Boğaz’da, Anadolu yakasının eski köyü Kuzguncuk’un tarihi 16. yüzyıla kadar uzanıyor. Bugün apartmanlar, işyerleri ve restoranlar arasında bulunan semt, cumhuriyet döneminden bugüne, siyasi iktidarlardan ziyade sakinlerinin çabasıyla tarihî dokusunu korumaya çabalıyor.
Yolunuz Abdülmecid Efendi Köşkü’ne düşerse, bu muhteşem binayı gözlemlemekle yetinmeyin. Hemen yakınından denize inen yokuşun sağ tarafındaki, yüksek duvarların arkasında kalan, geniş yeşil alana da dikkat edin.
İmam Galip’in başında, sokağın sağındaki minik düzlüğe girin. Deniz yönünde ilerleyip düzlüğün ucuna geldiğinizde, olağanüstü bir Kuzguncuk manzarası çıkacak karşınıza: İki tepe arasında bir koyak. Sağ taraf Nakkaştepe, sol taraf Sultantepesi…
Bakışlarınızı manzaradan ayırıp etrafınıza bakın. Her tarafını otlar bürümüş, metruk bir alan göreceksiniz. Burası alelade bir yer değil: Etrafa rastgele yayılmış gibi duran, darmadağın, sayısız taş levha. Üzerlerinde İbranice yazılar… Burası meşhur Kuzguncuk Yahudi Mezarlığı’dır.
Kuzguncuk 16. yüzyılda Yahudi köyü olarak geçer. Yahudiler için özel bir öneme de sahiptir: Kutsal Topraklar’a giden yolun başı sayılırdı Kuzguncuk. Müslümanların aynı nedenle Üsküdar’ı Kâbe Toprağı diye andıklarını hatırlayalım.
Mezar taşlarının büyük çoğunluğu yatay levhalar şeklindedir. Endülüs Yahudilerinin âdeti böyle imiş Minna Rozen’e göre. Bazıları, türbelerde görmeye alışık olduğumuz türden “sanduka” şeklinde. En eski mezartaşı 1592 tarihli ve Polonyalı bir Yahudiye ait.
Cami ile kilise aynı karede
Kuzguncuk’un Ermeni kilisesi Surp Lusavoriç’in kubbesi ile Kuzguncuk Camii’nin minaresi aynı kare içinde, neredeyse aynı binanın parçaları gibi…
Sarkis Kalfa
Mezarlığın bulunduğu semtin adı İcadiye’dir. Sarkis Kalfa 18. yüzyılda, kendi icadı olan yöntemle nakışlı özel bir basma-yazma üretirdi burada. Semte adını veren de bu icattır. Nedret Ebcim “İcadiye caddesinde sağlık ocağının yanında” bir imalathane olduğunu hatırlar. Basma-yazmalar sırtlanır deniz kenarına getirilir, Boğaz sularına batırıldıktan sonra kurutulup imalathaneye geri getirilirmiş (Kumaşın üzerine desenler ya yazılır ya da şablon ile basılırdı. “Yazma” ve “Basma” buradan geliyor).
Cami – Kilise
Üryanizade Sokak’ta deniz yönünde ilerlediğimizde, sokağımızı kesen Perihan Abla Sokak’ı da geçtikten sonra, sağda güzel bir manzara çıkar karşımıza: Kuzguncuk’un Ermeni kilisesi Surp Lusavoriç’in kubbesi ile Kuzguncuk Camii’nin minaresi aynı kare içindedirler ve sanki ikisi aynı binaya aitmiş gibi dururlar. Kuzguncuk’u bir hoşgörü timsali olarak görenler için semtin özetidir bu manzara.
Kilise Abdülaziz tarafından Beylerbeyi Sarayı’nın inşaatında çalışan Ermeni ustalar için yaptırılmış. Zaten Üryanizade Sokak’ta bu Ermeni ustalar otururmuş eskiden. Sokakta (ve Kuzguncuk’ta da) hiç Ermeni yoktur artık ama.
Çarşı Caddesi’ne çıkıp sağa döndüğümüzde, kiliseyi cepheden görürüz. Cami gayet yenidir. 1950’lerde yapılmıştır. 1930’larda bile Kuzguncuk nüfusunun %90’ı gayrimüslimdi. O yüzden belki, cami yoktu daha önce.
Cami için komşusu kilise 500 TL bağışta bulunmuş. Bu arada arsasının bir kısmını da vermiş. Kilisenin camiye yaptığı jest güzel ama Türkiye’deki azınlıklarda hayatta kalma içgüdüsüyle refleks haline gelmiş birtakım davranışlar olduğuna ben şahidim. Bu bağlamda düşünürsek, öz itibarıyla zoraki bir jest olabilir bu. Şahsi düşüncem.
Caminin yanından giren yol Yenigün Sokak’tır. Bizi Kuzguncuk’un göbeğine götürür. Yenigün Sokak’ın Tufan Sokak’tan itibaren devamı gibi olan Bostan Sokak’ın İcadiye Caddesi’ne kavuştuğu yerde sokağa adını veren bostanın girişi vardır.
Bostan
Kuzguncuk’taki dönüşümün en sempatik unsuru hobi bahçesine dönüşmüş olan bu bostandır. Eski Kuzguncuklular orayı “İlya’nın Bostanı” diye hatırlar.
İlya Rum’dur. Babası İspiro’nun ölümünden sonra o eker biçer bostanı. Kuzguncuk halkı ondan sebze-meyve satın almaya alışıktır. Çocukları da bostandan erik çalmaya!
1984’te ölene kadar çalışır orada İlya. Ondan sonra arazi boş kalır ve bostan Kuzguncuk halkının olur! İncirleri yenir bostanın. Çocuklar orada oynarlar. Kurbanlar orada kesilir. İcabında çöpler de oraya bırakılır! Derken, 1990’ların başında, esrarengiz (!) bir şeyler olmaya başlar. Etrafı çitle çevrilir. Birileri gelip gitmeye başlar. Bunlardan biri Prof. Mehmet Haberal’dır.
Orada özel diyaliz merkezi açmaktır niyeti. Devletten kiralamıştır arsayı. Planlar, projeler… Ve inşaat hazırlıkları. Kuzguncuk halkı (daha doğrusu halkın bir kısmı) örgütlenir Kuzguncuklular Derneği vasıtasıyla. Kuzguncuk’un “eski” sakinleri ile “yeni” sakinleri biraraya gelirler. Biri nöbetçi olur, arsa etrafında bir hareketlenme olduğunda koşar haber verir! Bir tanesi arsanın imar durumunu araştırır, bir tanesi basın-yayın dünyasını harekete geçirir.
Neticede, 2002’de iş makinaları tekrar arsaya girdiğinde (bu sefer Haberal’ın maksadı orada bir özel okul açmaktır) Kuzguncuk halkı yine harekete geçer, toplanıp gösteri yaparlar. Can Yücel de katkı sağlar bostanın savunulmasına. İnşaatçılar arsaya girdiklerinde, ondan esinlenerek “dandini dandini dastana, danalar girdi bostana” ninnisini söylerler hep bir ağızdan!
Neticede bostan kurtulur. Büyükçe bir kısmında hobi bahçeciliği yapılır İlya’nın Bostanı’nın. Bir kısmı gezinti bahçesidir. Bostanın içinde yine geniş bir alanda bir sinema perdesi ve onun önünde düzenlenmiş oturma yerleri göze çarpar. Kuzguncukluların yazlık sinema özlemini gidermek için belki! Koskoca bir yeşil alan yani. Halkın hava aldığı bir yer. Hem de insanların oturdukları semtin geçmişiyle bağ kurmalarını, onu kurtarmak için verdikleri mücadeleden dolayı kendileriyle gurur duymalarını sağlayan. İstanbul’da hiç alışık olmadığımız bir şey.
Madalyonun bir de öteki yüzü var. Devlet 1977’de, birdenbire İlya’nın babasının “firari ve mütegayyip eşhas”’tan olduğuna karar verdi, 1924’te çıkarılmış bir yasaya göre! Ve bostana el koydu. Sözkonusu kanun, 1924’te malının başında bulunmayan gayrimüslimlerin mallarının devlete intikalini öngörüyordu. İlya bostanı ekmeye devam etti, bir yandan da borç ödedi taksit taksit. Ancak devlet 2011’de, bu şekilde el konulan vakıf mallarını iade ederek hatasını kabul etti. O dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu “bu bizim açımızdan vatandaşlarımızın haklarının iadesidir” dedi. İlya’nın ailesinden ve bostanın Türkiye’deki tek varisi olan Dimitria Teyze “Bostan bizimdir!” diyor ve tabii onun için “biz” ve bostanın “kurtarılması” bambaşka bir anlam taşıyor.