Kasım
sayımız çıktı

Ölümsüz repliklerin ölümsüz tiyatrocusu

Bizim Aile’nin Yaşar Usta’sından Hababam Sınıfı’nın efsane hocası Mahmut Hoca’ya Münir Özkul, 60 yılı aşan sanat hayatına sayısız karakteri sığdırdı ama, asıl tiyatroya kattıkları uçsuz bucaksızdı. Rolleriyle, diyaloglarıyla, tiradlarıyla izleyenlere unutulmaz anlar yaşattı. 93 yaşında hayata veda eden dev sanatçıyı yakınındaki bir göz, çevirmen ve tiyatro eleştirmeni Seçkin Selvi yazdı.

SEÇKİN SELVİ

Üsküdar Amerikan Li­sesi’nde yatılı öğrenci­yim, İstanbul’da velim olan ablam hafta sonları beni okuldan alıyor, o tarihlerde birinci mevki salonunda gar­sonların beyaz eldivenle kahve servisi yaptığı Kadıköy-Kara­köy vapuruyla karşıya geçi­yoruz, tünelle Beyoğlu’na çı­kıyoruz, Küçük Sahne’ye gi­diyoruz. Münir Özkul’u ilk kez orada görüyorum. George Axelrod’un “Yaz Bekârı”nda, yani 1954 yılı. Ertesi yıl Jo­hn Patrick’in “Çayhane”sinde seyrediyorum Özkul’u.

Münir Özkul, tiyatroda ve sinemada yeri doldurulamayacak bir isimdi.

Sonra Joseph Kessel­ring’in “Arsenik Kurbanları” oyununda izliyorum onu. Hani yıllardır çeşitli adlarla oynan­maya devam eden o ünlü oyun. Bunlardan biri de “Ahududu”. Yıl 1956, on yedi yaşındayım, erkek arkadaşımla İstiklal Caddesi, Küçükparmakkapı Sokak’ta sanatçıların müda­vimi olduğu “Yeşil Horoz” lo­kaline gidiyoruz. Arkadaşımın nüfuzlu bir büyüğü de yanı­mızda. Bir süre sonra hatırlı müşterilerin geldiğini, masa­mıza onları da alıp alamaya­cağımızı soruyor garson. Tabii buyur ediyoruz, Münir Özkul, Çolpan İlhan, Sadri Alışık. Sa­baha karşı bir arabaya doluşup Aksaray’da bir işkembeciye gi­diliyor. O süreçte çocukluğu­mun Münir Özkul’u yeni yet­meliğimin Münir Bey’i oluyor. Sabah Aksaray’dan yine bir arabaya doluşuyoruz, Münir Bey ve Akademi’den tanıdığım Çolpan Taksim’de iniyorlar, biraz ilerde de Sadri Alışık ve­da ediyor.

1966’da çok farklı bir bo­yutta, tiyatro dünyasında ye­niden karşılaşıyoruz. Sermet, ben ve Münir’le Suna. 1978’de de LCC tiyatrosunda Hal­dun Bey’in “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”. Provalardan başlayarak kimbilir kaç kez izledim oyunu. LCC’de, son­ra Şehir Tiyatrosu’nda. Ve her seferinde “Perde” tiradında gözyaşlarımı tutamadan. O ka­dar etkilendiğim bir tiraddır ki, yıllardır köşe yazılarımın başlığı hep “Ve Perde…” oldu. Tabii bu arada Münir Özkul, sonra Münir Bey ve sonunda Münir oldu, sevgili Münir.

Altmış yıla yayılan bir sü­reç içinde yazları ve kışla­rı sahnede, sahne arkasında, meyhanede, bizim evde, onla­rın evinde, dost sohbetlerinde gördüğüm, tanıdığım bir na­if insanı anlatmaya çalışaca­ğım. Tanıdığım insanlar için­de, kibarlık, nezaket, zarafet ile çekingenliği ve utangaçlığı harmanlamış birkaç kişiden biridir Münir. Ömrü boyunca kırmak yerine kırılmayı, in­citmek yerine incinmeyi, hoş­görü beklemek yerine hoşgö­rü göstermeyi seçti. Kerameti kendilerinden menkul ünlüler, dünyaya bir kaşlarını kaldı­rıp yan gözle bakarken, Münir ününün, hem de gerçek ünün doruğundayken bir kez olsun “ben oldum” demedi, başı­nı öne eğerek, hep o mahcup, hep o naif tavrıyla sürdürdü yaşamı.

Onun tiyatrodaki ve sine­madaki yeri hiç kuşkusuz dol­durulamayacak. Ama sanatçı kimliği bir yana, asıl o naif, o kibar, o beyefendi kişiliğinin yaşamlarımızda bırakacağı boşluk hiçbir zaman kapan­mayacak. Vay gidene… Vay ki vay…