Meclis-i Mebusan, II. Abdülhamid kadar Bâb-ı Âlî paşalarını da rahatsız etmişti. Birçok taşra soylusu da meclissiz bir yaşam istiyordu. Bunların oğulları saraydaki “Aşiret Mektebi”nde eğitiliyor, her şeyden önce padişaha/halifeye bağlı bireyler olarak yetiştiriliyordu. Hamidiye Alayları da, sadece adını taşıdıkları sultana hesap vermekteydi.
Sultan II. Abdülhamid dönemi, Tanzimat hareketinin ivme kazandığı bir dönemdir. Günümüzde hemen hemen bütün tarihçilerin üzerinde anlaştıkları bu görüşü destekleyen birçok örnek sayabiliriz. Ulaşım ve iletişim altyapılarındaki gelişmeler, devletin maddî imkânlarının çok kısıtlı olmasına karşın yapılan eğitim hamleleri, Osmanlı Devleti’ni, yavaş yavaş da olsa, sosyal bir devlete dönüştüren kurumların açılması gibi daha birçok atılım, bizce de doğru olan bu görüşü ortaya çıkaran faktörlerdir.
Ancak, Amerikalı tarihçi Stanford J. Shaw’un yıllar önce ileri sürdüğü, II. Abdülhamid döneminin Tanzimat’ın olgunluk evresi olduğu fikri, modern devletin yerleşmesi açısından bakıldığında, pek doğruymuş gibi görünmüyor.
Bilindiği gibi Tanzimat hareketinin temel amacı, Osmanlı Devleti’ni ussal ve etkin bir aygıta dönüştürerek, imparatorluk topraklarında adaleti yeniden sağlamaktı. Bu doğrultuda girişilen çabaların önde gelen iki dışavurumu ise, bütün imparatorlukta geçerli, bağdaşık bir hukuk ve yönetim dizgesi kurmak ve bunların gerektirdiği memurları yetiştirmekti. Merkezî yönetimin temsilcileri olan vali, mutasarrıf ve kaymakamlar, İstanbul’da yürürlüğe konan kanunların tarafsız bir biçimde uygulanmasını sağlayarak, başına buyruk yerel iktidarları kıracak, bunların baskılarına karşı toplumu koruyacak, ayrıca cemaatler arasındaki gerginlikleri tatlıya bağlayacaktı.
Ancak, söz konusu beklenti doğrultusunda canla başla çalışılmasına ve Mithat Paşa’nın Tuna Vilayeti’ndeki başarıları gibi bir dizi olumlu sonuç alınmasına karşın, elimizdeki veriler bu beklentilerin Tanzimat döneminde yeterince karşılık bulmadığını gösteriyor. Mekteb-i Mülkiye’nin Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçlarını yeterince çabuk karşılayamamış olması, bu olumsuz duruma bir açıklama getirebilir belki. Orta düzey memurları yetiştireceğini varsayabileceğimiz liselerin çok geç açılması ve sayılarının çok az olması da bu meyanda akla gelebilir. Ancak, Sultan II. Abdülhamid döneminde, okullaşma ve memur yetiştirilmesi alanlarında çok önemli adımlar atılmış olmasına rağmen, durumun düzelmediğini, hattâ gerilediğini görüyoruz.
Sultan II. Abdülhamid’in mutlakiyet rejiminde öne çıkan özelliklerin en önemlileri arasında, belki de başında, hilâfet politikası ile zadegân (soylular) politikasını görüyoruz. Bunların birincisi, hükümdarın halife kişiliğini sultan kişiliğinin önüne geçiriyordu. Sultan, imparatorluğun sonunun geldiğini, Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman toplulukların bile milliyetçilik yoluna girmiş olmaları nedeniyle Osmanlı Devleti’nin yaşamasının mümkün olmadığını anlamış, hilâfet politikasını kaçınılmaz gidişi mümkün olduğunca uzatabilmek için benimsemişti. Hiç olmazsa Sünnî Müslümanların birliğini sağlamaya çalışacaktı. Yoksa ülkesinde milyonlarca gayrimüslimin ve Şiînin yaşadığını bilmeyecek ya da görmezlenecek derecede cahil ya da vurdumduymaz değildi.
Hilâfet politikasının bir sonucu, yerel temsilcileri ve aracıları olarak peygamber soyundan gelen şeriflerin, seyyitlerin ve nakîbü’l- eşrafların el üstünde tutulması oldu. Bu durum ayrıca zadegân politikasına da uyuyordu.
Zadegân politikası ise, temsilî rejim yanlılarına karşı bir korunma aracı olarak geliştirilmişti. 1877-1878 yıllarında toplanmış olan Meclis-i Mebusan, sultan kadar Bâb-ı Âlî paşalarını da rahatsız etmişti. Nitekim mebuslar her şeyi sorgulamış, eleştirmiş ve herkesten hesap sormuşlardı. Bir tek padişaha karşı sorumlu olan ve yalnızca onun gözüne girmeye çalışan, devlet yönetiminin de tıpkı Prusyalı Junker sınıfı gibi kendi tekellerinde olmasını isteyen bu eski, köklü aile mensupları, Meşrutiyet’i sevmemişlerdi. Bu nedenle de sultanın Meclis-i Mebusan’ı dağıtmasına hiç ses çıkarmadılar.
Birçok taşra soylusunun da meclissiz bir yaşamı tercih ettikleri açıktı, zira meclis, daha etkin ve güçlü, çünkü daha meşru bir merkez yaratıyordu ki, bu da birçok ayrıcalığın ve başına buyrukluğun sonu demek oluyordu. Böylece Mekteb-i Harbiye öğrencileri arasında soylu ailelerden gelenler ayrıcalıklı bir düzene tâbî olurlarken, çeşitli taşra soylularının oğulları da saraydaki “Aşiret Mektebi”nde eğitiliyor, her şeyden önce padişaha/halifeye bağlı bireyler olarak yetiştiriliyorlardı.
Hamidiye Alayları
Sultan II. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan ve doğası gereği bu iki politikaya uyan, ama kökeninde bambaşka amaçlar taşıyan bir uygulama da Hamidiye Alayları’nın oluşturulmasıdır. 1880 yılında patlak veren Şeyh Ubeydullah isyanı, birçok Kürt beyinin Osmanlı merkeziyle arasının iyi olmadığını bir kez daha göstermişti. Öte yandan, Doğu Anadolu’da milliyetçi Ermeni etkinlikleri de yoğunlaşmıştı. Zaten tarihçiler de günümüzde, Şeyh Ubeydullah ayaklanmasının en önemli tetikleyicisi olarak bu Ermeni etkinliklerini ve Berlin Antlaşması’nın (1878) bölgede Ermenileri tatmin edecek reformlar yapılmasını öngören 61 Maddesini gösteriyorlar. Böylece, hem Kürtleri zaptürapt altına almak, hem de Ermeni etkinliklerine karşı bir tür jandarma gücü oluşturmak amacıyla, bazı Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları kuruldu (1891). Bunlar, Rusların Kazak Alaylarından esinlenmiş, aşiretlerinin önemiyle orantılı subay rütbeleri verilen aşiret reislerinin komuta ettiği, hafif süvari kuvvetleriydi ve daha kurulur kurulmaz adını taşıdıkları sultanın başını ağrıtmaya başladılar.
Sultan II. Abdülhamid’in, 1895 sonlarında Van Vilayeti’nde çıkan olayları yerinde incelemek ve suçluları cezalandırıp Sultan’ın nasihatlerini bildirmek üzere görevlendirdiği Sadettin Paşa, anılarında olayları iyi özetlemiştir. Ermeni çetecilerin küçük çaplı gerilla saldırıları sonrasında Hamidiye Alayları kendi başlarına bir cezalandırma harekâtı düzenlemişler ve bazı Ermeni köylerini basarak yağmalamışlardır. Ciddi bir tepkiyle karşılaşmamaları üzerine saldırılarını daha geniş bir alana yayıp katliama da girişmişler, hattâ Van’ı bile basmaya kalkışmışlardır. Kendilerini engellemeye çalışan yöneticilere verdikleri yanıt ise, “Biz Hamidiye Alayı amirlerindeniz, askeriz. Valilerin, mutasarrıfların, kaymakamların kumandası altında değiliz” olmuştur.
Sorun uluslararası kriz boyutlarına varınca İstanbul’un etekleri tutuşmuş, Sadettin Paşa da Van’a gönderilmiştir. Kısacası, modern devletin üzerine düşen görevler “aracı” Hamidiye Alayları’na devredilmiş, onlar da tümüyle kanundışı, hak-hukuk tanımayan bir “görev anlayışı” ile toplumun yaralarını daha da derinleştirecek bir dizi ağır şiddet eylemine girişmişti. Sultanın politikası doğrultusunda kendilerine yalnızca nasihat edildiği için sorunlar daha uzun bir müddet sürecek, toplum da uzun bir süredir güvenmediği devlete daha çok yabancılaşacaktı.
Musul’daki skandal
Buna benzer, ama beş yıl sonra meydana geldiği için bizce daha da vahim olan bir olayla Musul Vilayeti’nde karşılaşıyoruz. Musul Valisi Ebubekir Hâzim (Tepeyran) Bey, 2 Haziran 1901 tarihinde Dahiliye Nazırı Memduh Paşa’dan gelen bir telgrafla, Musul Valiliği’nden alındığını öğrenir. Henüz birkaç hafta önce sultanın özel selamıyla ödüllendirilmiş olduğu için, bu karara çok şaşırır.
Hâzim Bey, yönetim bölgesinde bulunan birçok köyü yağmalayarak yakıp yıkan, Musul’a ithal edilen ihtiyaç maddelerini haraca kesen, birbirleriyle savaşan ve çok kan dökülmesine neden olan birkaç aşirete karşı önlemler almış, bunların bazı adamlarını tutuklattırmıştı. Can ve mal güvenliğinin olmadığı bölgelerdeki çabaları, aklı başında bir yöneticinin yapması gereken şeyler olması nedeniyle göstermelik olarak ödüllendirilmiş, ama işine de son verilmişti. Hâzim Bey’in sonradan öğrendiğine göre, Hamidiye Alayları’nın kurucusu ve koruyucusu, 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa, sultana çektiği bir telgrafta, “Musul Valisi bir müddet daha orada kalırsa bizzat padişah tarafından kurulan Hamidiye Alaylarının varlığının sürmesi mümkün olmayacak” demişti.
Gökhan Çetinsaya, Sultan II. Abdülhamid döneminde Irak’taki Osmanlı yönetimi hakkında yazdığı kitabının sonuç bölümünde özetle şöyle diyor: “Irak’ı oluşturan üç vilayette de Arap ve Kürt eşrafın önemli bir nüfuzu vardı. Bunlardan bazıları, Saray’la doğrudan doğruya ilişkideydi. Sultan, bunlara karşı yaptırım uygulanmasına karşıydı. Sorun çıktığında da eşraf veya güçlü aşiret reisleriyle uğraşmaktansa valiyi ya da diğer yüksek rütbeli memurları oradan uzaklaştırmak daha kolayına geliyordu. Bu da eşrafın gücünün yönetiminkine oranla daha geçerli olması sonucunu doğurdu. Bu durum ise uzun vadede başka sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktı”.
Bu gerçeklerin, asker olsun sivil olsun, genç ve idealist memurların saçlarını başlarını yolmalarına ve giderek devrimci kesilmelerine neden olduğu aşikârdır. Ancak, Meşrutiyet’in ikinci kez ilân edilmesi üzerine imparatorluğun her köşesi bayram yerine dönmüş, eğitimli olmayan kalabalıklar da coşkulu sevinç gösterileri yapmıştı. Bunun birçok nedeni arasında, Fransız tarihçi François Georgeon’un dikkati çektiği önemli bir husus var. Bu da 1908 Devrimi’nde ve sonrasında çok kullanılan Fransız Devrimi’nin maruf sloganındaki “hürriyet, müsavat, uhuvvet” (özgür-lük, eşitlik, kardeşlik) üçlüsüne, Osmanlı devrimcilerinin “adalet”i de eklemiş olmalarıdır. Zira Osmanlı toplumunun özlemini çektiği adaleti, sultanın kayırdığı yerel eşraf karşısında elleri kolları bağlı kalan Osmanlı memurları sağlayamıyordu.