1950’lerden itibaren yaygın olarak insan hayatının neredeyse her alanına nüfuz eden plastik, insan ve çevre sağlığı için kalıcı bir tehdit oluşturuyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından birtakım pazarlama marifetleriyle şekillendirilen plastik kullanma alışkanlığı, “kullan-at kültürü”yle yaygınlaşmıştı.
Plastiğin gezegenimizin geleceği için oluşturduğu tehdit konusunda artık hemen herkes hemfikir. Balıkların midesinden çıkan mikroplastik parçaları, balinaların boynuna takılıp onlarla okyanusu kateden plastik poşetler, şişe kapaklarının arasından kendilerini beslemeye çalışan martılar… 21. yüzyıl insanının devasa vicdan azapları olarak ortak belleğimizde yaşayan imajlar.
Bu vicdan azabıyla baş etmek için giderek daha fazla insan hükümetler tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen programlarla yeniden kullanılabilir kumaş torbalara geçiş yapıyor; içeceklerini pipet olmadan tüketiyor; tek kullanımlık bardaklar yerine termoslarını yanlarında taşıyor ya da çocuklarına plastik yerine sürdürülebilir, doğal malzemelerden yapılmış oyuncaklar alıyor. Ancak bireyler, tüm bu sorumlu davranışlarının yanında, temizlik malzemelerinden kozmetiğe, ilaç sanayiinden gıda korumaya hayatımızın her alanına nüfuz eden plastik gerçeğiyle de yüzleşmek zorunda. Milyonlarca insanın plastik kullanımını sınırlandırmaya çalıştığı günümüzde bile yeni plastik üretimi her geçen gün artıyor. Zira dünya çapında pek çok endüstri, büyüme için 1920’lerden beri plastiğin sunduğu sonsuz ve ucuz olasılıklara dayanıyor.
Plastikle ilgili sorun, bireylerin tüketim alışkanlıklarını değiştirmekle çözülebilirmiş gibi tartışılsa da, bunlar her zaman bugünkü gibi değildi. Plastik üretimi tüketicinin talebiyle artmamış, daha çok petrolün yan ürünü olan bu yeni “mucizevi” malzemenin halka arz edilmesi bir talep oluşturulmasını zorunlu hâle getirmişti. Aslına bakılırsa israfı önleme, tutumlu olma, çöpe atmak yerine tamir etme nasihatleriyle büyümüş Büyük Buhran nesli için, satın aldıkları bir eşyayı kullanıp çöpe atmak kolay kolay alışılacak bir durum değildi. Ağustos 1955 tarihli Life dergisinin meşhur “Kullan-at yaşam” makalesi bu anlamda dönüm noktalarındandı. Makale tek kullanımlık plastik eşyalarına kavuşarak ev işlerinin ağırlığından kurtulmuş bir çekirdek ailenin havalara savurduğu plastik tabak-çanak yağmurunun altındaki mutluluğunu gösteriyordu. Daha önce bütün bu eşyaları temizlemek “40 saati” bulabilecekken, artık “hiçbir ev kadını kafasını buna takmak zorunda değil”di.
Bir başka dönüm noktası 1970’lerin ortasında plastik poşetlerin pazara girmesiyle yaşandı. Bu dönemde de insanlar, kasiyerlerin parmaklarını tükürükleyerek poşetlere dokunması fikrinden hoşlanmamıştı. Yine de kese kağıdının maliyeti plastiğin 3-4 katıydı ve birkaç büyük mağaza plastik poşete geçer geçmez diğerleri de onları izledi
Bunu reklamcılar tarafından şekillendirilen “planlı demodeleşme” harekatı takip etti. Artık yeni olan her şeyin iyi, eski olan her şeyin kötü olduğu fikri kafalara çivi gibi çakılıyordu. Muhafaza etmek, tamir etmek, özenle bakımını yapıp saklamak gibi alışkanlıklar, savaş sonrası neslin başka değerleriyle birlikte tarihin çöplüğüne gönderildi.
Neyse ki geri dönüşüme gönderilen atıklar gibi, tarihe gömülen bazı değerlerin de dönüp dolaşıp yeniden dolaşıma girme alışkanlığı var. Bugün dünya çapında yılda 500 milyar ila 1 trilyon plastik torbanın (dakikada 1 milyondan fazla) tüketilmesi plastik poşet tüketiminin çevre sorunlarını dert edenlerin ilk hedeflerinden biri olmasını sonuna kadar haklı gösteriyor. Ancak pamuk üretiminin çevre üzerindeki etkisini hesaba kattığımızda, kumaş bir torbanın etkisinin plastik torbanın altına düşmesi için en az 131 kez kullanılması gerekiyor.
Okyanuslara daha az plastiğin atılması için geri-dönüşüm bir alternatif olsa da, dünya çapında üretilen plastiğin ancak yüzde 14’ü geri-dönüşüme gönderiliyor. Geri kalanı ya yakılıyor ya da “kullanılıp-atılabileceği” varsayılan ülkelere gönderiliyor. Çoğu durumda büyük fabrikalar yeni plastik üretmeyi geri-dönüştürmekten daha ucuz olduğu için tercih ediyor.
Tüm bunlar bireylerin haricinde de daha radikal kararlar almanın zorunluluğunu ortaya koyuyor. Biyolojik olarak parçalanabilen bitki bazlı plastikler, sentetik plastiklere kıyasla gerçekten doğaya daha mı az zarar veriyor? Sadece 1950’lerden itibaren yoğun olarak hayatımıza girmiş bir malzeme olmadan yaşamamız gerçekten imkansız mı? Yoksa dünya artık “daha ahlaklı bir ekonomik büyüme”yle kurtarılma çizgisini aşıp, asla tam olarak tatmin edilemeyecek “arzuların” yerine küçülerek, sadeleşerek de ulaşılabilecek başka bir “refah” tanımı yapmayı zorunlu mu bırakıyor? Bütün bunları daha çok düşünme ve harekete geçme zamanı…