Kasım
sayımız çıktı

Parlak bilimcilerin patlayan tahminleri

Bilim dünyasının seçkin isimleri, şüphesiz insanlığa yaptıkları katkılarla anılıyor. Ancak bu uzmanların yakın tarihimizdeki birçok “bilimsel” tahmini, kısa süre içinde hayat tarafından yalanlandı. Tarihin naklettiği hazin saptamalar…

İNAN ARAN

İstikbalin avuçlarında bizim için ne sakladığını bilmek isteriz. Geleceği bugünden tahmin edebilsek, kendimizi daha huzurlu hissederiz. Fal, büyü, kehanet güven vermiyor. Daha akla dayalı
bir yol olmalı. İşte bu kuşku, zayıf varlığımızın her cinsten bilgiye aç endişesi, beraberinde kaygan bir soru getiriyor: Pozitif bilim, gelecek tahmini için bize veri sağlayabilir mi? Bir başka deyişle, yanlışlanabilir bilimsel varsayımlardan ürettiğimiz kristal küreyle gerekçeli gelecek tahminleri işine girsek, tutunabilir miyiz? Bilimcilerin merak motorlarına kısa devre yaptıran geleceği tahmin faaliyetlerine tarihten birkaç örnek, bizi cevaba daha temkinli yaklaştırabilir.

Parlak bilimcilerin patlak tespitlerine ilk örnek, 1932’de “Atomdan enerji elde edilebileceğine inanmıyorum” deyip 1944’te ABD Başkanına “Atom bombası şart, biz yapmazsak Almanlar patlatacak” notunu yollayan Albert Einstein.

Bununla kalsa iyi, dağınık bilimcimiz Max Planck ve şürekasının bir bir keşfettiği kuantum mekaniği ilkelerine de külliyen karşıydı. Ona göre ”Tanrı barbut oynamazdı”, ve haliyle yüzde bilmem kaç olasılıkları öne çıkaran kuantum mekaniği boş bir iş, olsa olsa zaman kaybıydı. Einstein’in pek sevip tekrarladığı bu cümlesine günün birinde, Niels Bohr’dan gelen mükemmel düzeltmeyi not edelim: “Tanrının işine karışmamalısın Albert”.

Öngörülerin hepsi zaman-la, bilgiyle ilişkili yanılmaz, bazen de insanca algıya sürtünüp alevler içinde kalır. Bugün bile, bilim karşıtı görüşlerin kendilerini kolayca odaklayabildikleri Türlerin Kökeni’ni 1859’da kaleme alan Charles Darwin uzun tuttuğu takdimesinde haddinden fazla iyimserdi: “Elinizdeki bu kitabın, insanların dinsel hassasiyetlerini zedeleyecek yönde en ufak tesiri olacağına ihtimal vermek için hiçbir sebep yok. ”İnsan gerçekten hayret ediyor, böylesine dev tefekkürün misliyle gelecek neticesini hiç mi sezemedi Darwin?

“Uçan makineler vakit kaybıdır” Wright kardeşlerin bisikletten bozma uçaklarıyla ilk insanlı uçuşu gerçekleştirmelerine 1 hafta kala, New York Times “Uçan makineler vakit kaybıdır” yazmış; “Roket bilimci Goddard’ın çalışmaları da nafile… herkes bilir ki uzayda hava olmadığı için roket uçurmak mümkün değildir” demişti. Gazete sonradan düzeltme yayınlamıştı.

Peki ya, evrim kuramını bir telaş indirgeyip noksan gözlemlerinden gündelik yaşam kestirmeleri üreten güncel bilimcilere ne demeli? Walter Kiulehn, Demir Melekler’de bakın nasıl aktarıyor masumiyetlerini: “İngiltere’de düdüklü tencere icat edildiğinde, kamuoyu bu yeni alet sayesin-de etleri eskisi kadar kopartıp çiğnemelerine gerek kalmayacağını düşünerek, özellikle kadınların köpek dişlerinin zamanla normal dişlere dönüşeceğini ümit ettiler.”

Öngörü kaçınılmazsa, en azından dudak payı ihmal edilmemeli. İngiliz Kraliyet Bilimleri Akademisi adına1899’da yaptığı açıklamada başkan Lord Kelvin sırayla, “Radyo teknolojisinin en ufak bir geleceği olmadığını; hava-dan ağır ve uçabilen makinelerin asla yapılamayacağını; X ışınlarının baştan sona şarlatanlıktan ibaret olduğunu” iddia ediyordu. 1957’de, Ruslar Sputnik uydusunu yörüngeye oturtmadan tam iki hafta önceyse, İngiliz Kraliyet Astronomları derneğinden Sir Harold Spencer Jones kendin-den emin, “Uzay yolculuğu tam bir fasaryadır” paylaşıyordu.

Oysa zamanın neler getireceğini -veya götüreceğini- kimse bilemez; zamanın bilimi, düz bir çizginin ucuna çizilen yön işaretinden başka modeli yok ve insan türünün olanı, olduğu gibi kabul etmesi güç. Zamanı tahmin etmek, geleceği bilmek, belki de her şeyi bilip sonsuzluğa adım atabileceğimiz, bütünün bilgisine sahip olup hayatı kontrol edebileceğimiz için önemli. Zamana ilişkin öngörülerimizdeki büyük yanılgılar da, insanın her şeyi zamandan -ve zeminden- münezzeh bilebileceği algısından nasibini alıyor. Oysa, bilimli veya bilimsiz, her öngörü başlangıç kısıtlarıyla sınırlı; ama biz, bilmek aşkından mı acaba, bunları daima unutma eğilimindeyiz? Özet: ”Çok bilen çok yanılır”.

Dünyanın yaşı bir muamma, çağın fizik allamesi Lord Kelvin ve Charles Darwin arasında büyük bir tartışma konusuydu. Kelvin, kendi varsayımlarıyla kurduğu bir modele göre dünyanın yaşını 1846’da 100 milyon yıl olarak hesaplıyordu. Oysa Darwin’e kalırsa bu süre, gözlenen canlı çeşitliliğine oranla çok kısaydı; en azından birkaç misli arttırılması gerekiyordu. Kayaların oluşumunu inceleyen yerbilimciler de benzer görüşteydi. Bilimciler aralarında anlaşsalar bile, İncil ayetlerinden dünyanın yaşını 10bin yıl hesaplayan ve fazlasını zinhar reddeden yaratılışçıları kim, nasıl ikna edecekti? Düğümü çözen, 20. yüzyılın ilk günlerinde radyoaktivitenin ve kütle spektroskobisinin keşfedilmesi oldu. Dünyanın gerçek yaşı, C.C. Patterson’un azimli çalışmalarıyla ortaya çıktı: 70 milyon yıl yanılma payıyla 4,55 milyar yıl.

Yeni icatların belirmesinden az öncesine tekabül eden koşullar, bilimin mesuliyeti ile felaket tellalığı arasındaki çizgiyi bulanıklaştırabilir. Türümüze özgü “Yeni, üstelik öncesiz; demek ki tehlikeli” akıl geçişimizin bunda bir payı olmalı. Trenle yüksek hızda seyahat edebilmek, 19. yüzyıl
ilk çeyreğindeki bilim otoritelerince olanaksız görülüyordu. Popüler bilim yazarlarının hemen tümüne ve tabii doğa bilimci Dr. Dionysos Lardner’a göre tehlikeyi tarife ne hacet; hızlanan tren, içindeki havayı kaybedecek, ve yolcular boğulacaklardı. İpini koparmış mantıksız aklın, benzer nitelikte “sesten hızlı uçulamayacağı” yönündeki iddiayı bir yüzyıl sonra tekrar dillendirdiğini, ve sesten hızlı gerçekleşen uçuşu haber veren ilk gazete haberiyle sırra kadem bastığını da kaydediyor bilim tarihi.

Gazete demişken, Wright kardeşlerin bisikletten bozma uçaklarıyla ilk insanlı uçuşu gerçekleştirmelerine 1 hafta kala, New York Times sütunlarına “Uçan makineler vakit ziyanlığıdır”
yazıldığı da doğru. Üstelik haberin devamında, editoryal kehanet bir de içten yanmalı kıvam kazanıyor: “Roket bilimci Goddard’ın çalışmaları nafile, bir o kadar da beyhude; zira herkes bilir ki uzayda hava olmadığı için, roket uçurmak mümkün kabil değildir.”

Yığınların aptallığını uzmanların cehaletine tercih etmek daha güvenli bir seçenek mi? Elbette şaka yapıyorum, ama şu gelen açıklamaların nasıl fiyakalı olduğuna bir dikkat eder misiniz? 1888’de meşhur matematikçi Simon Newcombe “Astronomi üzerine bilinmesi mümkün her şeyi bilmeye çok yaklaştık sanıyorum” diyor; 1899’da ABD Patent Bürosu başkanı Charles H. Duell “İnsan aklının icat edebileceği herşeyin çoktan icat edildiğini” söylüyor. IBM İcra Heyeti Başkanı Thomas Watson’a göre “Dünyada en çok dört, hadi diyelim beş bilgisayarlık bir pazar” mevcutken, Michigan Tasarruf Bankası Genel Müdürü, Henry Ford’un avukatı Horace Rackham’a “Otomobil gelir geçer bir moda, oysa atlar hep olacak” tavsiyesinde bulunuyor. 20th Century Fox yapımcısı Daryyl Zanuck’a göreyse, “Televizyon geçici bir heves. İnsanlar önünde sonunda, her
akşam ahşap bir kutuya gözlerini dikmekten yorulacaklar.” Zanuck aslında yanılmadı, en son ne zaman gerçekten ahşap bir televizyon gördüğümü anımsamıyorum, artık hepsi plastikten yapıyorlar.

Xerox’un fotokopi makinelerinin muhtemel pazarını araştıran IBM’in 1959 tarihli raporuysa aşırı gerçekçi: “Tetkiklerimize göre, pazarda en çok 5000 fotokopi makinesine yer var; bu sayı, toplu üretime geçmek için yeterli görünmüyor”. Telefonun ne kadar gereksiz bir icat olduğunu yüz yıldır öne sürmekten bıkıp usanmayan akıl küpleri de ihmal edilmemeli. Bu ileri görüşlü arkadaşlar, en son Apple’ın ürettiği iphone’lara mana vermekte güçlük çekiyorlardı. Ethernet’in mucidi Robert Metcalfe’ın 1995’te “İnternetin hızla şişeceğini ve bir yıl geçmeden kendi üzerine çökeceğini” yazdığı dergi sayfalarını, kehanetinin çıkmaması üzerine 1996’da blender’dan geçirip içtiğini bilmiyor olmalıydılar.

Tıp biliminin toplama karakterde olduğunu, birkaç nesil öncesine kadar cerrahinin berberlik ve terzilik klasmanında bir meslek kabul edildiğini, dişçilerin hâlâ itibarları için savaştığını bir an için unutalım. Mide ülserlerinin strese bağlı tanılanması adeti, hakiki etken H. Pylori şaşmaz bir kesinlikle ortaya çıkarılana dek terkedilmedi. Keşfinin getirdiği stresle baş edemeyen Dr. Marshall, karşı çıkanları ikna etmek için kendisini bu mikroorganizmayla ölümüne enfekte etmekten çekinmedi de, anlı şanlı kitaplar ve doktorlar fahiş hatalarını kabul edilebildiler.

Tıp deyince pürdikkat bir durmalı, çünkü her an her şey baştan aşağı değişebilir. 1954’te Ulusal Kanser Enstitüsü adına W. C. Heuper ne diyordu? “Sigara tiryakiliği ile akciğer kanseri arasındaki ilişki, son derece küçük ve ihmal edilebilir düzeyde.”

Madem doktorlardan müsaade var, bir sigara yakıyorum. Oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla uzmanlık, bir başına mana ifade etmiyor. Uzmana duyulan saygı, bilgiyi doğrultmaya yetmiyor. Bazen bir kişi, bazen bir kurum, bazen de dünya tümüyle akıldan fikirden firar edebilir. Bu koşullarda, kişisel kuşkuyu terk etmemekte büyük yarar var. Tarihin naklettiği bu hazin sapmaların benzerlerinin şimdi de yaşanmadığını kim iddia edebilir? Galiba bazı uzmanlar. Son 10 yılın küresel iklim felaket raporlarının hazin akibetine internette bakmanızı öneririm; milyar dolar masraf ve hepsi sıfır, hiç biri tutmadı yapılan tahminlerin: “Bilimle tahmin etmek, adeta ganyan demek: insanın da, atın da bahtı olması lazım kazanmak için. Çünkü ne bileceğimizi asla bilemiyoruz”.