1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, yay, ok, zırh, barut, fişek, kavuk, kılıç, kalkan, cirit, mızrak gibi malzemeler, fetihten beri askerî depo olarak kullanılan Aya İrini’ye kaldırılmıştı. 1800’lü yılların ortalarına doğru bir kısmı hediye edilen, bir kısmı hurda fiyatına Avrupalılara satılan bu orijinal malzemeden büyük bir koleksiyon, bugün Floransa’daki özel bir müzede sergileniyor.
ARZU TUTUK ALTUNAY
Floransa’nın hemen dışında, neredeyse bir orman büyüklüğündeki parka, güneş batarken soluk soluğa ulaştım ve müzenin kapıları kapanmadan içeri giren son ziyaretçi olmayı başardım. Maskem, aşı kartım tamdı ve İtalyanca konuşan gruba katıldım.
Müzenin koleksiyonu, Stibbert ailesine ait büyük malikanenin odalarında sergileniyor ve bu özel müze sadece kendi rehberi ile gezilebiliyor. Benim ilgimi çeken kısımlar hemen başlangıçtaki odalar olduğu için rehberimizden izin aldım. Herkes gittikten sonra bu nefes kesen serginin ortasında Osmanlılara ait yay, ok, zırh, barut, fişek, kavuk, kılıç, kalkan, cirit, mızrak ve bunun gibi şaşkınlık verici askerî malzeme ile başbaşa kaldım.
Avrupa hükümdarlarına hediye edilmiş, ganimet alınmış, savaş hatırası olarak korunmuş bu kıymetli silah ve eşya İstanbul’dan Floransa’ya, Stibbert ailesinin özel koleksiyonuna nasıl eklenmiş? Bunu anlamak için Kostantiniyye’nin fethine gitmemiz gerek. Şehrin Osmanlı hakimiyetine geçmesiyle Aya İrini Kilisesi cebehane olmuş; silahların korunduğu, askerî malzemenin yığıldığı ve savaş ganimetlerinin toplandığı bir depo olarak kullanılmaya başlanmış. Yeni Saray’ın surlarının dahilinde bulunmasından dolayı da “iç cebehane” olarak tanımlanmış. Kışlaları yapının hemen yakınında olan Cebeciler, buranın muhafızlığıyla ve silahların bakımını yapmakla görevlendirilmiş. Tahta çıkan her padişah, sarayı ve işleyişini tanımak için burayı ziyaret etmiş ve ganimet silahların özellikleri konusunda bilgilendirilmiş. Padişahlar bu eserlerin korunması konusunda buyruklar da vermiş.
Peki zaman içinde büyüyen bu koleksiyonda neler varmış? Fatih’in kılıcı, Timurlenk’in pazı bandı, İskender’in kılıcı, Yeniçeri kazanları-kudümleri, Acem silahları ve okları, demir toplar, barutluklar, Abdülhamid’e İtalyan kralının verdiği mızrak, İstanbul ve Galata arasındaki zincir, muhtelif top-tüfek-revolver, Venedik ve Girit kılıçları, kalkan, yatağan ve daha birçok kıymetli askerî malzeme…
Aya İrini, 1726’da Dar-ül Esliha (Silahlar evi) adını almış. Bu yeni düzenleme bugünkü anlamda gerçek bir müze olmasa da, ilk defa bu gibi objelerin sergiye açılması açısından önemli bir adım. Ayrıca Dar-ül Esliha’nın politik mesaj veren sembolik öneme sahip objelerin toplandığı bir merkez oluşturması da modern müzecilik için bir kilometre taşı.
Vaka-i Hayriye’den (1826) bir süre sonra Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile idam edilen askerlerden kalan birçok tüfek, tabanca, kılıç, yatağan ve benzeri silah ile diğer askerî donanım bir depolama yeri olarak Aya İrini’ye hibe edilmiş. Bu sıralarda binanın “kubbelerine kadar silahla dolduğu” rivayet ediliyor. 1839’da Aya İrini, Dar-ül Esliha yerine “Harbiye Anbarı” olarak anılmaya başlamış. Bina bir süre bu şekilde depo olarak kullanıldıktan sonra silahların Aya İrini’de tutulmasında faydadan çok zarar görülmeye başlanmış. Bir isyan hâlinde, kullanımda olmayan bu silahların isyancılar tarafından ele geçirilme ihtimali gereksiz bir risk olarak görülmüş. Eski silahların yeni ordu için de bir işe yaramayacağı düşünülmüş ve depodaki askerî eşyanın parça parça dağıtılmasına başlanmış.
Aya İrini’yi dolduran binlerce silah depodan çıkarılıp hurda demir fiyatına Avrupalılara satılmış. Vapurlar dolusu Yeniçeri silahları Avrupa’ya nakledilmiş. Bir şekilde önemli görülen bir takım silah ve eşya kalabilmiş (bunların birçoğu bugün üzerlerindeki Harbiye Anbarı işaretiyle tanınabilmektedir).
Sultan Abdülaziz ve 2. Abdülhamid dönemlerinde Aya İrini’de bulunan kıymetli silah-eşyanın bir kısmı da bazı Avrupa hükümdarlarına hediye edilmiş, muhtelif yerlere nakledilmiş. İngiliz Morning Chronicle gazetesi 20 Haziran 1842 tarihli sayısında İstanbul’daki büyük cephanelikten getirilmiş insan ve at zırhlarıyla bazı başka eşyadan oluşan koleksiyonun iki gün sürecek açıkartırma öncesinde Oxenham Rooms’da sergilenmekte olduğu haberini veriyor. Bunlar çok nadir eserler kabul edildiğinden, İngiliz hükümetinin de bunları inceleyip Tower of London’daki millî koleksiyon için parçalar almak niyetinde olduğu belirtiliyor.
Bu hadise İstanbul’da ataşelik de yapmış, diplomat ve gezgin Robert Curzon (1810- 73) tarafından şu şekilde kaydedilmiş: “O yıllarda Konstantinopolis’te salgın hastalık vardı ve hastalıklı bir kargoyu yüklemekten çekinen diğer gemilerin aksine bir Cenova gemisi bu silahlara talip olarak bunlardan gemilerinin aldığınca bir miktarı hurda fiyatına aldı. Cenova’ya vardıklarında yükü rıhtıma boşalttılar ve bunlara kimse talip olmadı. Büyük bir kısım çocuklar tarafından oyun eşyası olarak götürüldü. Pek çok eski miğfer de çevrede yaşayan fakir yaşlı insanlar tarafından tencere ve çaydanlık olarak kullanılmak üzere toplandı. Kalanlar denizin tuzlu suyu ve kırılmalarla yıpranmaya devam ederken bir Cenova beyefendisi tarafından satın alınmıştır. Ben de bunları bu kişide buldum ve izin verdiği kadarını satın aldım ancak kısa bir süre sonra kendisi zırhları dönemlerine uygun olarak düzenleme konusundaki başarısız girişimlerinden öyle bezdi ki satmayı düşündüğünden çok daha fazlasını elden çıkarmaya karar verdi. Bazı parçalar Milano’daki bazı kişiler tarafından alındı, diğerleri İtalya’nın değişik bölgelerinden alıcı buldu. Geri kalanlar ise İngiltere’ye getirildi” (Hewitt, 1859, s. 116- 117).
Peki, Stibbert ailesi bu eşyaya nasıl sahip oldu? O zamanda da simsarlar var mıydı? Müthiş bir servete sahip bu kişiye, bu eserlere ulaşabileceği bilgisi nasıl gitti? İstanbul’a hiç gelmiş miydi? Tamamen para sahibi olmanın getirdiği bir tesadüf ile mi sahip oldu yoksa bu envanter ile önceden bir ilgisi var mıydı da duyunca toplamaya girişti?
Frederic Stibbert (1839- 1906), 19. yüzyılda Floransa’nın en tanınan simalarından biri. Dedesi Giles Stibbert, East Indies şirketinin ordusunda generalmiş ve aile servetinin oradan geldiği biliniyor. Anglo-İtalyan kökenli ailede büyüyen Frederic, eğitimini İngiltere’de tamamladıktan sonra Floransa’ya geri dönmüş ve son derece aktif, seyahatlerle dolu bir hayat yaşamış. 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılışına gitmiş ve oradan dönerken birçok değerli objeyi yanında getirmiş. Uluslararası bir eser toplayıcı olarak hayatını bu işe adamış. Rönesans dönemine ait müthiş bir koleksiyon da oluşturmuş ve bu da ailesine ait bu güzel evde sergilenmekte. Bizim Osmanlı silahlarına nasıl sahip olduğu, bu haberin ona nasıl ulaştığı ise meçhul.
Floransa’da iken Stibbert Müzesi’ne biraz daha erken saatte gidilmeli ve bu müthiş tarih-sanat arşivinin üzerine, yandaki devasa parkta da bir yürüyüş yapılmalı.