İnsanların yerleşik düzene geçmesiyle kıymetlenen yerleşim ve tarım alanları, zaman içerisinde önemli merkezlere ve ekonominin kalbinin attığı kentlere dönüştü. Dışarda olan, dışarda kalan, “öteki” olanlar ise “barbarlar” diye nitelendi. Bunlara karşı savunma amaçlı yapılan devasa sınır duvarları ise istilacılara karşı içerdekileri korumak kadar, içerdekilerin dışarıya çıkmasını engellemeye de yarıyordu. Tarihte bu duvarların hiçbiri ne içerdekileri ne de dışardakileri durdurabildi. Ancak buna rağmen günümüzde de duvarlar yapılmaya devam ediyor.
Çin Seddi‘nden Hadrianus Duvarı‘na, oradan Berlin Duvarı‘na uzanan, yapılan-ayıran-yıkılan ve halen varolan uzun duvarların kısa öyküleri…
1989’da Jean Marais tarafından yaratılan ve duvarın içinden geçen bir adamın sembolize edildiği “Passe-Muraille” heykeli Paris’te.
SUNUŞ
İlk kentlerin kurulmasıyla ‘şehir surları’ ortaya çıkmış, Neolitik Çağ’ın (MÖ 8000-5000) en belirgin özelliklerinden birisi de düzenli şehir planlarının hayata geçirilmesi olmuştu. Bu duvarlar, içeride yaşayan kentlileri dışarıdaki düşmanlardan ve vahşi hayattan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı koruyan ilk savunma hatlarıydı.
Tarihin bilinen ilk şehir surları olan, Eriha (Batı Şeria) ve Uruk duvarları, sonrasında Mezopotamya’da kurulan bütün uygarlıkların devşirdiği bir gelenek olarak nesilden nesile aktarılacaktı…
Duvar, insan uygarlığı üzerindeki sosyolojik ve psikolojik sonuçları itibariyle farklı anlamları olan bir tasarımdı. Sadece bir zaman diliminde çevrelidiği alan içerisinde yaşayanları değil, nesiller boyu orada şekillenen medeniyeti de koruyacak bir tasarımdı. Bütün bu özelliklerinin yanısıra sahipliğin ve egemenliğin nişanesi olarak duvarların içindeki bölgenin kime ait olduğunu da belirlemekteydi. Bu anlamda duvarlar sınırları belirledikleri ölçüde, sahiplik üzerinden kurulan iktidarı da tanımlayan hatlardı. Duvarların içindeki alan duvarca korunana, dışarısı ötekine aitti…
Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılışı uluslararası ilişkiler alanında temel söylemlerin ve kavramların değiştiği, yeni paradigmaların kurgulandığı bir milat olarak kabul edilmişti.
1. Dünya Savaşı’nın ‘tüm savaşlara son veren savaş’ olarak tanımlanması gibi, bunun da ‘tüm duvarları yıkan bir yıkış’ olabileceği düşünülüyordu…
Günümüzde ‘sınıra duvar’ fikri, sadece Trump’ın ya da ABD’nin bir politik fantezisi değil. Son dönemde dünyanın her yerinde sınırlar duvarlarla örülüyor. Küresel düzlemde bütün devletleri ve devlet olmayan aktörleri etkileyebilecek önemli bir paradigma değişimi ile karşı karşıyayız…
Duvarların neyi engellediği ya da engelleyemese bile neye karşı dikildiğini tespit etmek bu bakımdan oldukça önemli. Öncelikle duvarların küreselleşme ideolojisine ve aktörlerine karşı dikildiğini söyleyebiliriz. Zira bunlar bir anlamda ‘itiraz duvarları’ ve süregiden düzenin ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarına karşı sembolik bir karşı duruşu yansıtıyorlar. Mal ve hizmet akışından küresel finansal aktörlere, ortak Pazar ve serbest ticaret stratejisinden emek göçüne kadar küreselleşmenin üzerine bina edildiği her iddiaya karşı bir direnişi simgeliyorlar.
Bu dünya çapında bir akım ve duvarlarla sınırlandırılmış alanların içinde yaşayan halkların bundan böyle çok daha otoriter ve totaliter sistemlerin yönetiminde olacağını da gösteriyor. Küreselleşmenin sonuçlarından hoşnutsuz geniş halk yığınlarının desteğiyle anti-demokratik, anti-entelektüel ve anti-liberal politikaların hayata geçmekte olduğunu görmek için fazla çabaya gerek yok…”
(Deniz Ülke Arıboğan’ın
var isimli eserinden alıntılanmıştır.)