Enis Batur “Kapitalist Cehennem, her türlüsünü olduğu gibi Ölüm kültürünü de silmekte herhangi bir sakınca görmüyor; öyle olunca da muhafaza kaygısı biz imansızlara kalıyor!” diyor ve kendisine sorduğu soruları cevaplıyor. Dünya tarihinde ölüm kültürünün yaşayan izleri…
– Mezarlıklara girip çıktınız sık sık, kendi mezarınıza epey yer peylediniz metinlerinizde, zaten ıslık çalmadan labirentinde dolaşıyorsunuz çoktandır. Şimdi tam neresindesiniz?
# Sessizlik Kulelerinden birine doğru, yol üstünde, belki biraz kenara çekilmiş, önümü arkamı kollayarak, özetle durakalka. Böyle söyleyince pek ‘şairane’ oluyor, şaire yakışmaz; gene de Sessizlik Kulesi şu yaşımda bana en uygun metafizik ve kültürel seçenek olarak görünüyorsa, bunda Covid-19 salgını nedeniyle başvurulan fast gömme usullerinin payı düşük: Nicedir, patlayan nüfus hareketleri nedeniyle “dik gömme” konusu gündemde. Kapitalist Cehennem, her türlüsünü olduğu gibi Ölüm kültürünü de silmekte herhangi bir sakınca görmüyor; öyle olunca da muhafaza kaygısı biz imansızlara kalıyor!
– Aral gölüne, Nukus’a mı uzanacak yeni vasiyet adresiniz?!
# Böyle soruya şöyle yanıt: Cehennem Kapısından kuzeye doğru ilerleyin! Şakayı bırakalım ama, her ne kadar ölümün şakasına da açık olsam da, Müzdakhane Kabristanı’nı doğuran geleneğin temel yaklaşımı gerçekten ciddi seçenek: Karakalpak mezarlarının ölülerin üstünü açık(ta) ve kuşlara cesetleri bırakma düşüncesi külliyen doğal değil mi? Modernleşme süreci Parsîleri bile şapşallaştırdı gerçi, yok ölüye ağız örtüsü takılmalı mı, yok ayarlar çapraz mı tutulmalı; bence abes türevler.
– Urbain’den yola çıkarak mezarlıklara odaklandığınızda bir ‘yok kültür’e gidişten dem vurmuştunuz.
# Öyle. İyisi kötüsü ayrımı yapmaksızın, kültür de karşı-kültür de değer taşıyor mezarlık bağlamında. Nereden nereye gelindi kaygısı boşyere değil: Ölüm’e ilişkin kayıplar olduğu gibi Hayat’ın kendisinden eksilmiyor mu? Korsika’da yeni bir Etrüsk mezarı bulundu kazılarda. Genç ölmüş bir kadına ait bulunan iskelet. Yanında kap-kacak türü eşyalar bulunması kadim uygarlıklarda sık rastlanan bir durum. Ama burada, fazlası görülmüş: Genç kadın küpeleri ve altın yüzüğüyle gömülmüş. İçinde yaşadığımız dönemde buna yer var mı?
– Nereden nereye gelindi diyorsunuz.
# 4 bin yıl kadar önce papirüslere döşenen, birbuçuk yüzyıldır “Mısır’ın Ölüler Kitabı” olarak adlandırılan Işığa Erişme Kitabı, güneş tanrısının kayığıyla gecenin içinden geçiş seferinin log-book’undan buraya. Arada Fayum portrelerine uğramayı unutmaksızın. Olağanüstü örnekleridir portre sanatının. Mısır ile Roma’nın buluşması, o melez alaşım benim gözümde olgun sanatın anahtarı niteliğini taşıyor. Kişinin sağlığında ona ölümünde eşlik edecek karşılığını hazırlaması derin bir ders.
– Kanat Hareketleri’nin içindeki “Fayum Portreleri” şiirleri, Son Kare’de fotoğraflı mezartaşlarından hareketle yazdıklarınız: Yüz, ölümün hayattan silememesini dilediğiniz işareti mi?
# Fayum portreleri ile sözgelimi Bülbülderesi mezarlığındaki “dönme” taşlarındaki fotoğrafların iki temel ortak yanı var. Birincisi, kişinin toplumsal-sınıfsal-biyolojik künyesini taşıması; ikincisi, iki farklı kültürün buluşmasından bir üçüncüye erişmiş olmaları. Yüz, taşın ya da tahtanın üstünden bir tür kabartma tekniği kullanımıyla can(lılık) yüklenir. Zaman geçecek, aynı yaşta kalacaktır. Yanlış anlamayın, işi “Peak’in Darien”e, Cobbe’un yaklaşımına götürecek elbette değilim!
– Irak Kürt bölgesinde yapılan yeni bir kazı sonucunu değerlendiren uzmanlar, bulunan 70 bin yaşındaki Neandartal’e ait kafatası ve kemik kalıntılarının gömüldükleri görüşündeler. Homo sapiens’i önceleyen bir davranış ölü gömmek.
# İnsanbilimciler güçlü ışık tutuyorlar ölüm kültürüne. Çok genç ölen Robert Herz, Ölümün Kollektif Temsili üzerine Çalışmalara Katkı’sında (1907), Grabowsky gibi öncülerin Tiwak hakkındaki araştırmalarından yola çıkarak yazdıkları, Malezya takımadalarının yerli kabilelerinde ölüm/cenaze ritüelinin modern dünyanın yalapşap törenlerindeki baştansavmacılıkla kıyaslanamayacak karmaşık özelliklerini yüzümüze çarpar. Cesedin duruma göre haftalar, aylar, bazı örneklerde yıllar boyu hanede ya da hane yakınında tutulması; “geçici tabut”tan sızan ifrazatın her gün toplanması; kalıntıların ruhunun bekçilik yaptığına ve asal ruhun hemen ötedünyaya geçemediği için yeryüzünde oyalandığına ilişkin inanç; ikinci ve nihai bir cenaze töreni gerçekleşene dek bütün gündelik yaşama etkir. Öyle ki, Herz, Bali adasındaki bir kabilenin iki cenaze töreni arasında yerleşim yerini terkettiklerini yazar.
– Bugün böyle yaşanamaz şüphesiz.
# Bugün öyle yaşanamadığı için böyle ölündüğünü hesaba katmalıyız. Biraz acımasız görünebilir: Bana nasıl yaşadığınızı anlatın, sizi nasıl bir ölümün beklediğini söyleyeyim. Doğruluk payı yüksek denklem.
– Geçmişin ritüellerini özlüyor musunuz yoksa?!
# Duyarlığımda, düşünme tarzımda nostaljik bir damar yoktur diyemem, gene de geçmişin kendisini değil bazı işaretlerini arıyorumdur; fark önemli. Sözgelimi 1950’li yılların ırkçı Amerika’sının nesini özleyebilirim? Chrysler ve Buick’lerini, Chevrolet ve Oldsmobile’lerini -bir daha o ayar canavarlar yapılamadı! Ölüm ritüellerinde nitelik kaybı gözlemleniyor: Kapitalist düzen ölüyü de bir tüketim metaı olarak gördü, onu bir harcama alanına dönüştürmekle kalmadı, üstüne üstlük hızlandırdı. Bir defa daha “ah! kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” hikayesi.
– “İnce şeyler” arasına katıyor musunuz ölümü, cenaze törenlerini, gömme âdetlerini?
# Hem de incenin incesi şeylerdir! Adli tıp hekimi ve tarihçi Philippe Charlier’ye medya köçekliği yaptığı için bir parça içerliyorum gerçi, ama önemli adımlar attı ölümün “statü”sü bağlamında. En yeni kitabı Rituels (2020) üzerine konuşmasını dinliyordum; epeydir okunduğunu söyledi ölülerin; fiilin böyle kullanılması birden karanlık bir noktaya ışık düşürdü zihnimde.
– Siz “bu durumu nasıl okumalıyız?” türünden sorularında “okumak” fiilini kullanan ekran gazetecilerine içerleyenlerden değil miydiniz?
# Hem de nasıl içerliyorum! Charlier, ölünün yakın tarihe gelesiye, kapağı sıkısıkıya kapalı bir kitap gibi karşımızda durduğunu ifade ediyor. Ya da, Voynich gibi sökülememiş bir yazı. Teknik düzlemde yaşanan çok hızlı gelişmeler adli tıbbın işini doğrudan etkiledi; deyim yerindeyse kapağın kilidi açıldı, yazı sökülmeye başlandı. Kalıntılar ciddi ipuçları veriyor. Dolayısıyla basmakalıp bir eğretileme görevi yüklenmiyor ‘okumak’ fiili burada. Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgular süreci hızlandırdı. Yeni aygıtlar o çerçevede de etkin. Herculanum’daki kaskatılaşmış gövdede beyin kalıntıları bulundu sözgelimi. Gent’te kemiklerle yapılmış bir duvara ulaşıldı kazıda. Sibirya’da bulunan bir iskelete “kuş-adam” adı takıldı, çünkü gömü yerinde çok sayıda kuş gagasına ve kafa kemiğine rastlandı. 20 yıl kadar önceydi, MNAAO’da “Ölümün Haberi Olmaz” sergisinde -ki Apollinaire’in ürpertici şiirinden esinle koyulmuştu adı, “süslü” kafatasları yeralmıştı. Mezarlıkta ölülerini unutmamanın tek yolu ‘taş ziyareti’nden geçmiyormuş bazı kültürlerde. Modena’da, nekropolda elele tutuşmuş hâlde bulunan iskelet “çift”ini görmüş müydünüz?
– Siz bir ölü/m koleksiyonu oluşturmuşsunuz anlaşılan!
# Benim herhangi bir koleksiyon oluşturacak gücüm olmadı hiç. “Dosya”larım olur, yılların içinde işaretler toplarım. Gizlisi saklısı yok elbette, bir ikonagraf yanım olduğu açık. Gördüğümde ayırırım –ayırmak işimin canalıcı cephelerinden biri. Bakın size bu bağlamda ilgimi çekmiş birkaç kare göstereyim: MÖ 5. yüzyıla ait Varna’da bulunmuş iskelet; MÖ 50’den kalma, atlarıyla birlikte ölmüş Galyalı süvariler; 1915’te topluca gömülmüş İngiliz askerleri: Hepsini birer “sayfa”sı olarak görebiliriz Ölüm Kitabı’nın.
– “Biz”den örnek vermiyorsunuz. İskeletler, kemikler üstünde çalışmayı mekruh saymış bir kültüre ait oluşumuzla mı ilgili bu?
# Bu inanış tarzıyla ilişkim olmasa da, anlarım. Kabul edilemez bulduğum, hangi döneme, inanca, kültüre ait olursa olsun kalıntılara yönelik kayıtsızlık, saygısızlık, horgörmelerdir. Çok değil 25 yıl kadar önce, Konya’da, güya türbe onarımı çalışmaları yürütülürken, Alaaddin Camii’nin höyüğündeki Selçuklu sultanlarının kemikleri ortalıkta, sokak köpeklerine bırakılmış, ertesinde ‘toplanabilenler’ rastgele ‘birleştirilip’ yeniden gömülmüştü. Biz bu bağışlanması olanaksız vandallığı yaşadık ve gömerek unutmayı yeğledik. Selçuklular, Anadolu’nun en yüce kültürlerinden birini yaratmışlardı, borç öyle ödendi! Asıl mekruh olan bu zihniyet.
– Yanılmıyorsam, sizin Osmanlılardan çok Selçuklulara estetik düzlemde bir hayranlığınız var. Ahlat’a, Karamürsel Hersek’e seferlerinize ilişkin metninizi okumuştum.
# Taşlara saplantım, taş işçiliğine sevdamı tetiklemişti. Bugüne dek, Doğu’da ve Batı’da karşıma çıkan örnekleri sınır olarak görürsek, en görkemli işler Selçukluların mührünü taşıyor. Mezartaşları için de geçerli öznel değerlendirmem. Benim 1970 yazında oldukça dağınık halde ziyaret ettiğim Ahlat mezarlığı “sahih” bir görünümdeydi, yanlış anlamadıysam epey “düzeltilmiş” taşlar. Günümüzün büyük mezarlıklarında, “büyük kent”lerimizde estetik bir patetik tabloda eriyip gitmiş.
– 30 yıl önce Milliyet gazetesindeki köşenizde Maçka Mezarlığı konusunda alarm sesi çıkaran bir yazınız çıkmıştı. Bilebildiğim kadarıyla “mezarlık” ile “ziyaret” kelimeleri arasında hısımlık var, hâlâ ziyaret ediyor musunuz taşları?
# Maçka Mezarlığı bugün de bakımsız durumda, aradaki tek fark kapısına zincir vurulmuş olması! Arasıra, başka yazarlar da üzerinde durdular; özellikle Atatürk’ün İsviçre’de intihar ettiği varsayılan manevî kızı Zehra Aylin orada gömülü olduğu için. Oysa mezarı kayıptır. Mehmet Rauf da Şeyh Mezarlığı’ndadır. Terkedilmiş, yokedilmeyi bekleyen, kırık dökük bir mekan. Yakınlarım dağılmış İstanbul mezarlıklarına. Babaannem ve amcam Karacaahmet’te, anam ve babam, anamın ailesi Zincirlikuyu’da, Yusuf Atılgan sırf sevdiği için Bülbüldere’de; Latin mezarlığında ve Ermeni mezarlığında arkadaşlarım, tanıdıklarım var. Ve yazar dostlar: Âşiyan’da, Büyükada’da, Edirnekapı şehitliğinde Bruno Taut, Fenâri dergâhında Hüseyin Hâki Efendi, tanıdıklarım-tanışmadıklarım, bilirsiniz sık sık Simavnalı Bedrettin ile Halil Şerif Paşa’ya da uğrarım ben…
– Biliyorum, yurtdışında da mezar ziyaretleri yapıyorsunuz ayrıca. Görmek istediğiniz hangi mezarlar, mezarlıklar var dilek kutunuzda? Siz ki Benjamin’in boş mezarı için epey yol teptiniz, beklettiğiniz hedefler oluyor mu haritada?
# Türkiye’de Özdemirci Mezarlığı’nı görmek istiyorum, balballara elimle dokunmak. İtalya’da, 12. yüzyıldan kalma Camposanto’yu, bir de modern mezarlık San Catoldo’yu ziyaret etmeyi tasarlıyorum. Oldukça yapılması zor bir sefer: Filipinlerin Luzon adasında boşlukta tabutların yüzdüğü mezarlığa yolum düşebilseydi!
– Mezarlıklarla ilgili okuduğunuz hangi metinler üzerinizde izler bıraktı? Bir “seçki” yapmayı düşünseniz, neleri seçerdiniz?
# Fazlasıyla geniş bir alandan sözediyoruz, konuya o türden bir hakimiyetim yok benim. Buna karşılık, “dosya”larımı andım ya az önce; bir tanesinde biraraya getirdiğim, benim kuşağımın yazarlarının metinleri duruyor: Samih Rifat, Edhem Eldem, Ekrem Işın, Aksel Tibet imzalı yazılar. Dilerseniz bir sonraki söyleşide sözedelim onlardan.
– Arada yolumuzu kesmezse Ölüm!
# Yeri gelmişken… Bayılıyorum Türkçede “ölümlü dünya” deyişinin olmasına.
DEVAM EDECEK…