Kasım
sayımız çıktı

İstanbul’dan Viyana’ya bir dostluk kuşatması

Hattat olduğu için “Hattî” mahlasını alan Nişancı el-Hac Mustafa Efendi, 18. yüzyıl ortasında Osmanlı padişahı 1. Mahmud tarafından elçilik göreviyle İstanbul’dan Viyana’ya (Nemse-Nemçe) gönderilir. Kalabalık bir heyet ve birbirinden kıymetli hediyelerle Avusturya İmparatorluğu’na giden Hattî Mustafa Efendi, 11 ay süren gidiş-dönüş yolculuğunu, orada yaşadıklarını kaleme alır. Benzersiz bir tanıklık.

İstanbul veya Edirne payitahtından Doğu’ya, Batı’ya, Hindistan’dan Avrupa başkentlerine, diplomatik ve dostluk mektupları götüren Türk elçilerin sayıları az ama yol çileleri ve sefaret serüvenleri inanılır gibi değildir. Bıraktıkları sefaretnameler de dikkatle yazılmış, diplomatik öyküler, bazıları dramatik hatta trajiktir. Tutuklananlar, idam edilenler, yol kazalarında ölenler de vardır. Oysa çoğu tarih yazıcılarımız, serüvenlere değinmeden, “elçi gönderdik, “elçimiz eli boş döndü”… gibi geçiştirme cümleleri kurarlar.

Çok erken denebilecek bir tarihte, 1400’lerin başında İspanya kralının mektubunu  Semerkand’a, Timur’a götüren ve dönen Glavijo, o dönemin şartları düşünüldüğünde  şanslı elçilerdendir. Kadis’den Semarkand’a adlı elçilik anıları, bugün de bir seyahatname tadıyla okunur.

Eski elçilik görevlerinin seyahatleri, yol koşulları, bazen aylarca süren tutuklanmalar, beklemeler, gidiş-dönüş sorunları nedenleriyle aylar, yıllar sürerdi. Osmanlı Devleti’nin 15. yüzyıldaki ilk elçilerinden, Eflak voyvodasının kazığa oturttuğu, sarığını başına çivilettiği şehit diplomatlarımız da var.

Osmanlı Devleti 13. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı arasındaki 650 yılda 3 kıtada, komşusu veya denizaşırı devletlerle savaşmış, barışmış, antlaşmış. Tarihler bunları ayrıntılı veriyor. Elçilik ilişkilerine dair belgeler, raporlar, layihalar da bizim ve yabancı arşivlerin önemli birikimleridir. Buna karşılık “sefaretname, sefaret takriri” denen defterler ve anılar ise araştırma, çalışma ve yayın gerektiren önemli kaynaklardır.

Bir Osmanlı elçisinin Ebubekir Ratib Efendinin) Viyanaya kalabalık ama düzenli maiyetiyle girişi. Koçu denen kapalı arabada Osmanlı Padişahının mektubu vardır.

Bıraktıkları defter ve raporları araştırarak, eski elçilerimizin ilk kapsamlı listesini yapan Hammer’dir. Bu ve sonraki Türk  araştırmacıların listelerindeki sefaretname, elçilik takriri  veya risalelerin bilinenleri 40 dolayındadır. Faik Reşit Unat’ın, ilk basımdan (1961) ve Unat’ın vefatından sonra Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal’ın tamamlayarak yeniden yayınladığı Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri’inde (1968)42 sefaretname ve takrir tanıtılır. Bunların 24’ünün Türkiye’de tam metin basılmadığı, 18’ininse eski veya yeni harflerle basıldığı belirtilmiştir.

Az sayıda örnekleri korunabilmiş elyazma sefaretnameler, tarih bilgileri yanında kültür değerleri, kent ve toplum yapıları, yolculuk ve konaklama koşulları, diplomatik-törensel âdetler gibi konularda -diplomat diliyle olsa da- ilginç metinler, kaynaklardır.

Hattat olduğu için “Hattî” (*) mahlasını alan Nişancı el- Hac Mustafa Efendi’nin (öl. 1760) kütüphanemizdeki elyazması Nemçe (Avusturya) Seyahatnamesi, Viyana’dan dönüşünden (1748) iki yıl sonra sağlığında istinsah edilmiştir. 36 yaprak /72 sayfadır. Metnin hattat kaleminden çıkma rik’a yazısı, bunun Mustafa Efendi’nin kendi nüshası olduğu ihtimalini düşündürüyor. Sefaretname’nin sonunda, farklı bir elyazısı ile kaleme alınmış 5 sayfalık bölüm ise, 1. Abdülhamid’in 1776’da İran’a elçi olarak gönderdiği Sünbülzade Vehbi’nin (öl. 1809) Kaside-i Tannane’sidir (Senfonik Kaside). Belki yegâne manzum sefaretname (**) olan bu kısım, belli ki Sünbülzade Vehbi tarafından aynı orijinal eserin sonuna eklenmiştir.

271 yıllık mersin ağacı! 1. Mahmud’un elçi Hattî Efendiyle imparatora gönderdiği hediyelerden ‘Mersin ağacı’ günümüze kadar yaşatılmış. Müze havuzundaki saksıda sergilenen bu tarihi bitki kış soğuklarında içeriye alınıyormuş.

Nemçe Seyahatnamesi,terimler dışında bugün de anlaşılabilir Türkçedir. Divan yazıcılığında,  saray ve Paşakapısı görevlerinde bulunan Hattî söz ustalıkları yapmamış; galiba, Sultan 1. Mahmud, sadrıazam Abdullah Paşa okurlar veya okuturlarsa kolay anlamalarını gözeterek sade dil kullanmıştır.

Bir elyazma eser türü olarak alıntılar yapacağımız Hattî el-Hac Mustafa Efendi’nin Hicri 1161 (1748) tarihli Nemçe Sefaretnamesi; ortak tarihleri savaşlarla geçmiş Osmanlı-Avusturya devletleri arasında, önce Belgrad Antlaşması’nın (1739) imzalanmasının, sonra Avusturya  Veraset Savaşları’nın (1741-1748) sona ermesiyle Sultan 1. Mahmud ile Kraliçe Maria Tereza ve İmparator Franz arasında kurulan dostluk ve barış ortamının bir belgesidir.

Sefaretname, nâme-i hümayun denen bu belgelerden 6’sını, Türk elçiler muhtelif tarihlerde “Cenâb-ı şahane” (padişah) tarafından, Nemse’nin (Avusturya) haşmetlu hükümdar ve hükümetlerine sunmuşlardır. Bunların veya diğer elçilerin gidiş-dönüşleri tarih kitaplarında birer cümleyle, birkaç mektupla geçiştirilmiştir. Oysa ki değerli hediyeleri, atlar arabalar ve kalabalık bir maiyetle ve bir güç-görkem sergilemek üzere aylarca sürecek riskli elçilik yolculuğuna çıkmak; her menzilde  karşılayıp konuk edenlere, muhafızlara, saray ve hükümet görevlilerine hediyeler, altın-gümüş paralar dağıtmak; krala, kraliçeye atlar, değerli biniş takımları, silahlar, kürkler, ipekliler, halılar, mücevherli altın-gümüş takılar sunmak; atlar arabalar, yükler, çadırlar, kişisel eşya, yol harcamaları, hazine denecek ağırlıkta bir ödenekle yola koyulmak; elçinin kalabalık maiyeti, yol görevlileri, muhafız yeniçeri veya askerler,  hava-yol-konaklama koşulları, güvenlik sorunları… düşünüldüğünde; 5-6 ay süren gidiş- dönüş çok zahmetli, külfetli, riskliydi.

İmparator Franz

1650-1850’ler arasında, Osmanlı padişahı adına elçilik göreviyle başka payitahtlara gidip dönen Türk elçilerinden sefaretname yazanların ilki, 1655’te Avusturya imparatoruna (3. Ferdinand) “nâme-i hümayun” (mektup) götüren Divriğili Kara Mehmed Paşa’dır ve bu misyonunu Beç Sefaretnamesi ile belgelemiştir. Hattî el-Hac Mustafa Efendi ise Viyana’ya giden Osmanlı elçilerinin dördüncüsüdür.

23 Ocak 1748’de İstanbul’da Kadırga’daki konağından alay göstererek 13 Mayıs’ta Viyana’ya törenle giren Hattî, burada kendisine ayrılan konağa yerleşmiş. Öncesinde konak yerlerinde törenle karşılanıp uğurlanarak her gün ancak üç-dört bazen beş saat yol alınarak, arada birkaç gün mola ile ve karşılayanlara hediyeler verilip teşrifat ve muhafaza işleri çözülerek, Drava nehri kıyısındaki  Ösek’e (Osijek/Osiyek) gelinmiş. Kale komutanının “elçi beni ziyaret etsin” ısrarını, Hattî Efendi “Ben padişah elçisiyim!” diyerek geri çevirmiş! 11 Haziran’da imparator sonra kraliçe tarafından  kabul edilip Sultan Mahmud’un nâmelerini ve hediyeleri sunmuş.

Kraliçe Maria Tereza

Viyana’dayken İmparator Franz bir ara kendisinden bir ricada bulunmuş. Hattî Mustafa Efendi bu hadiseyi şöyle naklediyor:

“Çasar, yine serkâtibi ile ‘Efendinin şair olduğu mahlasından malum olduğundan gayri duymuşumdur da. Eserlerinden bir şeyler isterim’ dediklerinde, ‘nişancılık hizmeti fermanlara tuğra-yı şerif çekmektir’ dedim. Ertesi gün bir tabaka İstanbul kağıdının yarısına altınla tuğra-yı hümayun çekip altına  kendi eserimden ‘Şehinşah-ı cihan Sultan Mahmud’un budur işte / Bütün dünyayı teshir eyleyen tuğra-yı ferman’ yazıp Çasara gönderdim” (Yaprak 21).

Hattî Mustafa 24 Ekim 1748’de Viyana’dan Tuna nehri yoluyla ayrılarak Rusçuk’ta karaya çıkmış ve 28 Aralık 1748’de İstanbul’a dönmüş. 11 ay süren seyahatten sonra üç gün dinlenmiş ve sonrasında getirdiği nâmeleri Sadrazam Abdullah Paşa’ya teslim etmiş. Sefaretnamesinde gidiş ve dönüş yolculuklarını; Viyana sarayında imparator ve imparatoriçeye (çasara ve çasariçeye) ielttiği nâmeleri, hediyeler sunuşunu; konakladığı saray yavrusu binayı; izlediği operayı, gezdiği rasathaney; imparatoriçenin amcasının sarayını ve harem dairelerini; aynalı odayı; ikram ve ziyafetleri; hanedan mensuplarıyla tanışmalarını; iki devletin dostluğunu güçlendiren sıcak temaslarını; Viyana’ya varışının 155. günü (Ramazan’ın 24’ü) gelişteki merasimin benzerinde düzenlenerek imparator ve imparatoriçe ile vedalaşmasını; devlet ricaliyle yaptığı son görüşmeleri aktarmış. 13 gün de dönüş hazırlıkları yaparak, geldiğinin 169. günü heyetiyle birlikte Viyana’dan ayrılmış. Sefaretnamenin son 15 yaprağı, Viyana’dan İstanbul’a kadar dönüşün anlatısına ayrılmış.

(*) Hattî el- Hac Mustafa Efendi (öl. 1760). Paşakapısı/Babıâli, Divan-ı Hümayun kalemlerinden yetişmiş, dönemin önemli görevlerinden sayılan kâtipliklerde bulunmuş. Mevkufatî (Başdefterdar yardımcısı), Hacegân (Divan bürosu şefi), Nişancı (Dışişleri Bakanı), Başmuhasebeci olmuş. Kendisi ve Nemse Sefaretnâmesi konusunda Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri’nde (s. 92-97) bilgi verilmiştir.

(**) Kaside-i Tannane 1776 (İran Sefaret Takriri), F. R. Unat’ın, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri’nde, (s. 134-136) tanıtılmıştır.

İSTANBUL’DAN VİYANA’YA YOLCULUK: SAYFALARDAN ÇEVİRİLER

Tuna’nın kıyısında saz, alay ve meserret

“Mah-ı mezburun 18. Perşembe günü Yörük Hasan Paşa-zâde Halil Bey efendiden iki kat hediyeler alınıp (23 Ocak 1748) Pazartesi günü Cündî meydanındaki konağımızdan mükellef alay ile hareketle Kadırga Yedikule Kapısında yola çıkıldı. Hareketimizin elli ikinci günü (12 Mart) Belgrad’a vasıl olduk. Nemseli’nin (Avusturya) Zemun’daki bizi teslim almaya memur kumandanları ile Beç’den (Viyana) maiyetimize memur eyledikleri ikinci tercüman ve serkâtip ve komsar başıları derhal tercümanlarını Belgrad’a göndererek teslim tesellümün ne gün olacağını sordular. Nemseli ve Belgrad tarafından sal inşasına başlandı. Belgrad kalesi Dizdar kapısındaki iskeleden maiyetimizle biz filikaya, karşı tarafta Zemun Burnu’nda da Nemseli kumandanlar şaykaya binerek iki taraftan toplar atılarak Sava nehrinin ortasında demirli sala aynı zamanda yanaşılıp beraberce çıkıldı. Teslim tesellümden sonra cihan padişahının hediyeleri de ihtiram ve tazimle şaykalarına alındı. Tuna’nın kenarında karaya çıkılarak saz, alay ve meserret tertip edildi. Nemçelilerin hazırladıkları altı atlı hinto(v)lara binerek nâme-i hümayun da bizim al çuha kaplı ve müzeyyen koçu arabamızda olarak Zemun kasabasına dahil olundu. Nezarete-hâne dedikleri mükellef ve müzeyyen saraylarına indik. Kahve, şerbet ve şekerleme ikram edildi…”

BİR ŞATO GEZİSİ

Her biri bir başka ferah dilküşa (gönül açıcı) odalar

“Üstuvar-ı Yanık, muvahhidin (Müslüman) konaklığıdır. Bir taraftan Rab, diğer taraftan Tuna’nın bir kolu çevirir. Ladikaların kale gibi mükellef, seyredilecek bir konağı haber verilince elbise değiştirerek temaşa olundu. Divanhânesinin iki canibinde biribiri içinde her biri bir başka ferah ve dilküşa (gönül açıcı) odaları ve mukarnas ve münakkaş sıva tavanları ve döşeme tahtalarının bazısı Frenk-pesend ve bazısı Hatayî vesair çiçekli kumaşlar üzerinde hurdakârî nakışlı ve bazı odalarının dahi mülevven mermerden ve tamakî (?) macun taşlardan döşemeleri gayet musanna (sanatlı) ve acaip bir saray-ı dil-firipti”

ELÇİLİK HEYETİ VE KORTEJ

‘Devlet-i Osmaniye’nin bu dostluğu unutulmaz’

“Sultan Süleyman Hanın Macar Kıralı ile ceng ü peykâr edip düşmana galip geldiği Mohaç sahrasında yemeklik için mola verildi. Nemse ricali ile Çasar ve Çasariçe (imparator ve imparatoriçe) libas-ı münkerleri (İslâmiyet’e uymayan giysiler) ile gelip -bizi uzaktan- seyrettikleri haber verildi. Yemeklikten hareket olundukta, Nemseli başvekilinin istikbâlimize tayin ettiği iki yüzden fazla sultatlarının (muhafız) arkasına, hedâya-yı hümayun atları ile iki nefer Has ahurlu ve onların ensesinde al çuha puşideli üç adet arabalara yüklü hediye sepetleri ve onun ensesinde müzehhep ve müzeyyen dört beygirli nâme-i hümayun koçusu, onun ensesinde Ahur kethüdası ile Yedekçibaşı ve onun ensesinde Has ahur hazinesinden verilen mülûkâne raht ve bisat (eyer takım ve döşemeleri) ve yedi yedek beygirler ve onun ensesinde Divan Efendisi ile Kapucular kethüdası ve onların gerisinde bu abd-i ahkar (Hattî Efendi, kendisi), iki adet divan dolamalı ve seraser kuşaklı, al baratalı Has ahur eskileri ve yirmiden mütecaviz mülebbes ve mülevven (giyimli kuşamlı) çukadarlar ve veramızda (ötemizde) otuzdan mütecaviz Enderun ağaları ve onların verasında kethüdamız ve cümlenin ensesinde al çuha puşideli ve altı beygirli koçu arabalarımız ve ben (Hattî Efendi), bu veçhile tertip olunup bu heyet-i vâlâ ile Beç (Viyana) kalesinin kenarından geçerek kale varoşunda yükleri boşaltıp hazırladıkları konağımıza nüzul olunmuştur…

Birkaç gün istirahat ve misafirlikten sonra Nemçe’nin reis-i devletleri olan şahıs konağımıza gelip hoşgeldiniz deyip ve makamımızı tebrik eyledikten sonra ‘o vakte kadar Devlet-i Osmaniyeden böyle padişah muhabbeti ve iltifatı muhtevi (içeren) iki kıta nâme-i hümayun ve iki kat hediyelerle Çasariye Devletine elçi gelmemiştir. Bu dostluk unutulmayacaktır’ dedi. Mektup ve hediye sunuşları için yortuların geçmesi ve panayır için uzak memleketlerden gelecek kesret nüfusun toplanması için mülakatların birkaç gün tehirini iham ve itizar (rica) etti”

İMPARATORUN HUZURUNDA

Name-i hümayun ve hediyeler, imparatorun önündeki ipek halının üzerine bırakıldı

“(Başvekil tarafından kabulden birkaç gün sonra) İptida Çarsar tarafından davet için gönderdikleri altı beygirli Çasariye dedikleri hinto ile baş tercümanları ve süvarilerden mürettep alay ile Saray-ı Kayserîyeye (imparatorluk sarayı) azimet olunup Çasara mahsus binek taşına inip iki tarafta saf-beste olan (sıralanmış) kendi ittibamıza (heyetimize) selam ederek istikbale memur devlet ricali ile kendi aralarında tertip-hane dedikleri odaya çıktık. Hedaya-yı hümayun sepetleri de getirilerek bohçalar ihraç oluncaya dek bir miktar ayakta olundu. Sonra kapıcılar kethüdası makamında olan şahıs gelip: ‘Çasar Efendimiz ayağa kalkmanızı beklemektedirler, buyurun’ diye dâvet eyledikte divan kürkü ve mücevvezemizi  (kavuk) orada giyinip kral, olduğu odanın kapısında (görününce) divan efendimizin elinden nâme-i hümayunu alıp on adamımızla içeriye girip ve üç mahalde name-i hümayunu öpüp  Çasar ayakta durduğu sofanın kenarında müsul (ayakta) olarak padişahın beliğ elkabını (sanlarını) beyan: Yani ‘Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere ve Kudüs-i Şerif-i mübarekenin ….’ diye (başlayan unvanları) sırayla okuduktan sonra name-i hümayun ve birer iç oğlanının kucağındaki bohçalarla getirilen hediyeler Çasarın önündeki ipek halının üzerine bırakıldı. Çarın işaretiyle bir general Latince teşekkür etti.

Benim sefaret hizmetim böylece tamamlandı. Konağımıza dönünce bizim aşçılarımızın hazırladıkları yemekler ve şekerlemeler tebrike gelen reis-i devlete ve Çasarın muteber adamlarına ikram, yemekten sonra da resm-i Osmaniyan üzere kahve ve şerbet ve gülâb ve buhur merasimi icra ve her birine birer ağır boyama ve birer pesend-kâri ağır yağlık oya yemeniler ve Çasarın hademelerine hıl’atlar ve dinarlar, saray avlusunda toplanan seyircilere de darphanelerinde kesilen, beşlik benzeri karaş françe (Fransız kuruşu) denen çıkı çıkı sikkeler saçıldı” (Yaprak 14-16).       

TÜRK ELÇİSİ OPERADA

Gâh garip ayak oyunları gâh aşk ve muhabbete dair hikâyat-i şur-engiz…

“(Kaledeki sarayda Çariçenin de huzuruna çıkarak mektup ve hediyeler sunan Hatti Efendi kendisine gösterilen misafirperverliği anlatarak…): Hatta devletlerinde opere ve kamadiye (komedi) demekle maruf birer baziçeleri (oyunları) olup Cuma günlerinden gayri her gün ikindiden sonra erkekler ve kadınları ve ekseriya çasar ve çariçeleri gelip kendilere mahsus maksurelerde (localar) Nemçe’nin nazenin devşirekânı ve sâde-rû taze civananı (devşirme,  güzel yüzlü kızlar ve oğlan köleler) kendilere mahsus libas-ı zerendud gûnagûn (türlü çeşitli renk renk giysiler) ile gâh raks ederek izhar-ı sanayi’-i acibe ve gâh garip ayak oyunları (sanat gösterileri ve danslar) ibraz eyledikleri ve gâh aşk ve muhabbete dair hikâyat-şur-engiz (dram trajedi) oyunlar seyr ve temaşa âdetleri olmakla o mahalde bize de birkaç odalar (loca) tahliye ve tahsis ederek davet eylemişlerdi. Ama tarafımızdan rağbet olmadığından üzüldükleri ifade edlince davetlerine icabet ettik. Odamız çasarın odasına nazırdı. Sahnede icra eyledikleri sanatlarını seyr ü temaşa ederken akşam namazını eda etmek için bir yer talep olundukta bizi bir odaya götürdüler. ‘Bu loca oyun yerine yakındır’ dediler. ‘Namazdan sonra yine seyredersiniz’ diyerek yanımıza mihmandar verdiler. Sonra iskemleler getirtip bizi oturttular. Orada seyir ve temaşa ederken Çasar ve Çasariçe de gelip yerlerine oturdular. Çasar karşıdan işaret edip yanımızdaki başkâtibini çağırarak: ‘Elçi Efendi operamızdan haz ettiler mi’ diye  sual eylemiş”.