Osmanlı padişah ve devlet adamlarının eski eserlere olan yaklaşımı, “Memalik-i şâhânemde taş mı kalmadı, verin gitsin!” diye karikatürize edilen derecede duyarsız ve ilgisiz değildi. Padişah, bizzat kendi imzasıyla çıkarılan nizamnamelere rağmen, “özel izinlerle” eski eserlerin ait oldukları topraklardan koparılmalarına gözyummak zorunda kaldı.
Medeniyetlerin beşiği olarak kabul edilen ve Anadolu, Mezopotamya, Mısır gibi geniş bir coğrafyayı sınırları içerisinde barındıran Osmanlı Devleti, hiç şüphesiz dünyanın en önemli ve en zengin arkeolojik mirasının da üzerinde oturmaktaydı. Osmanlılar bu zengin mirasın pek farkında olmasalar da, bilhassa 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’da arkeoloji ve eski eserlere karşı başlayan ve gittikçe artan merak ve talep, 19. yüzyıl boyunca yakından ilgilenilmesi ve çözülmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmıştı.
Osmanlıların “âsâr-ı atîka” diye isimlendirdikleri, antik medeniyetlerden intikal etmiş tarihî kıymeti haiz eski eserlere olan yaklaşımına bakıldığında, ülkede ciddi anlamda bir arkeoloji bilincinin varolduğu söylenemezse de, eski eserlere bir “taş yığını” gözüyle bakıldığını söylemek de doğru değildir. Âsâr-ı atîkaya dair arşiv belgelerine bakıldığında, eski eserlerin padişah bile olsa “verdim gitti” anlayışıyla tasarruf edilemediği görülmektedir. Arşiv belgelerinde III. Selim ile İngiltere elçisi Lord Elgin (Thomas Bruce) arasında yaşanan bir tarihî eser hadisesi bunun en bariz örneğidir. 1799-1803 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul’daki elçisi olan Lord Elgin padişahla olan yakınlığını, gözkoyduğu bir tarihî eseri kendine hediye ettirmekte kullanmıştı. Bu eser, muhtemelen Nuruosmaniye Camii’nin yapımı sırasında ortaya çıkan ve cami avlusunda duran bir lahit kapağı idi. İngiliz elçisi birkaç defa bu lahit kapağını istemişse de halkın dedikodusundan çekinilerek talebi uygun görülmemişti. Ancak elçinin ısrarlı talepleri üzerine III. Selim’in de onayı ile uygun bir yol bulunarak istek yerine getirilmişti. Bulunan çözüm, lahit kapağının herkesin gözü önünde elçiye verilmektense, önce Topkapı Sarayı’na nakledilerek sonra da Topkapı Sarayı’nın Marmara sahilinde bulunan İncili Köşk’ten İngiliz elçisinin gemisine yüklenmesiydi.
Eski eserlerin korunup kollanmasına dair hiçbir kanun ve yönetmeliğinin olmadığı bu yıllarda, Osmanlı coğrafyasında izinli-izinsiz yapılan kazıların devlet eliyle yapılarak bir müze kurulması ilk defa Sisam Beyi Kiga tarafından önerilmişti. Kiga; Anadolu’nun birçok yerinde Efes, Milet gibi antik çağdan kalma şehirler olduğunu, buralarda yapılacak kazılarda çıkan eserlerin İstanbul’a nakledilmesiyle kısa sürede burada Avrupa’nın sayılı müzelerinden birinin tesis edileceğini söylemekteydi. Bu teklif padişah tarafından uygun bulunmasına rağmen, bahsedilen müzenin kurulması için 12 yıl daha beklenmesi gerekecekti.
Osmanlı bürokrasisinde arkeolojik kazıya resmen izin verilmesi ve bu iznin şarta bağlanması ilk defa 1863 tarihinde olmuştur. İngiliz J. Wood, Efes antik kenti üzerinde yoğunlaştırdığı kazılarını bir süre izin almadan yürüttükten sonra resmen başvuruda bulunarak kazı izin belgesi almıştı. Bu belgeye göre Wood’un çıkaracağı eserlerden tek olanı kendine kalacak, çift olanlardan birini devlete teslim edecekti. Tahmin edileceği üzere çift eser çıkması nadiren gerçekleşmişti!
Arkeolojik kazı yapanlar ciddi ve sert yaptırımlar içeren bir düzenleme olmamasından istifade ederek 1869’a kadar çıkardıkları eserleri kolaylıkla yurtdışına nakletmişler, devlete verilmesi gereken hisseyi ya hiç vermemişler ya da işe yaramaz küçük parçaları vererek göz boyamaya çalışmışlardır.
Osmanlı topraklarında yapılan eski eser kazılarından devletin faydalanamaması ve bu eserlerin neredeyse olduğu gibi yurtdışına çıktığı görülünce; 1869 yılında bir nizamname hazırlanması ve çıkacak eserlerin sergilenip muhafazası için bir müze kurulması, müze binası olarak Aya İrini’de bulunan eski Cebehane binasının kullanılması, bütün bu işlerin yürütülmesi için de Maarif Nezareti’nin görevlendirilmesi kararlaştırıldı.
Arkeolojik kazı ve eski eserlerin muhafazasına yönelik ilk resmî düzenleme olan 1869 tarihli nizamname ile; eski eserlerin yurtdışına çıkarılmasının -para ve sikkeler hariç- yasak olduğu, bir şahsa ait arazide çıkan eserlerin o kişinin malı sayılacağı, eski eserlerin yurtiçinde hükümete veya taliplisine satılabileceği kararlaştırılmıştı.
Osmanlı topraklarında yapılan kazılarda ortaya çıkan usulsüzlükler ve devletin kontrolünün sağlanması amacıyla 1869’da çıkarılan nizamnamenin yerine 1874 yılında yeni bir nizamname hazırlanmıştı. Buna göre; yapılan kazılarda çıkarılan eserler üçe ayrılacak biri devlete, biri kazıyı yapana biri de arazi sahibine verilecekti. Yurtdışına çıkarılacak eski eserlerin bir listesinin Maarif Nezareti’ne sunulması, nezaretin onayı olmadan hiçbir eserin yurtdışına çıkarılmaması hükmü getirilmişti.
Fakat bu nizamnamenin bir takım boşlukları vardı ve kazıyı yapanlar bundan azami derecede faydalanmaktaydı. Gerek kaçırma yoluyla, gerek şahsi hatır veya siyasi konjonktür gereği ait olduğu topraklardan çıkarılıp farklı ülkelerdeki müzelere götürülen tarihi eserleri elde tutabilmek için ilk ciddi adımı Müze-yi Hümayun müdürlüğüne getirilen Osman Hamdi Bey yapmıştır. Osman Hamdi Bey, sorunu ortaya koyup çözüm önerdiği 24 Haziran 1882 tarihli raporunda; âsâr-ı atîka yönünden çok zengin bir coğrafyaya sahip Osmanlı Devleti’nin bu eserleri kendi müzesinde muhafaza edemediğinden müzecilik açısından çok fakir bir durumda olduğu, bunun sebebinin mevcut âsâr-ı atîka nizamnamesi hükümlerinin yetersizliği sebebiyle ülkede kazı yapan ecnebilerin kanundaki boşluklardan faydalanarak çıkardıkları eserleri kendi ülkelerine kaçırmakta olmasından kaynaklandığı, manevi değeri bir tarafa maddi değeri bile çok büyük meblağlarda olan bu eserlerin yurtdışına çıkarılmasının önlenmesi ve eski eser aramasının devlet tarafından yapılması için yeni ve Avrupa’da yürürlükte olan kaidelere uygun bir nizamname hazırlanması gerektiğinden bahsetmektedir.
Osman Hamdi Bey’in girişimi ile yeni bir nizamname hazırlanması kabul edilmişti. 1884 tarihli nizamnamenin öncekilere göre en önemli farkı, Osmanlı sınırları içerisinde mevcut olan veya kazı yoluyla ortaya çıkarılan her çeşit âsâr-ı atîkanın devlete ait olduğu hükmünün getirilmesiydi. Kazıyı yapanlara yalnızca eserlerin resim ve kalıplarını alma hakkı tanınmıştı.
Osman Hamdi Bey, 1884’te hazırlamış olduğu Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin yetersiz gördüğü bazı maddelerini ve özellikle hafriyata ait maddelerini, Müze-yi Hümayun’un gelişme ve ilerlemesine katkıda bulunacak şekilde tadil ederek 12 Şubat 1906 yılında yeni bir nizamname hazırladı. Altı bölüm halinde 35 maddeden oluşan bu son derece ayrıntılı nizamname ile devlet sınırları içerisinde eski eser bulunan bütün yerlerin devletin malı olup çıkan eserlerin de devlete ait olduğu kesin olarak belirlenmiştir.
Osman Hamdi Bey’in bu kapsamlı nizamnamesiyle, arkeolojik mirasın neredeyse “kazanın elinde kaldığı” bir ortamdan, Osmanlı sınırları içerisindeki bütün eski eserlerin devlete ait olduğu ve ülke dışına çıkarılmasının kesinlikle yasaklandığı bir aşamaya gelinmiştir. Bu bilinçlenme ve gelişmenin en son şekli olarak 1906 yılında hazırlanan nizamname, 1973 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Bilhassa Osman Hamdi Bey’in müze müdürlüğü döneminde eski eserlerin ait oldukları topraklarda kalmasına yönelik düzenlemelerin yapıldığı nizamnameler, çıkardıkları tarihi eserleri bir şekilde ülkelerine taşımakta olan kazı sahiplerini tedirgin etmişti. Eski eserlerin yurtdışına çıkarılmasının yasak olduğu nizamnamelerde açık olarak belirtilmesine rağmen, Avrupalı arkeologlar Roma-Helen medeniyetlerinden geride kalan tarihi eserlerin Türklerle kültürel bağı olmadığını, onların mirasçısı olan Avrupalıların elinde olmaları gerektiği inancındaydılar. Hatta çıkardıkları eserleri, “değer bilmez Türklerin” elinde bırakmamayı kendilerinde bir hak olarak görmüşlerdir. Çıkan eserleri ülkelerine nakletmek için, illegal yollarla veya nizamnamelerdeki boşluklardan faydalanarak kaçırmak, para gücünü kullanarak satın almak, elçilikleri vasıtasıyla hükümete siyasi baskı yapmak, bunun da yetmediği yerde bağlı bulundukları ülkenin hükümdar ve hanedan üyelerini Osmanlı padişahı nezdinde aracı ve ricacı yapmak yollarını denemişlerdir.
Arşiv kayıtlarına bakıldığında hatır yolu ile eski eserlerin yabancılara hediye edilmesi III. Selim dönemine kadar gitmektedir. İngiltere elçileri bu konuda ilkleri oluşturur. 1801-1803 arasında İngiliz elçisi Lord Elgin, Fransa’ya karşı İngiltere’nin yardımını alan III. Selim’den bir şükran ifadesi olarak “Elgin Mermerleri” diye bilinen Atina Akropolünden alınmış kabartma mermerleri Londra’ya taşıma izni almıştı. Bir diğer İngiliz elçisi Stratford Canning, 1846 yılında şahsi dostluk kurduğu Sultan Abdülmecid’den şahsen talepte bulunarak Bodrum Mausoleumu’nun bir kısmını British Museum’a götürmüştür. Efes Artemis Tapınağı’nın İngiltere’ye naklini sağlamak için Prens Arthur, padişah nezdinde ricada bulunmuş, hatta Efes harabelerini gezerek kazıyı yürüten Wood’a destek olmuştur. Bergama’da kazı yapan Humann, Zeus Sunağı’nı Berlin’e götürmek için Almanya veliahdı Frederick’i araya koyduğu gibi, Efes’te kazı yapan Avusturyalı Benndorf Avusturya imparatoru adına hareket ederek padişahın, çıkarılan eserleri imparatora hediye etmesini sağladığı, hatta gümrük vergisini bile bu yolla ödemediği arşiv belgelerinde kayıtlıdır.
Osmanlı Devleti’nin askerî, siyasi ve ekonomik açıdan zafiyet içerisinde bulunduğu, Avrupalı devletlerin desteğini aradığı 19. yüzyıl boyunca, bazen şahsi dostluklar, bazen düşmana karşı müttefik ülkeyi kaybetmeme korkusu, bazen reelpolitik gereği dönemin padişahlarının eski eserler konusunda ricada bulunan İngiliz, Alman, Avusturyalı hükümdarların isteklerini, iyi ilişkilerin bozulmaması için geri çevirmedikleri anlaşılmaktadır.
Âsâr-ı atîka hususunda arşiv belgeleriyle ortaya koymaya çalıştığımız sürece bakıldığında Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının eski eserlere olan yaklaşımının; “Memalik-i şâhânemde taş mı kalmadı, verin gitsin!” diye karikatürize edilen derecede duyarsız ve ilgisiz olmadıkları görülmektedir. Padişah, bizzat kendi imzasıyla çıkarılan nizamnamelerin hükümleri hilafına olarak “özel izinlerle” eski eserlerin ait oldukları topraklardan koparılmalarına gözyummak zorunda kalmıştır.
Bütün bunlara ilave olarak gerek toplumumuzda genel olarak eski eserlerin layıkıyla korunup kollanmasına yönelik bilincin gelişmemiş olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum yalnızca Anadolu’daki antik medeniyetlerden kalan tarihî eserler için değil kendi öz kültürümüzün parçası olan Türk-İslâm kültür mirası için de söz konusudur. Zira Anadolu’nun pek çok yöresinde cami, tekke, medrese vb. mekanlardan paha biçilmez çiniler, halılar, yazma eserler, muhteşem ahşap işçiliği olan kapı, mihrap gibi antika eserler çalınıp yurtdışına kaçırılmıştır.