Hiyerarşilerin belirgin olduğu toplumumuzda yönetici hükmederek mevkiinin hakkını verir. Ondan beklenen de budur. Orta Asya göçebelerinde ise ‘hâkimiyeti paylaşma’ prensibi geçerlidir.
Günlük konuşmamızda pek sıklıkla kullanılmayan hâkimiyet sözcüğü ile çoğumuz okul yıllarında Atatürk’ün “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesiyle tanışırız. Tarih ders kitaplarının bu sözcüğü sıklıkla kullandıkları görülür. Hatta bazen bir sayfada birkaç kere geçer. Kısacası tarih hâkimiyeti sever.
Malum olduğu üzere hâkimiyet için bir özne bir de nesne gerekir. Tarih kitaplarında özne Türklerdir; Türkler başkaları üzerinde hâkimiyet kurarlar. Nadiren de olsa “Anadolu’da Moğol hâkimiyeti” gibi deyimlerle de karşılaştığımız olur. Hâkimiyet genelde bizim tarafımızdan olumlu bir şekilde algılanır. Halbuki akraba sözcük “hükmetme”ye karşı aynı şekilde olumlu bir yaklaşım sergilenmez. Her ne kadar karşımızdakini ezsek de, “ben sana hükmediyorum”demeyiz. İlginç olan, hâkimiyet nasıl siyasi olarak güçlü ve üstün olanın tavrını sergilerse, hükmetme de kendisine hükmetmeye çalışana karşı, bireyin bireye başkaldırısıdır. “Sen bana hükmetmeye çalışıyorsun”, “benim hakkımda hüküm verme” şekillerinde karşımıza çıkar. Kısacası “hâkimiyet ve hükmetme” tasvip ettiğimiz ve tasvip etmediğimiz şekilleriyle hayatımızın bir parçasıdır.
Hiyerarşilerin belirgin olduğu, onlara uyulmasının da beklendiği toplumumuzda üst konumda olan hükmeder veya hükmetmeye çalışır. Böylece yerini doldurmuş, mevkiinin hakkını vermiş olur. O kendisinden bekleneni yapmaktadır aslında. Bu tavrı, işyerinde, okulda ve evde aile hayatı içerisinde sıklıkla görürüz ve bizim için büyüklerine karşı saygılı davranma, erdemli olmanın bir yoludur. Büyükler, amirler de bu davranışı tasvip eder ve küçükleri veya astları için “beni sever sayar; sözümden çıkmaz” derler. Aile hayatında ise ya anne ya da baba ama ikisinden biri daha baskındır; ikisinin beraberce “hâkimiyeti paylaşarak” çocuk yetiştirdiği aileler pek nadirdir. Hâkim olan kişi sorumlulukları da yüklenir, o zaman onun hâkimiyetine karşı kimsenin söz hakkı olmaz.
Göçebe kültürün hâkim olduğu Kazaklarda ise tamamen başka bir tavır ile karşılaşıyoruz. Bir Kazak dostum bunu şöyle ifade etmişti: “Er cigittin üç curtı bar: 1. öz curtın 2. nağaşı curtın 3. kayın curtın.” Ve açıklamıştı: “Er yiğitin, yani genç bir erkeğin üç yurdu, üç evi olur: 1. Kendi evi, yani baba, dede tarafının evi 2. Dayı evi, yani anne tarafının evi. 3. Kayın evi, yani eşinin ailesi tarafının evi. Bir genç adam bu üç ev arasında büyür, bu aileler arasında denge kurmayı öğrenir. Baba evinde kendisinden kurallara uyma ve itaat beklenir. Dayı ise genci uzaktan izler, ona ne yapacağını söylemez ama sevgi ile alternatifleri gösterir. Sonuncu ev kayınların evidir, onlarla da hep tartışılır.” Dayıların ağırlığı olduğu göçebe kabile hayatında dünür soyu yalnız akrabalığa değil aynı zamanda ittifak içinde bulunulan gruba da işaret eder. Ataerkil ve atasoylu aile düzeni içerisinde yaşayan bizler ise, “dayı mısın sen!” “dayılanmasana” diyerek, dayımız hakkında değil de, dayılık kurumu hakkında görüş bildirmiş oluruz. Geniş ailelerin varlık gösterdiği önceki dönemlerde amcalar, dedeler de söz sahibi idi. Günlük hayatımızda etkin rol oynamasına karşın, annelerin ideolojide ve dolayısıyla şecerede yerleri yoktu.
Şimdiki modern dünyamızdaki çekirdek ailede ise, çocuk sadece anne babaya söz hakkı tanır oldu. Endüstri ve küreselleşmenin etkin olduğu dünyamızda ailelerarası dayanışma daha çok duygusal boyutlarda kaldı; ekonomik olarak iş bölümü ve dayanışmaya ihtiyaç duyulmaz oldu. Tarımsal toplumda ise imece ve aile içi dayanışma bazen miras ile perçinlenirdi ve vazgeçilmezdi.
Göçebe toplumda hayvancılık, tabiatı icabı güç paylaşımı gerektirir. Çocuk da büyürken dayanışma ve denge kurmayı “üç yurdu” ile öğrenir. Hatta eskiden yetişen bir genç dayısının hayvanlarından bir kısmını (yeğen hakkı) gizlice alıp götürürse başarılı sayılırdı ve böylece dayısının kendi üzerindeki hakkına meşruiyet kazandırmış olurdu. Kısacası Orta Asya tarihinde görülen “hâkimiyeti paylaşma” prensibi teorik bir töre değil, hayatın içinden çıkan ve çocukluktan öğrenilen bir anlayıştı. Nasıl ki biz de bilinçli olmadan hâkimiyetle küçükten tanışıyorsak. Oysa anne babanın beraberce karar verdiği bir aile bizi daha demokratik bir topluma götürebilir.