Sözünün sadeliği ile Anadolu coğrafyasının ilk öz Türkçe şairi Yunus Emre, ölümünün 700. yılında çeşitli etkinliklerle anılıyor. 1971’de UNESCO’nun Yunus Emre Yılı ilan etmesi nedeniyle Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan plak çalışmasında uzman isimler tercüme etmiş; Ayla Algan seslendirmiş; Ozan Sağdıç tasarımı yapmıştı.
Yunus Emre’nin doğum tarihi kimi kayıtlarda 1238-40 arası olarak veriliyor. Ölüm tarihinin ise 1320-1328 arası olduğu rivayet edilmekte. Kesin olan tek şey onun bir 13. yüzyıl ozanı olduğu. Genellikle 1240’ta Eskişehir’e bağlı Mihallıçık ilçesinin Sarıköy’ünde doğduğuna, 1321’de aynı köyde vefat ettiğine ve kabrinin de yine orada olduğuna inanılmakta. Bu tarihler Selçuklu Devleti’nin son günlerine Osmanlı Devleti’nin ise ilk günlerine denk geliyor. Yani Türkiye tarihinin önemli bir değişim çağı. Üstüne üstlük, Anadolu’yu büyük ölçüde etkileyen Moğol istilası da aynı döneme denk gelmekte.
Yunus Emre, böyle oldukça karanlık ve kargaşa dolu Ortaçağ yıllarında, çok sade bir dille “insan-ı kâmil” yani doğru ve olgun insan olmanın erdemini dile getirebilmiş bir derviştir. Deyişleri liriktir, özlüdür, eğiticidir. Buna karşın anlaşılmazlık örtüsüyle örtülü de değildir. Sanatın, özellikle de söz sanatının yüceliğine, özgünlüğüne değer verir. Tasavvuf edebiyatı bakımından Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre, Hacı Bayram Veli geleneğinin bir halkası sayılsa da, her iki dünyaya sağlam ayakla basan bir veli olarak halkın gönlünde farklı bir yer edinmiştir. “Bir sözü söylemek gerek, melekler de bilmez ola” deyişi, onun anlayışının anahtarıdır. Derin anlamlar taşıdığı halde, sözünün sadeliği ile kendisini Anadolu coğrafyasının ilk öz Türkçe şairi olarak anmamız yerinde olacaktır.
Güncel bir habere göre UNESCO Millî Komisyonu 2021’i onun ölümünün 700. yılı kabul edip, “Yunus Emre Anma ve Kutlama Yılı” olarak anılması konusunda genel merkeze teklifte bulunmuştu. 30 Ocak 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan bir cumhurbaşkanlığı genelgesi ile içinde bulunduğumuz yıl “Yunus Emre ve Türkçe yılı” olarak tescil edilmiş bulunmakta. Görünen o ki, Kültür Bakanlığı ve Yunus Emre Enstitüsü birtakım etkinlikler organize edecekler.
Enstitü başkanı Prof. Dr. Şeref Ateş de Anadolu Ajansı’na verdiği bir mülakatta, “Yunus Emre’nin sözlerini dünyanın farklı noktalarındaki insanlarla buluşturmak ve onun ‘insanlığın özü itibarıyla bir olduğunu’ anlatan felsefesini anlatmak için kültürel etkinlikler düzenlemeye devam edeceklerini belirtmiş; “enstitü olarak 2021’de bütün dünyaya sadece Yunus’u götürmeyeceğiz, oralarda da Yunus’un çağdaşı, Yunus’un benzeri olan insanlarla birlikte bu yılı kutlayacağız ve onun görüşlerini yeniden gündeme getireceğiz” demişti. Ayrıca salgın hastalık yüzünden düzenledikleri etkinlikleri dijital platforma taşıdıklarını da ifade etmişti.
★★★
Yıllar önce, yine UNESCO şemsiyesi altında “Yunus Emre Anma ve Tanıtım Yılı” etkinlikleri düzenlenmişti. Bu etkinlik kararı, 1971 yılında Yunus Emre’nin ölümünün 650. yılında alınmıştı. 1972 yılında da devam eden o etkinliklerin bir safhasına ben de bizzat hem tanık olmuş hem de görev almıştım.
UNESCO’nun kararı kesinleşince, yurtiçi kutlamaların organizasyonu için devletin ilgili birimlerinde rutin çalışmalar başlamıştı. Türkiye’de Kültür Bakanlığı yeni kurulmuştu; örgütlenmesi tamamlanamadığı için elinde fazla bir olanak yoktu. Yurtdışı tanıtım işlerinin Turizm Bakanlığı’nın görev çerçevesi içinde olması gerekiyordu. O sıralarda bakanlık müsteşarı Münci Giz, müsteşar yardımcısı ise Mukadder Sezgin idi. Mukadder Bey’in ilk düşündüğü etkinlik, ünlü bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’nun kendisi kadar ünlü Yunus Emre Oratoryosu’nun plak haline getirilmesi ve dünyaya dağıtılması idi. Ancak Adnan Bey, böyle bir vesile ile hatırlanmaktan çok memnun olduğunu, ancak o eserin telif haklarının Almanya’daki bir yayıncı kuruluşuna satıldığını, onlardan izin almanın zorluğu dolayısıyla pek umutlu olmadığını beyan etmişti.
Bu durumda yapılacak iş, yeni bir prodüksiyona gitmekti. Acaba Yunus Emre’nin şiirlerinden uygun ölçüde seçki yapılsa; bunların İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi dünyaca yaygın dillere yapılmış çevirileri, yine Yunus Emre’nin aşık tarzı söyleyişine benzer bir biçimde, bir saz eşliğinde, popüler bir ses sanatçısına söyletilebilir miydi?
O günlerde Ajda Pekkan pek gözde bir isimdi. O veya ona benzer bir başkası bu işin üstesinden gelebilir miydi? Tabii bu noktada, işi erbabına sormak gerekiyordu. Ankara Radyosu müzik yayınlarında prodüktör olmakla birlikte, popüler müzik dünyamızda hemen herkesi çok iyi tanıyan, birkaç organizasyona da imza atmış olan Erkan Özerman’a danışmakta yarar vardı. Mukadder Bey’in bu sorusunu, Özerman 1 gün bile geçmeden yanıtladı. Bunu yapabilecek isim Ayla Algan’dı. Kanımca da bu doğru bir seçimdi.
Ayla Algan o güne kadar gazino sahnelerinde görülmemişti. Bertolt Brecht’in kabare oyunlarında çok iyi performans göstermiş bir tiyatro oyuncusuydu. Sözkonusu yabancı dilleri bilir ve düzgün telaffuz ederdi. Peki kendisine bağlama ile kim eşlik edecekti? Halk müziğini kitabını yazacak kadar iyi bilen, beste yapma yeteneğine de sahip, tezenesi kendine özgü bir sanatçı Cemil Demirsipahi bu iş için biçilmiş kaftandı.
Kadro böylece belirlendikten sonra, hemen faaliyete geçilmişti. Parçalar hazırlanacak, olgunlaştığına kanaat getirildiğinde kayıtları yapılacaktı. Hedef, kısaca LP olarak anılan uzunçalar bir plak üretmekti. Bu evrede ben de devreye girmekteydim. Zira bu plağın albümünü hazırlama işi de bana düşüyordu. Mazrufun zarfı da içeriğine denk bir değerde olmalıydı. Bu düşünceyle faaliyeti yakından izlemeliydim. Meşrutiyet Caddesi’ndeki bir apartman dairesinde Turgut Özakman’ın bir kayıt stüdyosu vardı. Çalışmalar orada gerçekleştiriliyordu.
İngilizce çeviriler, ilk Kültür Bakanımız olup, o günlerde görevini sürdürmekte olan Talat Halman’a aitti. Acilen yapılması gereken Fransızca çevirileri, şair Tahsin Saraç ile müsteşar yardımcısı Mukadder Sezgin ortaklaşa üstleneceklerdi. İkisi de Sorbonne Üniversitesi eğitimi görmüş kişiydiler. Çeviri çalışmalarını, daha önce sözü geçen ses kayıt stüdyosunda yapmaktaydılar. Ben de canlı yayın gibi onları izlemekteydim. Ortaya çıkan her çevirinin anında uygulaması yapılıyordu. Aksayan bir yer olursa hemen düzeltiliyordu. Bütün çalışmalar gece-gündüz sürdürülmekteydi.
İşin kötü yanı, tam da o sırada ülkece bir sıkıyönetim süreci vardı. Belli bir saatten sonra sokağa çıkma yasağı vardı. Faaliyet uzarsa, orada sabaha kadar kalmaya mahkumduk. Herkes evine çekilmiş, sokaklarda in-cin top oynarken, çalışılan stüdyonun salonundaki ışıklar yanıyor, saz- söz sesleri de ister istemez dışarıya bir miktar sızıyormuş. Bir gece komşulardan biri “Bu dairede vur patlasın, çal oynasın alem yapılıyor” diye ihbarda bulunmuş. Polisler baskına gelmişlerdi. Onlara alem değil, devlet işi yapıldığı anlatıldı. İkna olup gitmişlerdi.
İstanbul’da birkaç firma, çok eski bir tarihten beri “taşplak” dediğiniz 78 devirli gramofon plaklarını basabiliyordu. O tarihte 45’likler de çoktan basılır duruma gelmişti. Ancak henüz uzunçalar (LP) baskısı yapılamıyordu. Kaydı hazırlanmış plağın baskısı Macaristan’da yaptırtılacak, kapak albümü ise Türkiye’de hazırlanacaktı.
Kısa zamanda albüm içeriği olan fotoğrafları ve yazıları toparladım, sayfa düzenini halletim. Özellikle kapak için seçtiğim, akşam vakti güneş batmaya yakınken Tuzgölü civarında çekmiş olduğum buram buram Anadolu kokan hasat dönüşü fotoğrafı çok beğenilmişti. Ankara’da güven duyduğumuz bir basımevinde baskı işini de gerçekleştirmiş olduk.