Kasım
sayımız çıktı

Mimar Ayasofya’yı aşamadı Fatih’in şerrinden kaçamadıt

Fatih mahkemede! Evliya Çelebi Seyahatnâme’de çok çarpıcı bir “öykü”ye yer verir. Fatih Sultan Mehmed, kendi adını taşıyan caminin mimarı Atik Sinan’dan, yapının Ayasofya’dan daha kısa yapılmasının hesabını sorar. Mimar, “çok zelzele olduğu için” deyince iki eli de kesilir. Mahkemeye giden mimar padişahtan davacı olur ve Fatih duruşmaya davet edilir!

Ve acı gerçek Padişahın yargılanması bir yana, şahit olarak mahkemeye çıkarılmasının bile mümkün olmadığı bir sistemde Evliya Çelebi’nin akıl ve adalet arayışını temsil eden bu kurmaca, mahkeme sahnesi tatlıya bağlanarak biter. Ancak gerçek bambaşkadır: Atik Sinan 1471’de bir Eylül gecesi, deniz kıyısındaki izbe bir zindanda dövülerek öldürülmüştür.

HATİCE ŞİRİN

Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da­ki ilk şiddetli deprem haberini anonim bir Tevârih-i Âl-i Osman’dan almaktayız: “Hicretin sekiz yüz doksandör­dünde safer ayının onüçüncü gününde kuşluk vaktinde (16 Ocak 1489) şehr-i İstanbul için­de bir azim zelzele vakı oldu. Ni­ce minareler yıkılup harab oldu”.

“Küçük Kıyamet” olarak ta­nımlanan 1509 depremini ise Matrakçı Nasuh şöyle tarif eder: “Hak Teala sonsuz kudretiyle kıyamet korkusunun benzeri­ni bütün insanlara yaşattı. Öyle büyük bir deprem meydana geldi ki, onun gürültüsünden var oluş ve yok oluş alemi titredi, sağlam yapılı unsurların bünyeleri dö­küldü”.

İstanbul depremlerini yazan müverrihler, bu iki kısa tasvir­den anlaşılacağı gibi genellikle hasar ve ölümlerin yalınkat bi­lançolarını verirken, yıkıma se­bep olan insan faktörüne değin­mezler ve mesuliyeti her zaman kadere yüklerler.

Bu konuya değinen az sayıda müelliften Evliya Çelebi (1611- 1682), Seyahatnâme’nin 1. cil­dinde çok çarpıcı bir “öykü” an­latır. Bilindiği gibi gerçeklik payı olan her vaka, sözlü gelenekteki anlatılardan beslenerek Evliya Çelebi’nin kaleminde kurgusal bir metne dönüşür.

Tarihsel verilerin ayrıntıları­nı doğrulamadığı bu öykü, İstan­bul’daki cami inşaları ile kilisele­rin camiye dönüştürülmesi hak­kındaki bölümler arasında, Fatih Camii başmimarı ile Ebü’l-fet­h’in (Fatih Sultan Mehmed) mahkemelik olduğu bir vakayı içermektedir. Evliya’nın kurma­ca anlatısına göre “gazub padi­şah”, Fâtih Camii ve Külliyesi’ni yapan başmimarı paylayarak şöyle der: “Benim camimi niçin Ayasofya kadar yüksek inşa et­medin de her biri birer Rum ha­racı değerindeki sütunlarımı ke­sip camimi alçak ettin?” Bunun üzerine mimar özür dileyerek: “Padişahım, İslambol’da zelzele çok olduğundan, cami ebediyen kalsın diye iki sütunu üç ölçek kesip Ayasofya’dan alçak ettim” der. Padişah, “özrü cürmünden eşeddür deyü” (özrü kabahatin­den büyük) merhamet göster­meksizin mimarbaşının iki elini bilekten keser.

Sinan Ağa Mescidi


Fatih-Hafız Paşa Caddesi’ndeki Kumrulu Mescit’te (Sinan Ağa Mescidi) bulunan Mimar Atik Sinan’ın baştaşı (Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimârîsinde Fâtih Devri 855-886 (1451-1481) ve bugünkü levha.

Ertesi gün mimarbaşı, eşi­ni-dostunu yanına alıp şeriat mahkemesinin yolunu tutar ve padişahtan şikayetçi olur. Molla Efendi, Fatih’e derhal bir kethü­da gönderip mahkemeye çağı­rır. Padişah kemerine bozdoğan topuzunu takıp molla huzuruna gelir; selamını verip sadr-ı âlîde oturmaya niyetlenirken mol­la şunu söyler: “Oturma beyim, hasmınla yanyana ayakta bekle”.

Teatral biçimde ilerleyen öykünün buraya kadar olan bö­lümü bile Evliya Çelebi’nin -ve belki de mensup olduğu münev­ver çevrenin bir sözcüsü olarak-hayalindeki bilimsel rasyonalite ve adalet anlayışını yansıtması açısından epeyce değerli bir kur­gudur. Depreme dayanıklı olsun diye alçak tutulan iki sütuna kar­şılık imparatorluğun heybetini yeterli ölçekte simgeleştirmediği için kesilen iki el, alegorik biçim­de aklın mutlak otorite tarafın­dan cezalandırılmasıdır.

Evliya Çelebi’nin olanı de­ğil de olması gerekeni tasarladı­ğı öyküsünün devamında, kendi camisi Ayasofya’dan sönük kal­dığı için şöhret bulamayacağı endişesiyle işlediği suçu süklüm püklüm itiraf edip “Emir şer‘-i şerîfindir” diye boynunu büken bir sultan vardır. Onun karşısın­da ise “Şöhret cami alçak olsa da ibadete engel değildir; senin taşın cevâhir dahi olsa kıymeti yine bir taştır; yetişmiş bir in­san melekten yücedir” diyerek dersler veren ve Kayser-i Rum’a ceza kesen bir adalet temsilcisi yer alır.

Evliya tarafından “Böyle bir pâdişâh-ı azîmü’ş-şân iken bâb-ı şerî’ate gelüp itâ’at etdi” cüm­lesiyle bitirilen sahne, okurlara hem hukuk önünde herkesin eşit olduğu bir devlet tahayyül ettirir hem de ilim ve fen erbabına hak ettiği değerin verildiği bir sistem düşü kurdurur.

Padişahın yargılanması bir yana, şahit olarak mahkemeye çıkarılmasının bile mümkün ol­madığı bir sistemde Evliya Çe­lebi’nin akıl ve adalet arayışını temsil eden bu kurmaca mah­keme sahnesi tatlıya bağlanarak biter. Ancak tarihî gerçek bam­başkadır: Friedrich Giese’nin ya­yımladığı Anonim Osmanlı Ta­rihi’ne (1491) göre, azat edilmiş bir gayrimüslim olan bu mimar (Sinan-ı Atik), 1471’in bir Eylül gecesi, deniz kıyısındaki izbe bir zindanda dövülerek öldürülmüş­tür. Anonim tarihteki Kostanti­niyye efsanesi, katlinin sebe­bini kubbeyi taşıyan sütunlar­dan ikisinin kısaltılmasına veya sultanla mimar arasındaki mali anlaşmazlıklara ve rüşvet söy­lentilerine bağlarken; Stefanos Yerasimos, mimarın Ayasofya’ya eşdeğer ya da daha muhteşem bir eser yaratmakta başarısız kalmasıyla ilişkilendirir.

Fatih Camii, bu hadiseden yaklaşık 3 asır sonra, 22 Mayıs 1766’daki İstanbul depreminde tamamen yıkılan tek İstanbul camisi olarak tarihe geçer. Evli­ya Çelebi’nin ideal bir devlet dü­şünü yansıttığı ütopik karakter­deki öyküsü ise, günümüzde ori­jinalinden ve amacından her gün biraz daha uzaklaştırılarak po­pülizme kurban edilir. Onun mü­balağalı bir üslupla, lirik ve iro­nik ifadeler eşliğinde inşa ettiği gizli detayların üstünkörü bir okumayla anlaşılması pek müm­kün değildir. Seyahatnâme’deki bu kurguyu, hamasi bir üslupla tarihî gerçeklik gibi takdim eden kimi köşe yazarları, Evliya’nın dramasını depremin vurduğu bi­na misali enkaza dönüştürdükle­rinin farkında değillerdir.