Kaldırılışının 100. yıldönümünde halifelikten yana olanlar isteklerini yüksek sesle dile getiriyor. Şeriatı eleştirenler ise apar topar gözaltına alınıyor. Osmanlı padişahlarının halifelik ünvanını sistematik olarak kullanmadığını bir kez daha hatırlamak gerekiyor. Osmanlı döneminde hilafet kurumunun devletle ilişkisi ve padişahların yaklaşımı.
Hilafet dendiği zaman ilk söylenmesi gereken -eğer kimi siyasal İslâmcı kesimler gibi ideolojik bir açıdan değil de tarihsel bir açıdan bakılacak olursa- ilk halife Hz. Ebubekir’den son halife Abdülmecid Efendi’ye kadar hiç değişmeden sürmüş bir kurumdan sözetmenin mümkün olmadığıdır. Zaten bu iki zatın hem içinde yaşadıkları toplumların hem de gördükleri ya da görmeyi akıllarından geçirdikleri işlevlerin aynı olmadığı ve olamayacağı aşikardır.
İlk halife Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed’in devlet yöneticisi olarak halefiydi. Abdülmecid Efendi ise devlet başkanı olmadığı gibi, cumhuriyetin ve cumhurbaşkanlığının ortaya çıkmasından çok zaman önce de Osmanlı Devleti’nin başkanı halifeler değildi; sultanlardı. Nitekim Osmanlılar anayasal düzene geçtiklerinde de yani 1876 Anayasası yapıldığında da halifeliğin değil sultanlığın tanımı yapılmış; Sultan 2. Abdülhamid’in ısrarı üzerine Osmanlı sultanlığının aynı zamanda halifeliği de içerdiği belirtilmiştir. 1 Kasım 1922 gecesi saltanat kaldırılırken görüşmelerin çok uzamasının nedeni de budur; zira saltanatın olmadığı bir ortamda halifelik de olamayacaktı. Ancak o gece bir anayasa değişikliği yapılmadığı, yalnızca bir Meclis kararı alındığı için iş o kadar da uzamamış; saltanat ve hilafet birbirlerinden ayırılmış ve saltanat kaldırılmıştı.
Öte yandan, halifeliğin klasik İslâm tarihindeki devlet başkanlığı özelliği de çok uzun sürmemiş, 10. yüzyıl ortalarında sona ermiştir. O tarihlerden itibaren Abbasî halifeleri, ayrıca bir de Şiî olma özelliği taşıyan Büveyhoğulları ailesinin kurduğu devletin elinde tutsak gibiydi. Herhangi bir siyasal güçleri kalmamıştı. Batı İran ve Irak’a hâkim olan Büveyhoğulları, büyük olasılıkla bir Sünnî-Şiî savaşı istemediklerinden, halifenin Bağdat’ta yaşamasına ses çıkarmamışlardı. 11. yüzyılda bölgenin Selçuklular’ın denetimine geçmesi sonrasında da bu durum sürdü. Şu farkla ki, Sünnî olan Selçuklular Bağdat’taki Abbasî halifesine saygı gösteriyorlar; iktidarlarının halife tarafından onaylanmış olduğu varsayımını sorgulamadan saltanat sürüyorlardı. Bu gelenek, Anadolu Selçuklular’ı tarafından da sürdürülmüştür. Özetle söylenecek olursa, artık gerçek iktidarı elinde tutan bir saltanat kurumu vardı ama, sultanlar siyasal açıdan herhangi bir yaptırım gücü olmayan Abbasî halifesinin adına saltanat sürdükleri iddiasındaydılar. Bunun nedeni, Mâverdî (975-1058) adlı alimin Büveyhoğulları’nın eski hilafet topraklarında egemen oldukları dönemde Abbasî hilafetini koruma içgüdüsüyle ortaya attığı hilafet kuramıdır. Mâverdî’ye göre siyasal durum ne olursa olsun, Sünnîler’in mutlaka bir halifesi olması gerekiyordu ve bu halifenin de mutlaka Kureyş kabilesine mensup olması şarttı. Bilindiği gibi hem Hulefâ-yı Râşidîn diye adlandırdığımız ilk 4 halife ve onlardan sonra gelen Ümeyyeoğulları (Emevîler) ile Abbasoğulları bu kabileye mensuptular.
Moğol istilası bu duruma kesin bir son verdi. Artık Abbasî halifeleri Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethettiği dönemde orada bulduğu Ebu Cafer Mütevekkilüllah’ın durumuna düşmüşler, Memlûklar’ın himayesinde birer sığıntı gibi yaşar olmuşlardı. Ancak bu gelişme, halifelik kurumunun daha 10. yüzyılda görülen bir özelliğini daha da pekiştirmiş oldu. Mâverdî’nin Abbasî halifeliğini yeni türeyen sultanlara karşı korumaya çalıştığı yıllarda, bir Emevî halifesi İspanya’da, bir Fatımî halifesi de Mısır’da hüküm sürüyordu. Gerçi soyları Hz. Fatma’dan inen Fatımîler’in Şiî oldukları için halifeliklerinin ne anlama gelebileceğini sorgulayabiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki, Şiîler her ne kadar bir imâmet kuramı geliştirmiş olsalar da Hz. Ali’nin hakkının yendiği ve daha Muaviye’nin hilafeti ele geçirmesinden önce, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan bile önce halife olması gerektiği iddiasıyla yola çıkarak muhtemelen “paralel” bir hilafet kuramı geliştirmek istemişlerdir. İşte bu halife çokluğu, 14. yüzyıldan itibaren neredeyse kural oldu. İslâm dünyasının farklı köşelerinde belirli bir askerî ve siyasi güçle ortaya çıkan birçok hükümdar halife sanını da taşımaya başladı. Yani İbn Haldun (1332-1405), “İslâm dünyasının genişliği nedeniyle birden çok halifenin varlığının kabul edilebilir bir şey olduğunu” yazarken, aslında fiilî bir duruma meşruluk sağlamaya çalışıyordu.
Tabii bu gelişmelerin, ortaya başka bir ilginç durum çıkardığını da unutmamak gerekir. Şöyle ki, güçlü bir siyasal konumda olan hükümdarların halifelik iddiaları, bir anlamda 10. yüzyıl ortalarından öncesine dönüş olarak da görülebilir. Zira halifelik, sonuç itibarıyla bu isimden ziyade saltanat yoluyla da olsa, yeniden siyasal bir güce ulaşmış gibi konumlanıyordu. Ancak bu, aynı zamanda siyasal gücün yitirilmesiyle birlikte halifeliğin de yitirilmesi anlamına gelecekti. Nitekim 16. ve 17. yüzyıllarda halifelik iddiasında bulunan Fas sultanları, daha sonra iyice zayıflamaları sonucunda bu iddialarından sözetmez olmuşlardır. İşte Osmanlılar’ın zaman zaman görülen halifelik iddiaları da, bu son gelinen noktanın yani güç politikasının bir parçası olarak ortaya çıkar. 14. yüzyılın sonlarıyla 15. yüzyılın başlarında artık önemli bir dünya gücü olmaya doğru giden Osmanlı sultanları, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden de önce halife sanını kullandılar: Bunlar, Yıldırım Bayezid, Yavuz’un babası 2. Bayezid ve büyükbabası Fatih Sultan Mehmed’tir. Ayrıca kimi Anadolu beylerinin 1. Murad’a bile bu sanı kullanarak hitap ettiklerini, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın da Fatih’le araları bozulmadan önce yazdığı bir mektupta Osmanlı sultanını halife olarak tanıdığını biliyoruz. Bu noktada, “Yavuz Sultan Selim’in halifeliği alan ilk Osmanlı padişahı olduğu”na ilişkin iddialar tarihsel temelden yoksundur. Esasında, Yavuz Sultan Selim’in de böyle bir konuma ihtiyacı yoktu. Kahire’den İstanbul’a getirdiği son Abbasî halifesinden bu sıfatı resmî bir törenle devraldığına ilişkin anlatılar da uydurmadır. Böyle bir hâdise ne Türkçe ne de Arapça kaynaklarda yoktur. Bu durumu, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Rus doğubilimci Vasili Bartold ve Britanyalı İslâmiyatçı Sir Thomas Arnold gayet iyi açıkladıkları gibi; Faruk Sümer de 1992’de yayımladığı bir makalede kesin olarak söylemiştir. Bu uydurmanın mucidi ise, 1788’de Fransızca yazdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Genel Görünümü (Le Tableau général de l’empire Othoman) adlı kitabıyla Batı dünyasına Osmanlı İmparatorluğu hakkında ilk etraflı bilgileri veren ve İstanbul’daki İsveç elçiliğinde tercüman olarak çalışan Mouradgea d’Ohsson’dur (Muradcan Tosunyan).
Ancak d’Ohsson’un yayımladığı bu uydurmanın, Osmanlı başkentinde Küçük Kaynarca Antlaşması’nın (1774) imzalanmasından beri dolaşan bir söylentiden kaynaklandığı da düşünülebilir. Zira Ruslar antlaşma metnine Eflâk-Boğdan Ortodoksları adına konuşma haklarının olacağına dair bir madde koydurmuşlardı. Buna karşı çıkamayan ve ilk defa bir Müslüman toprağı kaybetmenin acısını yaşayan Osmanlı murahhasları da, sultanın aynı zamanda Müslümanlar’ın halifesi olduğunu, bu nedenle de Kırımlılar’ın seçecekleri hânın bu sıfatının halife tarafından onaylanması gerektiğini ileri sürdüler. Böylece Osmanlı sultanının halifeliği, bir uluslararası hukuk metnine girmiş oluyordu.
Ancak Küçük Kaynarca Antlaşması’nda geçen bu halifelik sıfatı, Osmanlı sultanlarınca öncesinde olduğu gibi sonrasında da sistematik şekilde kullanılmadı. Hanefî olan Osmanlılar, bu fıkıh okulunun öğretisince neredeyse bütün tarihleri boyunca, halifeliğin 30 yıl sürdüğü ve Hz. Ali’nin ölümüyle sona erdiği, daha sonra gelenlerin ise alelade krallar olduğu görüşünde olmuşlardır. Bu bakımdan Sultan 2. Abdülhamid’in halife sıfatına yaptığı vurgu, hattâ bazı yazışmalarda halife sıfatının sultan sıfatından daha önemli olduğunu söylemesi, Osmanlı tarihinde bir ilktir. Yani Küçük Kaynarca’da sahnelenen “diplomatik hile”yi, Sultan 2. Abdülhamid bir politika kozu olarak sürdürmüştür. Bu aşamada hatırlamamız gereken bir nokta da, 2. Meşrutiyet döneminde, özellikle de 1. Dünya Savaşı’na giriş aşamasında aynı politik kozu İttihat ve Terakki yönetiminin de kullanmaya çalışması; Enver Paşa’nın ise savaş sırasında olduğu gibi, savaşın hezimetle neticelenmesinden sonra da bunu canlandırmak istemesidir.
Sultan 2. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin sonunun yaklaştığını görmüştü. Dolayısıyla hilafeti son bir çare, imparatorluğunun ömrünü biraz daha uzatabilme aracı olarak kullanmaya çalıştı. Bu politika onun için, hem ayrılıkçı milliyetçiliklerin Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman toplulukları da etkilemesine karşı bir önlem hem de artık iyice saldırgan bir evreye girmiş olan Batı Avrupa ve Rus emperyalizmlerini biraz daha çekingen davranmaya zorlayacak bir tehdit anlamına geliyordu. Bütün İslâm dünyasını bu emperyalistlere karşı harekete geçirebileceği korkusunu yaymakta bir dereceye kadar başarılı olduğu söylenebilir. Aynı politikanın Kaiser 2. Wilhelm’e olası bir dünya savaşı halinde Müslüman dünyasını kendi yanında savaştırabileceği fikrini aşılayabilmiş olduğu da görülüyor. Ancak Mısır’da Britanyalılar’a karşı patlak veren Urabî Paşa İsyanı’nda Büyük Britanya’dan yana tavır alması ve Boxer İsyanı sırasında Çin Müslümanları’na buna katılmamalarını söylemesi gibi bazı tercihleri; Sultan Hamid’in zaten olmayacak duaya âmin demek olan uluslararası bir İslâm dayanışması yaratma çabalarına sekte vurmuştu.
Ayrıca -başta Araplar’ın büyük bir çoğunluğu olmak üzere- birçok Müslüman, “Türk halife” fikrine hiç de sıcak bakmıyordu. Türk hilafetine olumlu bakanların büyük çoğunluğu ise, bunu Osmanlı Devleti’yle güçlü bir özdeşleşme adına değil, o günlerde kendilerinin de başını fena halde ağrıtan maddiyatçı, modernleşmeci ve milliyetçi eğilimlere karşı giriştikleri ortak mücadele adına yapıyorlardı. Bilindiği gibi bu noktada hilafeti özleyen Türk İslâmcılar’ı, temcit pilavı gibi Hint Müslümanları’ndan, bunların kurduğu Hilâfet Komitesi’nden ve Millî Mücadele’ye yaptıkları yardımlardan dem vururlar. Aslında bunlar,“Hint Müslümanları” değil, Hint Müslümanları’nın bir bölümüdür. Zira birçok Hint Müslümanı, Hint milliyetçiliğini tercih etmiş; komşuları Hindular ve Sihler’le birlikte Kongre Partisi’ne katılmıştı. Yani İstanbul’daki halife hazretleri konusunda duyarlı olan Hintliler, tıpkı Türkiye’deki benzerleri gibi, henüz “milliyetçilik aşaması”na bile gelememiş muhafazakar Hintliler’di (Öte yandan, hilafet nostaljisiyle yaşayan kimileri, koskoca Arap dünyasından Millî Mücadele’ye yapılan yardımın hiç denecek derecede olduğuna hiç değinmezler).
Sonuç olarak Sultan 2. Abdülhamid’in “hilafet politikası” kalıcı bir etki/sonuç doğurmamıştır. Zaten Britanyalılar da bunun “panzehir”ini hemen devreye sokmuşlar; Müslümanlar’ın yaşadığı sömürgelerde değil Kureyş kabilesinden olmak, Arap bile olmayan bir halifenin hiçbir hükmü olamayacağı propagandasını yapmışlardır. Öte yandan 2. Abdülhamid’in bu politikasının herhangi bir yararı olduğunu bir an için varsaysak dahi, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’yla birlikte tarihe karışması nedeniyle de artık bir anlamının kalmadığını söylemek gerekir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti halifeliği kaldırdığında da gerek İslâm tarihini gerekse Osmanlı tarihini iyi bilenler arasında pek sızlanan olmamış; şikayetler ya da eleştiriler muhafazakar medrese çevrelerine münhasır kalmıştır.
Türkiye’nin 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırmasına gelince… Bu karar iki açıdan çok isabetlidir. Halifelik kurumu, tüm dünya Sünnî Müslümanlar’ın sevgi ve saygıyla bağlı olduğu bir kurumdu; ancak bu durum, Müslümanlar’ı bu ilişkiden daha fazlasını beklemeye, yani birtakım siyasal sorunlarda hilafetten medet ummalarına yol açıyordu. Nitekim 19. yüzyıl ortalarında Rusya’nın Orta Asya’ya yayılması sonucunda buraların ahalisi İstanbul’a sürekli başvurmuş ve en güçlü Müslüman devleti olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nin başındaki sultanın “halife sıfatıyla” kendilerinin yardımına koşması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Sultan 2. Abdülhamid’in hilafet politikasına ilham veren bu istekler, özellikle Yeni Osmanlılar tarafından çıkarılan gazetelerde etraflıca tartışılmıştır. Bu tür durumların yenilenmesi, ister istemez uluslararası sorunlar çıkarabilir, yıllarca savaşmaktan bıkmış bir toplumu yeniden kan kaybına itebilir ve zaten perişan olan ekonomik durumu daha da beter edebilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın 1923’ün Ocak ayında İzmit’te düzenlediği bir basın konferansında dediği gibi, “sorunları olan dünya Müslümanları Türkler’den yardım beklememeli, bu sorunları Türkler’in yaptığı gibi kendileri halletmeli”ydi.
Halifeliğin kaldırılmasındaki ikinci isabetli nokta ise, bu kurumun yalnızca Sünnîler için anlam ifade eden bir kurum olmasıdır. Türkiye ise birçok gayrimüslimin yanısıra Alevîler’in, Nusayrîler’in ve Caferîler’in de yaşadığı bir ülkedir. Demokratik, insan ve yurttaş haklarına saygılı, bütün vatandaşlarına eşit mesafede durma ilkesini benimsemiş, yani ulus-devlet olma yolunu seçmiş bir yönetimin değil üst kademelerinde, alt kademelerinin bir köşesinde bile yalnızca bir dinî cemaatle özdeşleşen bir kişi ya da kurum olamazdı.
Dolayısıyla, günümüzde Osmanlı halifeliğini özlemek; bu kurumun kaldırılmış olmasını eleştirmek; Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması sürecinde ortaya çıkan yeni Türkiye’de yaşanan devrime karşı çıkışın dışavurumlarından biridir. Bu tespit ise, sözkonusu özlemin yalnızca Türkiye’ye münhasır olduğunun da kabul edilmesini gerektirir. Tabii günümüzün Sünnî-İslâm dünyasında birçok muhafazakarın biraz siyasal gerçekçilikten uzak olmaları, biraz da İran İslâm Devrimi’nden sonra Ayetullah Humeynî’nin geliştirmiş olduğu “velâyet-i fakih” kuramının tesiriyle, bir halifenin varlığını arzu ettiğini söyleyebiliriz; ancak bu halifenin kesinlikle Osmanlı ya da Türk bir halife olmayacağını da teslim etmemiz gerekir. Öyle sanıyorum ki bu muhafazakarlar bile, Türkçe Wikipedia’nın okurlarına sunduğu Osmanlı sultanları biyografilerinde görülen “108. İslâm Halifesi”, “109. İslâm Halifesi”, “110. İslâm Halifesi”, vs. gibi kayıtlara gülüp geçiyorlardır.