Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılı nedeniyle dönemin meclis tutanaklarını ve hukuk metinlerini karşılaştırmak, 1932’de başlayan “Dil Devrimi”yle birlikte siyaset ve hukuk dilindeki “özleştirme” çalışmalarının git-gelli hikayesini de takip etmemizi sağlıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935’teki dördüncü büyük kurultayında onaylanan ve Atatürk’ün ölümüne dek yürürlükte kalıp, İsmet İnönü zamanında eski haline döndürülen tüzüğünde; Güneş-Dil kuramıyla Türkçeye yerleşen ve bugün artık yadırganmayan kelimelerle birlikte, hiç tutmamış ve unutulmuş pek çok kavrama da rastlayabiliyoruz: Dilerge (takrir), gösterit (temsil), imsilemek/oruntmak (temsil etmek), kasanık (mahkum), ödek (tazminat), şar (belediye), tutulga (zabıtname) gibi… Tüzükte artık anlamlarını ayrıca yazmaya gerek bırakmayacak sözcükler içinde ise şunlar var: Aday, başkan, çoğunluk, devrim, gerekçe, il/ilçe, kent, kurul, onaylamak, oturum, oy, önerge, tüzük, ulusal, üye, yönetmek… Atatürk’ün 1936’daki TBMM açılış konuşmasında, “sayın”, “kamutay”, “kurum” gibi kelimeleri kullandığını, 1938’de ise söylevine “Yüce Saylavlar (Milletvekilleri)” diye başladığını da biliyoruz.
Dildeki özleştirme çalışmaları, Millî Mücadele döneminde 4 Mayıs 1920’de Maarif Vekâleti adını alan Bakanlık çatısı altında yürütülüyordu. Bu Bakanlığın ismi de 1923’ten 1935’te Saffet (Arıkan) Bey’in Bakanlığa geldiği tarihe kadar “Maarif Vekâleti” olarak kayıtlara geçmiş. 1935’ten itibaren, Atatürk’ün ölümüne dek ise aslen Fransızca olan “kültür” kelimesinin Türkçe olduğu ileri sürülerek Saffet Arıkan’a “Kültür Bakanı” denmişti. Hasan Âli Yücel’in bakanlığa başladığı 17 Mart 1939’dan itibaren yeniden Maarif Vekâleti adını alan makam, 1946’da Millî Eğitim Bakanlığı adını almış. İki cumhurbaşkanı döneminde eski dille yeni dil arasındaki bu git-gelli ilişkiyi, Atatürk’ün eğitim meselesini millî kültürün bir parçası olarak ele almış olması ve dildeki değişimi radikal ve hızlı bir şekilde uygulamaya koymak istemesiyle; İsmet İnönü’nün ise yargı ve yürütme arasındaki dil uyuşmazlığının yarattığı zorluklar nedeniyle kavramları Anayasa’da nasıl kullanılıyorsa o şekilde kullanmayı tercih etmesiyle açıklayabiliriz.
Bugün yerleşmiş olan birçok sözcüğü ise 1945 Anayasası’na borçluyuz. Birkaç örnek vermek gerekirse: Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), başkent (makar), yasama (teşri), yürütme (icra), yargı (kaza), egemenlik (hakimiyet), cumhurbaşkanı (reis-i cumhur), Bakanlar Kurulu (icra vekilleri heyeti), üye (aza), oy (rey), sanık (maznun), ödenek (tahsisat), içtüzük (dahili nizamname), gensoru (istizah), başkomutanlık (başkumandanlık), genelkurmay başkanlığı (erkân-ı harbiye-i umumiye riyaseti), dokunulmazlık (masuniyet), Yüce Divan (Divan-ı Âli), Danıştay (Şurayı Devlet), Yargıtay (Temyiz Mahkemesi), Sayıştay (Divan-ı Muhasebat), genel kurul (Heyet-i Umumiye), sıkıyönetim (idare-i örfiye), il (vilayet), ilçe (kaza), bucak (nahiye)…
24 Aralık 1952’de ise 1945 Anayasası’ndan vazgeçilip 1924 metnine geri dönülmesi kabul edildi. Aradan iki ay geçmeden 11 Nisan 1945’te kabul edilen içtüzükten vazgeçilip, 2 Mayıs 1927 tarihli Dahili Nizamname’ye geri dönüldü. Tâ ki 1961 Anayasası’nda yerleşmiş ama kanuna girmemiş isimler tekrar kullanılmaya başlanana dek… Aradaki dönemde ise örneğin “Divan-ı Muhasebat” ile “Sayıştay”, “Vali” ile “İlbay”, “Şarbay” ile “Belediye Başkanı” arasında yapılan tercihler, özellikle gazetelerde ideolojik eğilimleri yansıtmaya devam etti.