15. yüzyıldan itibaren Doğu’dan gelen barbar sömürgecilerin tahribatına maruz kalan Meksika ve mutfağı, her şeyi içinde eritip harikalar yaratan kocaman bir kazan. Çikolata ve vanilyasız Fransız pastacılığı, domatessiz İtalyan mutfağı, acı bibersiz Adana kebabı olur muydu? Patates, Kuzey Avrupa’nın işçi sınıfını doyurdu; mısır, Afrika’nın başlıca tahılı haline geldi. Viva la Cocina Mexicana!
Tarih boyunca insan ve ürün hareketlerinin en kapsamlısı ve uzun süreni, milyonlarca yıl boyunca aralarındaki okyanuslar dolayısıyla birbirlerinden tamamen habersiz kalmış Avrupa ile Amerika kıtaları arasında olmuştur. 15. ve 16. yüzyıllarda “Yeni Topraklar”a doğru başlayan insan ve diğer canlı akınına Amerika’nın cevabı, bildiğimiz alışkanlıklarımızı değiştirecek yeni ürünlerle olmuş. Alfred W. Crosby 1972’de yazdığı kitabında bu alışverişe “Kolombus değiştokuşu” adını vermiş.
Alışveriş lafın gelişi. Acımasız dönüşümü şekerle kaplama çabası. Avrupa açısından hep alış, yeni kıta açısından da hep veriş! İlk yerlilerin Amerika kıtasına gelişi 15-25 bin yıl öncesine tarihleniyor. Amerika kıtası da yüzbinlerce yıl kendi hâlinde yaşayıp gittiği topraklarına doğru yönelen hayvan, insan ve hastalık akını karşısında mücadeleyi yitirerek bambaşka bir yöne doğru evrilmiş. 1650’lere gelindiğinde nüfusun %50-95 oranında hastalık ve savaşlarla yokolduğunu görüyoruz. Zamanaşırı bakarsak, Amerika da şeker ve tütün ile yavaş yavaş daha fazla sayıda insan öldürerek altı üstüne getirilen doğasının hesabını sormuş mudur dersiniz? Tarih böyle bir şey işte. Neyse, konumuz mutfak tarihi. Her şeyi içinde eritip harikalar yaratan kocaman bir kazan.
Mısır, patates, cassava, tatlı patates, Kolombus öncesi Amerika’nın temel gıdaları idi. Bunların yanısıra domates, balkabağı, sakızkabağı, yeşilbiber türleri, fasulye, ananas, çilek, ayçiçeği de eski topraklara kısa sürede yayıldı. Yeni kıtanın yiyecek haricinde, kauçuk, tütün ve frengi gibi başka armağanları da oldu. Bu alışverişin görece sakinlediği günümüzden geriye bakınca “Kolombus Değiştokuşu”nun insanlığın gelişimine, dolayısı ile dünya mutfaklarına pek çok şey kattığı ortada. Çikolata ve vanilyasız Fransız pastacılığı, domatessiz İtalyan mutfağı, acıbibersiz Adana kebabı olur muydu? Patates, Kuzey Avrupa’nın işçi sınıfını doyurmasaydı endüstriyel gelişmelerin yükünü kim sırtlayacaktı fabrikalarda? Mısır, Afrika’nın başlıca tahılı hâline gelmemiş olsaydı, kara talihli kıtanın politik yapısını değiştirecek devletler kurulabilir miydi acaba?
Yeni topraklara bu değiştokuşun en fazla yansıdığı, geçmişinden gelen bolluğu yeni ürünler ve farklı yöntemlerle bir kazan içinde birleştirmiş, bugün hâlâ evrilmekte olan olağanüstü bir mutfağı anlatacağım: Meksika mutfağı Kolombus öncesi dönemde büyük şehirler ve çevresindeki kasabalarda yaşayan Azteklerin tarım becerileri ve bilgi birikimleri sayesinde, beslenme düzeni esas olarak çok çeşitli meyve ve sebze üzerine kuruluydu. Temel gıda olan mısır, mitolojik ve dinsel anlatılarla kutsallaşmış bir ürün idi. “Nikstamalizasyon” denilen bir işlemden geçirilerek hamur tutma özelliği kazandırılan ve sindirim kolaylığı sağlanan mısır ile yapılan tortillalar, lapalar, muz ya da mısır yaprağına sarılıp buharda haşlanan tamaleler, bugün hâlâ Meksika mutfağının temel taşları olan yiyecekler. Tortilla, tamales, çeşitli sebze güveçlerine eşlik eden türlü çeşit soslar en yaygın olanlardı. Ayrıntılı ve zengin sofralar her kültürde olduğu gibi soylu sınıflara özgü idi. Büyük Aztek kasabalarında ve şehirlerinde her sınıftan insana hizmet veren ve her türden sokak yemeği satan satıcılar vardı (Burada, ilk Amerikan kolonistlerin yerlilerin mısırı sönmüş kireçte bekleterek hazırlama yöntemlerine kulak asmayıp kronik “niacin” eksikliğinden “pellagra” adı verilen hastalıkla ölüp gittiklerini ve bir süre başlarına ne geldiğini anlamadıklarını da ekleyelim).
İspanyol istilacılar geldiğinde, Aztek hükümdarlarının çok zengin sofralarına oturdular. Buldukları her şeyin gelişmişliği onları öyle şaşırtmıştı ki başkent Tenochtitlan’da “Rüya mı görüyoruz acaba?” diye raporladıkları ve gördüklerine inanamadıkları bir dönem geçirdiler. Ancak, buldukları her şeyi yoketmeleri uzun sürmeyecekti. Buna rağmen bugünkü Meksika mutfağını oluşturan kökleri yerinden edemediler.
Peki İspanyolları hayrete ve büyük ihtimal kıskançlığa sevkeden 2. Montezuma’nın sofrasında neler vardı?
Yemekler beyaz örtüler üzerinde, rengarenk şık seramik kaplarda, güzel kadınlar tarafından sunuluyordu. Zaten Azteklerde mutfak, kadınların egemenlik alanı idi. Kadınların politik alanda da ağırlığı vardı; ama yerlerini ve söz haklarını İspanyol egemenliği sırasında kaybettiler. Sofraya konan yiyecekler, imparatorluğun dörtbir yanından taşınıp gelen malzemelerle hazırlanıyordu. Yemeğe oturmadan ellerini bir leğende yıkayan Montezuma, saray ahalisinden bir paravanla ayrılmış yerinde oturur, gündelik hazırlanan 300 civarında yemek arasında yiyeceğini seçer, gerisi de saray halkına servis edilirmiş. Biz de bunları Cortés’in askerlerinden Bernal Diaz notlarından okuyoruz.
Yemekte yaban ördeği, yaban domuzu, sülün ve bıldırcın, keklik, geyik, bataklık kuşları, güvercin ve tavşan etinden yapılan yemekler, çeşitli zengin sebze ve yemişli soslarla sunulmuş. Yumurta ile yoğrulmuş mısır ekmekleri bembeyazmış ve temiz peçeteler serilmiş tabakların üzerinde servis edilmiş. Ülkenin her tarafında yetişen taze meyveler varmış. Balık sunulacağı zaman, Meksika Körfezi’nde o gün yakalanmış balıklar koşucular tarafından taze taze saraya iletilirmiş. Yemek sırasında dansçılar, akrobatlar, cüce ve palyaçoların eğlendirdiği Montezuma, bu insanlarla tabağından yiyecek paylaşmış. Yemeğin sonunda altın bir kasede köpüklü çikolata içeceği getirilmiş; yanında da tüttürmek için tütün sargısı. Sonra da imparator dinlenmek için odasına çekilmiş. Bu yemek deneyiminin seçkinliğini ve şıklığını biraz olsun anlamak için Kolombus öncesi seramik kapların güzelliğine ve ayrıntısına bir göz atmak yeter. Aztek kültürünün felsefi tabanı her şeyde denge ve kararında tüketim önerdiği, gösteriş ile şaşaayı cezalandırdığı için çok sevilen fermante kaktüs ve bal içeceği “pulque” soylular arasında bile az miktarda içilir, sarhoşluk fena cezalandırılırmış. Aynı kanaatkar anlayış, giysiler ve takılarda da kendini gösterirmiş.
Aztek mutfağının temel baharat çeşitleri, bugün de Meksika mutfağının ana tatlarını destekler. Aztekler yiyeceklerin tatlandırılmasında çok sayıda bitki ve baharat kullanırdı. Çeşitli acılık derecelerinde biberler, kuru, tütsülü, kavrulmuş olarak geniş bir lezzet yelpazesi sunar, tariflere derinlik katardı. Cilantro yani Meksika kişnişi, kekiği ve anasonu; “canella” yani beyaz tarçın kabuğu, Akdeniz’in alışıldık baharat çeşnilerini anımsatacak lezzet tınıları sunduğu için İspanyollar tarafından da kullanılmaya devam edilmiştir. Soğan ve sarımsak gelmeden önce bunlara benzeyen lezzette kokulu yapraklar ve bazı bitki soğanları kullanılmakta idi. Diğer tatlandırıcılar arasında mesquite, vanilya, achiote, epazot, hoja santa, patlamış mısır çiçeği, avokado yaprağı vardı. Bütün bunlar son derece geniş bir lezzet aralığı sunan çeşniler idi.
İspanyollar 1521’de bugünkü Mexico City’nin yerinde, göl üzerinde kurulu, kanallarla, yollarla donanmış 400 bin kişinin yaşadığı Aztek başkenti Tenochtitlan’ı ele geçirip imparatorluğa son verdiklerinde yıktıkları tek şey şehir olmadı. Kendi mutfaklarının malzemelerini de getirdiler elbet. Bunların da yerel tarım üzerinde yıkıcı etkileri oldu. Koyun, keçi ve inekleri otlatacak yer lazımdı. Yerlilerin binbir emekle göl üzerinde doldurup yükselttikleri tarlalardan daha güzel yer mi vardı? Domuzlardan sık ormanlara kaçıp saklananlar oldu. Kısa sürede üreyip vahşileşerek ekili alanlara musallat oldular. Yerliler aç kaldı. Yabani hindiler vardı ama tavuk İspanyollarla geldi ve bu hayvanların etleri Meksika mutfağına ayrılmaz şekilde eklendi. Öncesinde yerli Aztek mutfağında et için yetiştirilen iri hayvanlar olmadığı için et kullanımı yaban hayvanları ve kıyılarda balık ile sınırlı ve pek az iken; İspanyol etkisi ile özellikle domuz eti yemeklerde çok kullanılır oldu. Süt veren hayvanların gelmesi ile peynir çeşitleri ve tereyağ mutfağa eklendi. Bunlar İspanyolların etkin olduğu ülkenin kuzeyinde yerleşirken güney daha çok yerli mutfağının alışkanlıklarını devam ettirdi.
İspanyollarla pirinç, buğday gibi yeni tahıllar; susam, zeytinyağı, kimyon, tarçın gibi yeni malzeme ve baharat da hemen yerel yemek türlerine katılır oldu. Üzüm ve arpa, şekerli tatlar, sığır ve koyun etleri, süt, krema ve tereyağı, kolonyal Meksika’nın mutfağını zenginleştirdi. Ancak bu eklentiler daha zengin mutfaklarda yerini buldu. Yoksul mutfaklar ise yüzyıllardır nasılsa aynı şekilde devam etti. Bugün bile birçok Meksikalı, ataları gibi beslenmektedir. Tabii dünya mutfaklarına sunduklarına bakılırsa, Meksika mutfağı içine aldığı etkileri haddeden geçirip yal ü bal eden, gerçek bir füzyon mutfağıdır denebilir.
Meksika mutfağının bileşenleri tanımlanırken, genellikle yerli, İspanyol ve sonra Fransız etkileri sayılır. Ancak pek hesaba katılmayan bir boyut da, gelen İspanyolların 800 yıldır sürmekte olan ve henüz alaşağı ettikleri Mağrıbi mutfağının etkilerini buraya taşıyıp getirmiş olmalarıdır. Bu etki ta Abbasi Bağdat’ından süzülüp Endülüs Emevileri ile Kurtuba’ya gelmiş ve yerleşmiştir. Bu nedenle Meksika mutfağı üzerinde Arap mutfağı lezzetlerinin tartışmasız bir etkisi vardır. Bu etki daha sonra 19. yüzyıl sonlarına doğru Lübnan göçmenlerinin getirdikleri ile zenginleşmiş. Örnek vermek gerekirse, “taco Arabe” yani bildiğimiz pita üzerinde sunulan “shawarma”dan (döner) oluşan “taco al pastor”; şiş kebap “alambres”; içli köfte gibi yiyecekler; badem yokluğunda yer fıstığı ile yapılan ezme “mazapan”; tulumba tatlısının uzunu ve çikolata ya da süt reçeline banarak yenen “churros”; karamel dolgusu ile kağıt helvasına benzeyen “obleas” gibi tatlılar da mutfağa eklenmiş. Bugün Ortaçağ ve 19. yüzyıl Arap mutfağının yemekleri artık Meksika mutfağının ayrılmaz bir parçasıdır.
Gelelim 1862’de 3. Napoléon’un bir manevrası ile kendisini Meksika imparatoru bulan Habsburg hanedanından Avusturya arşidükü Maximilian ve eşi Carlotta’nın 5 yıl süren hanedanlık dönemine. Birçok yemek yazarı Fransız etkisini bu döneme bağlamak eğiliminde olsalar da, aslında bunu gerçek bir Fransız hayranı olan başkan Porfirio Diaz döneminin şaşaalı davetlerine bağlamak daha doğru olur. Ülkeyi 1877 ile 1911 arasında ağır bir dikta rejimiyle yöneten ve Meksika Devrimi ile indirilen Diaz’ın döneminde üst sınıfların damağına hitap eden lezzetler konak mutfaklarında yer edinmiş, ev hanımları dergilerde Avrupalı tariflerin peşinde koşar olmuşlar. Fransız şarap ve şampanyalarının su gibi aktığı “la comida francescada” yani modern ve gelişmiş olma adına benimsenen “Fransız stili yemek”, devrimden sonra şık restoranlardan halka inmiş. Fransız mutfağının benmari, veloute gibi yöntemleri-terimleri, bageti ve tatlı ekmekleri, krepleri, teleras ve bolillos diye adlandırılan minik somun ekmekleri, bolovan denen vol-au-vent börekçikleri, et suları ve çeşitli sosları zaten soslara düşkün olan ve benzer yiyecekleri olan Meksika mutfağına yerleşmiş.
Daha az bilinen ise 1900’lerin başında gelen Japon, Filipinli, Çinli ve Koreli göçmenlerin de ABD sınırının hemen güneyinde bir Uzakdoğu-Meksika füzyonu oluşturmaları. Kore’den 1970’lerde yeni bir göç dalgası daha almış Meksika. Bugün ABD’ye epey göç veren ve başka ülkelerden göç alan Meksika, bu geliş-gidişler ve etkilere-malzemelere açık niteliği ile başka tatlara da kucak açabilecek mi bakalım. ABD’nin dünya mısır üretimini tekeline alması ile işsiz kalıp göçe zorlanan tarım işçileri ve yüzyıllardır mısıra dayalı mutfağında harikalar yaratan Meksika; 2010’da UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne alınmış. Hayırlı olsun. Darısı başımıza. Viva la Cocina Mexicana!