme, sıklıkla uygulanan yöntemlerdi. Bu bilinçli kontrolsüz kıyımlardan Çinliler, Hıristiyanlar, ılımlı Müslümanlar, kısacası Suharto’yu desteklemeyen neredeyse herkes fazlasıyla nasibini aldı. Java, Bali, Sumatra ve Kalimantan’da yüzbinlerce insan öldürüldü. Soğuk Savaş’ın en gerilimli günlerinde, gerek büyük devletler gerekse dünya kamuoyu katliamlara gözünü kapadı. Gerek zorlu coğrafi koşullar gerekse askerî rejimin büyük baskısı, bağımsız gazetecilerin ülkeye girmesini, bölgede çalışmasını imkansız hale getirmişti.

Katliamları takiben iki milyon masum sivil de keyfi bir biçimde on yıldan fazla hapiste tutuldu. Böylelikle bağımsızlıktan beri süregelen ülkedeki iç çekişmeler kanlı bir biçimde “çözülmüş” oldu.

Bugün katliamlardan elli yıl sonra bile, toplama kamplarından çıkanların kimliğinde hâlâ bir kayıt bulunuyor. Aileleri sürekli gözetim altında. 1.5 milyon eski mahkumun itibarının iade edilmesi için sonuçsuz çabalar sürdürülmekte. Yüzbinlerce insan serbest kaldıktan yıllar sonra bile, hâlâ düzenli olarak askerî mercilere görünmek zorunda. Özellikle öğretmenlik, memurluk, gazetecilik, hekimlik, avukatlık gibi bir dizi mesleği icra etmeleri yasak. 20. yüzyılın hâlâ çözümlenmemiş, hesabı verilmemiş bu trajedisi üzerinde sessizlik devam etmekte. 

KİTLESEL CİNAYETLER ÜZERİNE İKİ FİLM

Kötüler ve katiller kazandı, adalet 50 yıldır ülkeye uğramadı

İPEK CENT

Öldürme Eylemi, Yön.: Joshua Oppenheimer

Endonezya’daki kıyımları konu alan 2012 yapımı belgesel film “Öldürme Eylemi” (The Act of Killing), Voltaire’in şu ünlü ve asap bozucu cümlesiyle başlıyor: “Öldürmek yasaktır, o nedenle tüm katiller cezalandırılır. Tabii kitleler halinde ve bando-mızıka eşliğinde öldürmedikleri sürece.” 1965’te yapılan askerî darbe ile Endonezya’da hükümet düşmüş, ‘sözde komünist’ katliamı başlamıştı. Sırtını devlete dayayan ve 1 milyondan fazla Çinliyi, solcuyu, entelektüeli, sanatçıyı, gazeteciyi, öğretmeni en insafsız yöntemlerle, kimi zaman bizzat kendi elleriyle öldüren paramiliter çeteler, kurbanların aileleriyle hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan aynı mahallede, aynı sokakta yan yana yüz yüze yaşamaya devam ettiler.

Sessizliğin Bakışı, Yön.: Joshua Oppenheimer

Danimarka’da yaşayan ABD’li belgesel yönetmeni Joshua Oppenheimer, uzun süredir planladığı filmi şiddete maruz kalanların gözünden anlatmak amacıyla yola çıkmış. Fakat politik ve sosyal baskı günümüzde de devam ettiği için kimse konuşmaya yanaşmamış. Vahşetin boyutu öylesine büyük ki, tahminen kurban tarafından kimsenin ne olanları anlatmaya mecali var ne de anlatarak ortaya iyi bir şey çıkacağına dair inancı. Sosyal, hukuki veya ilahi, adaletin bugüne dek bir faydasını görmüş değiller. Dolayısıyla yönetmen kamerayı cinayetleri işleyenlere çevirmiş: “Öldürme eylemini bu eylemi gerçekleştirenlerin ağzından dinlemek, bunun da ötesinde onların yaptıklarını kendi zihinlerindeki gibi resmetmelerine imkan tanımak”. Böylece mağdurları dinlemeye alışmış olan seyirci, ilk kez ‘gerçek kötülük’le karşı karşıya kalıyor.

Çekimi altı sene süren 2012 yapımı film, bu ay vizyona giren “Sessizliğin Bakışı” (The Look of Silence) ile bir sonraki aşamaya geçiyor. Bu kez kardeşi katledilen bir adamın, katliamı gerçekleştirenlerle yüzleşmesine tanık olacağız. Bu tüyler ürpetici belgeselden, öncülünden de olduğu gibi, herhangi bir pişmanlık, vicdan muhasebesi, gözyaşı beklemek, katillerin içindeki insanı görmeyi ummak pek akılcı değil. Zaten Oppenheimer da durumu tek bir cümleyle özetliyor: “1 milyon kişinin ölümü karşısında, suç işleyenler hâlâ güç sahibi iken bir kişinin pişmanlığı başarı değildir.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Devamını Oku

Son Haberler