‘Başını sokacak bir yer’ konusu yazarlar için genelde ağır yaşamsal sorun kaynağı olmuştur. Öte yandan niteliksiz bir yazarın Türk dostu olmasından övünç payı çıkarılamaz herhalde, karşı kefede Lord Byron’u “biz”e kurşun sıktı diye kitaplığımızdan kovamayacağımız gibi. Öte yandan, bir yazarın bir ülkeye, o ülkenin insanlarına sayıp sövmesini de sığ tavır sayıyorum ben.
Okudum mu, duydum mu, nerede rastladığımı çıkaramıyorum, bir ‘dolaylı cümle’ beni Kazancakis kuyusuna düşürüverdi! ‘Dolaylı’, çünkü cümle Eleni Kazancakis’e ait, yazara değil. İlk iş Nikos Kazantzakis–A Biography Based on his Letters kitabını çekip çıkardım rafından, sayfadan sayfaya yürürken aradığım ayrıntıya ilişkin çok sayıda göndermeye rastladım, ama kuyuya dalınca bambaşka noktaların üstüne de düşüyor ilgi ışığı.
Nabokov kadar alaycı, Gore Vidal ölçüsünde gaddar değerlendirmeler çıkmaz benden ya, Kazancakis’in ‘yazarlarım’dan biri olduğunu söyleyemem gene de. Giritli kökenlerim çok uzakta, ama Hüseyin Hâki Efendi’nin ya da babası Kandiyeli Mehmet Emin’in Nikos’un babasıyla hemşeri olmaları gıcıklıyor içimi: Kimbilir, belki de aynı kıraathanede görüşüp kaynatıyorlardı!
Çokdilliliği, çokyerliliği, çokyönlülüğü, verimliliği yabana atılamayacak özellikleri. Buna karşılık, savrulma yeteneği de yüksek: Nietzsche’den Buda’ya, oradan Lenin’e! Coğrafyası da bir savruluşlar beldesi: Girit’ten Atina’ya, Aynaroz’a; Berlin’de, Paris’te, Moskova’da uzun konaklamaları, bir ucu Çin’e öbürü Mâçin’e uzanan seferleri, Antibes’e yerleşmesi… fıkır fıkır bir hayat.
Çok ve hızlı çalışmış. Beni ilgilendiren, gelgelelim, yazamadığı opus magnum’u -ona bir başka sefer döneceğim.
Masama El Greco’ya Mektub’u getirdim. Ölümünden sonra yayımlanan yaşamöyküsünü bitirmiş miydi?
Sanmıyorum: Kitap oylumuna karşın bu haliyle eksik duygusu uyandırıyor bende. Türün güçlü örneklerinden: Vladimir Nabokov kusura bakmasın, onunkisinden daha düşük düzeyde değil kesinkes.
Eleni Kazancakis’in kitabı aradıklarımı bulmama yardımcı oldu. İnternetten iki canalıcı kaynağa ulaştım ayrıca: Krakov Üniversitesi yayını, Michal Bzinkowski’nin makalesi: “Akritas–NK’s Little-Known Unrealized Epic Project”iyle, (2017) Sydney Review of Books’da geçen yıl (Mart 2018) çıkmış sıkı bir eleştirel deneme: Vrasidas Karalis’in “NK and the Temptations of Writing”i son derece ufuk açıcı metinler. Bu arada, Girit Tarih Müzesinin (İMK) sitesinde dolgun bir Kazancakis bölümü olduğunu söylemeliyim.
Assisi’de, tıpkı Nikos, bir süre kalmak isterdim doğrusu. Şu körelmiş ciğerlerimle o merdivenin basamaklarını katetmek.
Ama asıl: Sikelianos’la Aynaroz’a gitmek: Büyük talih! Ve büyük buluşma -bence (Kusura bakma Vladimir Vladimiroviç!).
***
Hardy’nin ev yapımı bir genç yaş hamlesine dayanıyor (özel hayatının derin sıkıntılarını düşününce: Ev bir huzur yuvası değildir ille; Bir kâbus merkezi de olabilir aynı uzam). ‘Başını sokacak bir yer’ konusu yazarlar için genelde ağır yaşamsal sorun kaynağı olmuştur.
Anlamakta güçlük çektiğim, yazarın (kişinin) geç, bazan çok geç yaşta ev yapımına davranması: Hayatını böylece uzatacağına ilişkin bir inancın payı var mıdır bu soy hedef tayinlerinde? Thomas Mann’ın günlüğünde, ölümüne iki yıldan az bir süre kala Zürih yakınlarında almaya karar verdikleri ultima domus’la ilgili paragraflar şaşırtıcı: Varlıklı bir yazar Mann, pekâlâ Lolita zengini Nabokov gibi konforlu bir otelde geçirme yolunu tutabilirdi son demlerini; hayır, o yaşta yeni bir mülkün sorunlarıyla uğraşmayı göze alıyor; aylar süren bir didiniş.
Öte yandan “beşinci ev”ine yerleştiği için çok mutlu Mann, oysa son perdesinde oyunun -farkında.
1954, Ocak ayı. Kazancakis, çevirmeni Knôs’e yazdığı mektupta, Antibes’de Eleni’yle yeni satın aldıkları, yarıyarıya yıkıntı haldeki küçük evin onarım çalışmalarından sözederken eklemeden yapamaz: “10. yüzyılın Müslüman ermişlerinden birine sormuşlar: Neden kendine bir ev inşa etmiyorsun? “Etmiyorum, çünkü” demiş: “Bir falcı 700 yıl yaşayacağımı söyledi, bu kadar kısa bir süre için ev yapmaya değer mi?” Bana da bir falcı 83 yıl yaşayacağımı söylemişti. Ve ben kendime ev yapacak kadar saf ve kibirliyim!”.
Kazancakis ‘son ev’ini yaptırdığında 71 yaşındaydı, üç yıl daha yaşamıştır. Ölüm yeri: Hastane odası.
Nabokov’unki farklı mıydı?
‘Son ev’ birden fazla anlamın taşıyıcısı olabilir, kişiden kişiye değişen bir semantik gizilgücü olduğunu söyleyebiliriz. Kimine göre ülküsel huzur-evinin arayışıdır ola ki, yaşlılık çağında. Kimi, bir bakıma tarihinin yaklaştığını gördüğü ya da sezdiği ölümü tehir etmenin adresi olarak görmüş olabilir onu. Çağdaşlarımız, evlerinin kendilerini öteleyerek temsil edebileceklerini tasarlamayı öğrenmiş, vasiyetlerini o yönde kaleme almışlardır -yakınlarının ya da kamunun aynı yönde karar alarak evlerini koruduğu yazar (Sait Faik), sanatçı (Dali), düşünür (Nietzsche) nüfusu azımsanamaz.
Ev, bu koşullarda yazarın “piramit”i: Masası, yazı aksesuvarları, kitaplığı, okuma koltuğu, yatağı, yemek takımı (Hüseyin Rahmi evi), içi doldurulmuş hayvan yoldaşı (Flaubert’in papağanı), ölüm maskesi ya da el kalıbı, giysileri – uzun, geniş, derin fetiş dünyası.
Evlerine, hiç değilse bahçelerine gömülme (Aziz Nesin, Seha Meray) isteği bu dünyaya bir işaret olarak hayatını da kazıma isteğine bağlı belki de.
Yapıt yetmez miydi?
Kimilerine (Dürrenmatt, Hesse) yetmediğini, yetmeyeceğini, yargılamaksızın anlamak gerek: Müze-Ev’lerine seferi çıkarak.
Öteden beri, kültürel bağlamda aidiyet vurguları sevimsiz görünür bana, dilimiz alışmış bazılarına, kaçınamıyoruz, kaçınmalıydık. “Kadın sanatçı”, “zenci yazar”, “Nişli Agâh” ya da “Arap Hâşim”, anlamsız olmanın ötesinde fakir ve çirkin nitelemeler. “Türk dostu yazar”, “Türk düşmanı yazar” da ilkel bir kategori. En son, Kazancakis dolayısıyla açılıp edindiğim bir kitabı, Oktay Sönmez’in Kazancakis’e Mektuplar’ını (Varlık, 2011) bu nedenle yarıda bıraktım: Yazar öylesine takmıştı ki Kazancakis’teki “Türk düşmanlığı” motifine, 6-7 Eylül faciasının faturasını bile ona çıkarmaya kalkışıyordu!
“Türk’ün dostu” ya da “düşmanı” olması bir yazarı değerlendirmenin ölçüsü olacaksa, bu konuda kayıtsız kalanlar çoğunluktadır, ne yapacağız onları? Niteliksiz bir yazarın Türk dostu olmasından övünç payı çıkarılamaz herhalde, karşı kefede Lord Byron’u “biz”e kurşun sıktı diye kitaplığımızdan kovamayacağımız gibi.
Öte yandan, bir yazarın bir ülkeye, o ülkenin insanlarına sayıp sövmesini de sığ tavır sayıyorum ben. Gide, Türkiye gezisinde yazdıklarını Polonya ya da Nepal için de yazsaydı küçümserdim açıkçası. Tek içten bulduğum yüklenme konusu, kişinin kendi ülkesi ve insanlarıdır bana kalırsa ve her babayiğidin harcı olmuyor Thomas Bernhard’ın tavrı.
Hiçbir ülkenin dostu, düşmanı olmak geçmedi aklımdan. Yöneticilerine öfke duyabilirim bazı ülkelerin (ki duyuluyor elbette), ama bütün vatandaşlarına yönelik tektip bir duygu nasıl taşırım? III. Reich yıllarında rejime kökten muhalif Almanlar yok muydu; nasıl “Alman düşmanı” kesilebilir kişi?
Bütün düşman kesildiklerinin kendisine düşman olduğundan emin bazıları: Öyle işlemiyor ille de çarklar.