1575’te Osmanlı korsanlarına esir düştü. Beş sene Cezayir’de kaldı. İstanbul’a hiç gelmedi. Defalarca kaçmaya çalıştı, yakalandı ama sonunda fidye vererek kurtuldu. Kendisini üne kavuşturan ve dünya edebiyatının klasikleri arasında sayılan Don Kişot, ülkesine döndükten sonra, 58 yaşında yayımlandı. Ünlü İspanyol şair ve yazarın, efsanelerin ötesinde az bilinen gerçek öyküsü.
Yakınçağ İspanyol edebiyatının en meşhur ismi Miguel de Cervantes Saavedra’nın Memâlik-i Mahrûsa’daki esaret hayatı, son yıllarda gazete ve popüler dergilerde defalarca gündeme geldi. Ancak, nereden türediği bilinmeyen bir şekilde, İspanyol yazarın İnebahtı bozgununda (1571) esir düştüğü ve İstanbul’a götürüldüğü ve hatta Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalıştığı öne sürüldü.
Oysa, Astrana Marín, Emilio Sola, José F. de la Peña, María Antonia Garcés, Jean Canavaggio ve Ertuğrul Önalp gibi tarihçilerin çalışmaları, İspanyol arşivlerindeki belgeler ve bizzat Cervantes’in eserlerindeki “esaret,” “ihtida” ve “Türk” gibi temaların tahlilinin bize sunduğu detaylı bilgiler, bütün bu iddiaların asılsız olduğunu açıkça göstermektedir.
İlk olarak, İspanyol yazar ne İnebahtı’da esir düşmüştür ne de Osmanlı başkentini görme şansına erişmiştir. Uluç Ali komutasındaki hafif korsan kalyetelerini saymazsak Osmanlı donanmasının tamamının kaybedildiği ve Hıristiyanlara ilaç gibi gelen bu muharebede, kadırgaların üzerinde savaşan piyadelerden birinin Cervantes olduğu doğrudur. Ancak, şairimiz esir düşmemiş, sadece üç mermi yemiş ve sol elini kullanamaz hale gelmiştir. Kendisine “Lepanto Çolağı” da denen Cervantes hayatı boyunca bu kaybından gurur duyacak ve yıllar sonra Don Kişot’un başarısından bahsederken sağ elinin şanı için sol elini kaybettiğini söyleyecektir. Bu noktada gene Türk basınında ve bazı kitaplarda iddia edildiği gibi ortada bir kol kesme durumu olmadığının, sadece yazarın elinin sakatlandığının bir kez daha altını çizmek isteriz.
Sol elini kullanamaması askerlik yapmasına engel teşkil etmemiş olacak ki, Cervantes altı aylık bir tedaviden sonra gene görevinin başına dönecek ve Don Juan komutasındaki müttefik Hıristiyan donanmasıyla 1572 ve 1573’teki Tunus Seferi’ne katılacaktı. Napoli’ye dönüp 1575 Eylül’ünde kardeşi Rodrigo ile beraber Barcelona’ya yelken açmış dört kadırgadan biri olan Sol’a binince, kaderi ve sanatı geri dönülemez bir şekilde değişecektir. Limandan ayrıldıktan birkaç gün sonra çıkan fırtına filoyu dağıtmış ve Sol’u diğerlerinden ayırmıştır. Aslında alçak güverteli oldukları için rüzgarlı ve dalgalı kış aylarını korunaklı limanlarda geçirmeye özen gösteren kadırgalar için, Eylül ayı seyrüsefer mevsiminin tam anlamıyla kapandığı bir dönem değildir. Ancak gene de yazın sakin havası ve durgun sularının yerini sert kuzey rüzgarları almaya başlamıştır. Bu rüzgarlar tarafından açık denizlere sürüklenen Sol, 26 Eylül’de Cezayir korsanlarını eline düşecek ve böylece Cervantes’in beş senelik esaret hayatı başlayacaktır.
Sol’a saldıran üç Cezayir kadırgasının kapudanı Arnavut Memi’dir; ancak Cervantes saatlerce süren mücadelenin ardından esir edildiğinde, aynı isimli başka bir reisin, Rum mühtedi Deli Memi’nin payına düşmüştür. Yakalanan esirler, önce geminin hocası tarafından defter edilmiş, daha sonra da eğer küreklerde boş yer varsa buralara yerleştirilmiş, yoksa da elleri kolları bağlanarak kadırganın ambarına konmuş olsa gerek. Bu durumda esirler, güvertenin altındaki dar, ışıksız ve nemli bir ambarda gemi geri dönene kadar 1-2 hafta beklemek zorunda kalırlardı. Ancak, genelde mukavemete alışık olmayan, fakat bu sefer tüccar gemilerinin aksine kendisini koruyan asker yüklü bir gemiyle kanlı bir mücadeleye girişmek zorunda kalan korsanlarımızın yaralarını sarmak ve yüklerini boşaltmak hemen Cezayir’e döndükleri tahmin edilebilir.
Tutsaklık
Cervantes’in asıl canını sıkan ambardaki yolculuk değil, üstünden çıkan referans mektubudur. Bu mektup, korsanlarımızın yazarı önemli biri sanmalarına yol açmıştır. Hayalgüçleri zincirden boşalmıştır: Bazıları Cervantes’in kralın kuzeni ya da bir dükün oğlu olduğunu söylemekte, onlara karşı çıkanlar ise bir piskopos olduğunda ısrar etmektedir.
Esir ticaretinde uzmanlaşmış Osmanlı korsanları, dönemin tabiriyle “namdâr beyzâde”leri, yani yüksek fidye verebilecek önemli şahsiyetleri işe koşmazdı ve kilit altında tutarlardı. Korsanların eline düşeceğine anlayan yolcular, hürriyetlerine yüksek paha biçilmemesi için hemen üstünü başını yırtmaya başlar ve zenginlik ve toplumsal ayrıcalık belirtisi olan bütün eşyalardan kurtulmaya çalışırdı. Buna karşılık korsanlar ise, tutsaklarının ellerinin narin olup olmadığına bakar, avuç içlerinden fal bakarak kim olduklarını anlamaya çalışır ya da geminin kaptanı ve katibini falakaya yatırıp sorguya çekerlerdi. Bu karmaşa içerisinde, Cervantes gibi fakirlerin yalancılıkla suçlanıp zengin sanıldığı ve dolayısıyla ödeyemeyecekleri bir fidye miktarıyla karşılaştıkları da olurdu.
Tutsağının değerini abartan Deli Memi Reis, Cervantes için 500 ekü gibi yüksek bir rakam talep eder. Her ne kadar fidyenin bulunmasını zorlaştırsa da, talep edilen böyle yüksek miktarlar, esirleri kadırgalarda kürek çekmekten, surlarda, madenlerde ya da tarlalarda çalışmaktan kurtarmaktaydı. Ancak, eli çolak olan Cervantes’in bu tip işlere koşulması zaten mümkün olmadığından, “fidyelik köle” olmak onun pek işine yaramamışa benzemektedir. Aksine, çoğu zaman boynunda zincirlerle dolaşacak ve Frenklerin baño/bagno dedikleri esir zindanlarından birinde hapis tutulacaktır.
Binlerce kişiyi barındıran bu zindanlarda devlete ait esirlerin yanısıra efendileri tarafından buraya konan tutsaklar da kalmaktaydı. Bunlar gündüz işlerine gider ve şehirde serbestçe dolaşabilirlerdi; gece ise zindana dönmek zorundaydılar. Bunlar tipik bir zindandan çok daha kompleks yapılardı; içlerinde şapel, meyhane ve hastane gibi kısımlar da bulunmaktaydı. Bu son ikisinin hem içeriye, hem dışarıya açılan kapıları olur, böylece Cezayir halkına da buradaki hizmetlerden yararlanma şansı doğmuş olurdu. Ancak Cervantes, fidye için ayrılmış tutsaklara ayrılmış zindanda kaldığından, dışarıyla teması kısıtlı kalmıştı. Üstüne üstlük, efendisi Deli Memi ailesine yalvarıp para istemesi için Cervantes’i kasıtlı olarak kötü muameleye tabi tutmaktan da geri kalmayacaktı.
Kaçış denemeleri
Cervantes’in bu kötü muameleye karşılığı, aynı eserlerindeki kahramanlar gibi kaderinin dizginlerini cesurca eline almak olmuştur; zira Deli Memi’nin beklediği para bir türlü gelmemektedir. Cervantes, tutsak düşmesinden hemen 4-5 ay sonra ilk kaçış denemesinde bulunur. Araplardan kendisine bir kılavuz bulmuş ve yanına birkaç Hıristiyanı da alarak en yakındaki İspanyol hisarı olan Vahran’a ulaşmayı denemiştir. Ancak, Kuzey Afrika’nın zorlu topografyasında 400 kilometre yürümek pek de kolay değildir. Su ve yiyecek bulmak zaten zordur; üstüne üstlük sıcak hava, aslan ve çita gibi vahşi hayvanlar ve hiç de dost olmayan Berberî kabilelerden korunmak için gece seyahat etmek gerekmektedir. Kılavuzları şehirden çıktıktan ve parayı aldıktan sonra sırra kadem basınca, Cervantes ve arkadaşları için geri dönmekten ve ağır bir şekilde cezalandırılmamak için dua etmekten başka bir seçenek kalmamıştır.
Cervantes dönünce, Cezayir üzerine yazılmış İspanyolca, Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca sayısız eserde anlatılan ve okuru dehşete düşüren kulak kesmek, çengele asmak, kafasının tepesini yakmak, çarmıha germek ve kadırgalarla dört ayrı yöne çekip paramparça etmek gibi dehşetengiz işkencelerin hiçbirine maruz kalmamıştır. Belirli bir okuyucu kitlesi için yazılan, klişeler ve stereotiplerin etkisinde kalan bu tip yanlış yönlendirmelerin etkisiyle, kölelerin pahalı metalar oldukları ve esir sahiplerinin genelde iktsadî, bazen de dinî saiklerle gereksiz şiddete başvurmaktan kaçındığı unutulmamalıdır. Hakikaten Deli Memi de fidyesinden yüksek bir meblağ umduğu Cervantes’i sopalatmakla yetinmiş ve sakatlayıcı ya da öldürücü bir ceza vermemiştir.
Tabii falakanın ve artırılmış güvenlik önlemlerinin Cervantes’i caydıracağını düşünmüşse, yanılmış olmalıdır. 1577 sonbaharındaki ikinci denemede Cervantes gene yalnız hareket etmemiş, ancak bu sefer deniz yolunu tercih etmiştir. Miguel, şehrin dışında bir mağaraya 14 hıristiyan tutsağı saklayıp bunları beş ay boyunca beslemiştir. Annesinin bulup buluşturup yolladığı parayla esaretten kurtarılan kardeşi Rodrigo, esir asilzadelerden aldığı mektuplarla Mayorka ve Valensiya’ya gidecek ve buradaki valilerden, mağaradaki zavallıların kurtarılması için Cezayir kıyılarına bir gemi yollamalarını ister. Hakikaten, gene yeni ıtlak edilmiş bir gemi kaptanının kumandasında bir fırkata (6-12 oturaklı ufak kadırga)yollanacak, ancak mürettebattan kimse kıyıya inip saklanan esirlere haber vermeye cesaret edemeyecekti; zaten mağaradaki tutsaklara erzak taşıyan İspanyol mühtedisi korkup yetkililere haber verince herkes kıskıvrak yakalanmıştı. Yeni beylerbeyi Uluc Hasan Paşa’nın önüne çıkartılan Cervantes bütün sorumluluğu üstlenecek, ancak bir kez daha 5 aylık bir hapisten başka bir cezaya çarptırılmayacaktı.
Demir parmaklıkların ‘İnebahtı Çolağı’nı durdurmaya yetmediği aşikârdır. Cervantes bu dafe bir Müslüman ulakla Vahran valisine ve şehirdeki diğer önemli kişi ve arkadaşlarına mektuplar gönderip üç asilzadeyle birlikte zindandan kaçmasına yardım edebilecek bir casus göndermelerini talep eder. Kendisi de zamanında esir düşen ve Cezayir’de çıkardığı başarısız isyan nedeniyle 23.000 ekü gibi anormal bir meblağa hürriyetine kavuşan vali Martín de Córdoba, Cervantes’e yardım etmekte pek nazlanmayabilirdi; ancak Cervantes’in ulağı Müslüman casuslar tarafından Vahran’ın kapısında yakalanacak ve Cezayir’e geri getirilecekti. Uluc Hasan, “hain Müslüman”ın derisini yüzdürmekte tereddüt etmemişti. Cervantes’in payına ise 2.000 değnek düşmüştü ki bu ölüm demekti. Allah’tan araya girenler Hasan’ın öfkesini yatıştırırlar ve İspanyol şairin hayatı kurtulur. Bu noktada, Canavaggio ve Garcés gibi tarihçiler Cervantes’in korsanlarla İspanyol casuslar arasında devam eden gizli görüşmelerin bir parçası olabileceğini ve bu yüzden önemli kimseler tarafından himaye edilmiş olabileceğini belirtseler de, bu iddialar tahminden öteye gidememiştir.
Cervantes Cezayir’den kaçmayı son kez Eylül 1579’da, yani İstanbul’da Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında çalıştığı iddia edildiği günlerde denemiştir. Pes etmek nedir bilmeyen şairimizin edindiği bilgiye göre, o sıralarda Cezayir’de bulunan Valensiyalı bir tüccarın sağladığı parayla, Abdurrahman adlı Gırnatalı bir İspanyol mühtedisi 12 oturaklı bir fırkata satın alacaktır. Eski adı Girón olan Abdurrahman, dinini terkettiğine pişman olan birçok mühtediden sadece biridir ve Cervantes’in şehirdeki en önemli esirlerden 60 tanesini koymayı planladığı fırkatayla birlikte vatanına dönmek istemektedir.
Ancak gene son anda birşeyler ters gider; Floransalı bir mühtedi kendilerine ihanet edecek ve planları Uluc Hasan Paşa’ya anlatacaktır. Kaçma planına dahil edilmediği için öfkelenen bir Dominiken keşişinin de olayı doğrulaması üzerine, Cervantes çareyi bir arkadaşının evinde saklanmakta ve Uluc Hasan’ın sinirlerinin geçmesini beklemekte bulmuştur. Teslim olduğunda Hasan’ın bütün tehditlerine rağmen suç ortaklarını ele vermeyecektir. Cervantes’in adeta Don Kişot’a yaraşır bu şövalyevari tutumunun zalimliğiyle ün yapmış Hasan’ı etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz; ancak bir kez daha hayatını bağışladığı ve bu sefer bizzat sarayında hapsettiği düşünülürse, Cervantes’e özel bir önem atfedildiği de ortadadır. Üstüne üstlük, haşarı İspanyol’u Deli Memi’den 500 eküye satın almayı da ihmal etmemiştir.
Esaretten kurtuluş
Cervantes’in esir düşüşü kadar, esaretten kurtarılışı hakkında da bazı açıklamalar yapmak şarttır. Mesela 9 Mart 2015 tarihinde Hürriyet gazetesinde çıkan “Cervantes İstanbul’da Ameleydi” başlıklı haberde, Cervantes’in “başarılı çalışmalarından” ötürü serbest bırakıldığı gibi, Akdeniz’deki esaret ve fidye pratiklerinin mantığına ters bir iddia bulunmaktadır. Amele olarak nitelendirilen Hıristiyan bir askerin bir caminin inşaatında ne gibi başarılar göstermiş olabileceğini okuyucumuzun takdirine bırakarak, bir kez daha belgelere yöneliyor ve işin aslını keşfediyoruz.
Varını yoğunu satan anne Leonor de Cortinas’ın yolladığı paralar ilk başta sadece Cervantes’in kardeşi Rodrigo’yu kurtarmaya yetmişti. Ancak acılı anne, yakınları İslâm diyarında esir düşen birçok gariban gibi kralın kapısını aşındırmaktan ve ısrarla arzuhaller sunmaktan geri kalmayacaktı. Ailenin fakru zaruretinden dem vuran, Cervantes’in İnebahtı’daki kahramanlıklarıyla Katolik kralın tebasına karşı sorumluğunu hatırlatan bu arzuhallerde, Leonor kendisini bir dul gibi göstererek Hıristiyan hassasiyetlerini sonuna kadar sömürmeye çabalamıştı. Ancak, karşısında bu tip numaralara karşı talimli ve her zaman iflasın eşiğinde bir hükümet olduğundan, talep ettiği 500 eküyü hiçbir zaman alamayacaktı. Tek elde edebildiği, Mağrib’e 2.000 ekülük ticaret yapma izniydi. Edeceği kârla, oğlunu kurtarması gerekiyordu; ancak gerekli kefilleri bulamadığından bu proje suya düştü.
En sonunda ailenin biraraya toplayabildiği 300 ekü, Mağrip’e gidip köle kurtarmakla görevli Triniter keşişlerine teslim edildi. Her ne kadar 180 Hıristiyanı kurtarmayı başarsalar da, Hasan’ın Cervantes’i aldığı fiyattan daha aşağıya bırakmamakta direnmesi işleri karıştırmıştı. Tehlike büyüktü; Cezayir beylerbeyliğinden alınan ve İstanbul’a doğru yola çıkacak olan Hasan, Cervantes’i yanında götürmeye hazırlanıyordu. Fidye aracısı Juan Gil adlı keşiş, inisiyatif alıp aradaki farkı uhdesindeki paralarla kapatmasa, Cervantes’in Kılıç Ali Paşa Camii’ni görmesi ve medyada çıkan haberlerin en azından kısmen doğru çıkması mümkün olabilirdi; ancak, bu durumda şairimizin esaretten kurtarılmasının zorlaşacağı ve daha pahalıya patlayacağı da kesindir. Zira, İspanyolların o dönem İstanbul’da ne elçileri vardı ne de fidye aracılığı yapan Triniter ve Merseder keşişlerinin Doğu Akdeniz bağlantıları. İstanbul’a yollanan Habsburg tebası esirler, ancak Venedik balyosunun araya girmesiyle, o da uzun ve çetrefilli pazarlıklar sonrasında serbest kalabiliyorlardı.
Yazar Cervantes
Ülkesine geri döndükten sonra İspanya’nın önemli edebiyatçılarından biri olarak üne kavuşacak olan Cervantes’in Don Kişot da dahil olmak üzere bir çok eserinde esaretinin izlerini görmek mümkündür. Günümüze kalan komedilerinden İstanbul’da geçen ve zorla hareme alınmış bir İspanyolun hikayesini anlatan Oviedolu Katalina Sultan (La Gran Sultana); yer yer otobiyografik özellikler de taşıyan ve esaretin ayırdığı bir karı kocanın biraraya gelme mücadelesini konu alan Cezayir’de Yaşam (El Trato de Argel); Hıristiyan bir kadın tarafından büyütülen Zehra’nın Fas şehzadesi Abdülmelik’le evlenmeden önce İspanya’ya kaçma girişimlerinin ana tema olduğu Cezayir Zindanları (Los Baños de Argel); 1556 ve 1563 yıllarındaki Vahran kuşatmalarının Müslüman ve Hıristiyan aşıkları birbirine kavuşturmasını hikaye edinen Cesur İspanyol (El Gallardo Español) ve Roma ordusuna esir düşmemek için intihar eden Kelt halkının hikayesini anlatan Numansiya Kuşatması’nı (El Cerco de Numancia) bunlar arasında saymak mümkündür.
Kaderin bir başka garip bir cilvesi de, Cervantes’in Cezayir’de geçirdiği beş yılı ve esaretinin sanatına etkisini inceleyen en önemli eserlerden birini yazmanın, kendisi de Kolombiyalı gerillaların elinde 17 ay tutsak kalmış birine, María Antonia Garcés’e nasip olmasıdır.
PORTRE
Miguel De Cervantes De Saavedra (1547-1616)
58 yaşında ünlü oldu
İspanyol edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Cervantes, 1547’de Madrid yakınlarındaki Alcalá de Henares’te dünyaya geldi. Ailesinin maddi sıkıntıları nedeniyle eğitimini yarıda kestiği yetmezmiş gibi, düelloda adam öldürdüğü gerekçesiyle İspanya’dan kaçıp İtalya’ya sığınmak ve burada askere yazılmak zorunda kaldı. İnebahtı Muharebesi’nde tek kolunu kaybeden Cervantes, 1575’te İspanya’ya dönerken Cezayir korsanlarına esir düştü. 1580’de İspanya’ya döndükten sonra, vergi mültezimi ve donanma eminliği gibi görevlerde bulunduysa da, maddi sıkıntılar yakasını bırakmadı ve bir ara kısa süreliğine tekrar mahpus damına düştü.
Şeytanın bacağını ise Don Kişot’un ilk kısmını yayınladığı 1605 yılında kırdı. Kendisini İspanya çapında üne kavuşturan bu eserin ikinci cildi 1615’te yayınlandı. 1617’de Madrid’deki ölümüne kadar Parnaso’ya Yolculuk, Yeni Perde Arası Oyunlar ve Persiles ve Sigismunda’nın Acıları gibi birçok eser kaleme aldı.
PORTRE
Akdeniz’in Vahşi Batı’sı: Fırsatlar diyarı Cezayir
16. yüzyıldan itibaren Akdeniz’in en önemli korsan limanı olarak karşımıza çıkan Cezayir, aynı zamanda serhaddin en kozmopolit şehirlerinden biriydi. Müslüman nüfusun yanısıra, şehirde Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçmiş, yani “hidayete ermiş” her miletten mühtedi bulunmaktaydı. Cervantes ile aynı dönemde esaret hayatı yaşayan Portekizli din adamı Dr. Antonio Sosa, bu mühtedilerin içinde Brezilya, Yeni İspanya (Panama Kanalı’nın kuzeyindeki İspanyol toprakları), Habeşistan ve Hindistan da dahil olmak üzere 52 değişik memleketten insan olduğunu belirtirken iddialı bir şekilde eklemeden duramamıştı: “…dünyada hiçbir Hırıstiyan milleti yoktur ki Cezayir’de ondan gelme bir mühtedi olmasın”.
Topraksız köylülerin ekmeğini kazanabileceği ve hatta sınıf atlayabileceği fırsatlar diyarı Cezayir, adeta Akdeniz’in Amerikası’ydı. Sözü gene Sosa’ya bırakıyoruz: “Türkiye, Balkanlar, Anadolu ve Suriye’de herkes Cezayir’den bahsediyor, aynı bizim Kastilya ve Portekiz’in Hindistan’ından [yani Amerika’dan] bahsettiğimiz gibi”.
Türkler ve Mühtediler
Osmanlı korsanları: Müslüman ve Hıristiyanlar birlikte sefere çıktılar
Savaş zamanları Donanma-yı Hümayun ve Tersane-yi Amire’de çeşitli görevlere getirilen korsanlarımız, İstanbul’un deniz savaşlarına yatırım yapmadığı dönemlerde başlarının çaresine bakmak durumundaydılar. Cezayir, Şerşel, Becaye, Cicel, Benzert, Halkü’l-Vad, Susa, Cerbe ve Trablus gibi limanlardan 30-40 gün süren akınlara çıkıp ya denizdeki yolcu gemilerini ele geçirir ya da İspanya ve İtalya kıyılarında sahil yerleşimlerini basıp esir kaldırırlardı. 1580’lerden itibaren Cebelitarık’ın ters akıntılarını yenmeyi de başaracaklar ve Azorlar, Kanarya Adaları, Manş Denizi, Hollanda ve İngiltere kıyılarına akınlar düzenleyeceklerdi. Bu baskınlar, 1627’de İzlanda’ya, 1629’da Faroe Adaları’na ve 1631’de İrlanda’nın Baltimore limanına kadar uzanacaktı.
Her ne kadar korsanlarımız için “Osmanlı” ifadesini kullansak da, Akdeniz serhaddinin özel şartlarının ürünü olan bir kültürel çeşitliliğe dikkati çekmek isteriz. Korsanlarımız arasında Türkler kadar, Arnavut, Rum, İtalyan, İspanyol, Korsikalı, Sardinyalı, Sicilyalı ve Fransız mühtediler de bulunmaktadır. 1581’de Cezayir filosunu oluşturan 35 reisten sadece 13’ü (%37) Müslüman oğlu Müslüman ya da dönemin tabiriyle “doğuştan Türk”tür. Kalan 22 kişi (%63) ise mühtedi, yani “meslekten Türk”tür.
Son olarak bir kişinin de Yahudilikten ihtida ettiğine dikkat çekelim. Avrupa’nın her yerinden kovulan Yahudilerin bile korsanlarımızın arasında yer bulması, fırsatlar diyarı korsan limanlarının kültürel çeşitliliğinin en güzel kanıtıdır. Kuzey yelkenlilerin Akdeniz’i istila etmesi üzerine, 17. yüzyılın başından itibaren Hollandalı, İngiliz, Valon, Danimarkalı, Hamburglu kuzey korsanları başta Cezayir olmak üzere korsan limanlarına akın edecekti. Bu kuzey denizcilerinden Siemen Danseker ve John Ward gibileri, ihtida etmedikleri halde Hıristiyan denizcilerin yanına Müslüman yeniçerileri de alarak Cezayir’den akınlara çıkabilecekti. Bu, Hıristiyanlarla Müslümanların beraber korsanlık yapması demekti.
17. yüzyılın ilk yarısında altın çağını yaşayan Müslüman korsanlığı, 18. yüzyılla beraber etkisini yitirmeye başlayacak, 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin askerî müdahaleleri sonucu tamamen ortadan kalkacaktır.
Esirler nasıl seçilirdi?
Cezayir köle pazarında satın alma kriterleri
Devletin ve beylerbeyinin payına düşenler ayrıldıktan sonra, akınlarda ele geçirilen tutsaklar köle pazarına getirilir ve alıcılarla satıcılar arasında kıran kırana bir pazarlık başlardı. Kölelerin dişlerine bakarak peksimet çiğneyip çiğneyemeceği, dolayısıyla kadırgada kürek çekip çekemeyeceği anlaşılmaya çalışılırdı. Gene, ellerinden birinin çalışmaya alışık olup olmadığını belirlemek mümkündü. Elleri narin olanlar toplumun üst tabakalarına mensup demekti; yani yüksek miktarda fidye talep edilebilirdi. Aynı zamanda avuç içine bakarak bir kölenin kaçıp kaçmayacağının ve ne kadar yaşayacağının anlaşılabileceğine inanılırdı. Satın almadan önce esirlere ileri geri gitmek, eğilmek ve zıplamak gibi çeşitli hareketler yaptırmak adettendi. Gözler dikkatli incelenir ve insanların huyunu yansıttığı düşüncesiyle fizyonomileri tetkik edilirdi. Önemli biri olduğu sandığı Cervantes’i efendisi Deli Memi satmaya yanaşmadığı için, şairimiz bu köle pazarında satışa çıkarılmamıştır.