Kasım
sayımız çıktı

Tartışımalı erken seçimler: 1946’da CHP hilesi, 1957’de DP şaibesi

Cumhuriyet döneminin en tartışmalı seçimleri, aynı zamanda tarihleri erkene alınan 1946 ve 1957 seçimleridir. 1946’da CHP yöneticileri tarafından “resmen hile” yapılmış, 1957’deki seçimlere ise Demokrat Parti’nin ağır siyasi baskıları damga vurmuştu.

Siyasi tarihimizin temelde Cumhuriyet Halk Partisi’yle (CHP) Demokrat Parti (DP) arasındaki rekabetle özetleyebileceğimiz on beş yıllık döneminde iki erken seçim yapılmıştır. Bunlar, dönemin ilk ve son seçimleri olan 1946 ve 1957 seçimleridir. İki seçimin de hem hazırlanışları hem yapılışları hem de doğurdukları sonuçlar açısından siyasi tarihimizde oynadıkları rolleri ne kadar vurgulasak azdır.

1947 sonbaharı yerine 21 Temmuz 1946’da yapılan erken seçim, iki açıdan çok önemlidir. Zira bu seçime, genel oy hakkının kanunlaştırıldığı 3 Nisan 1923’ten sonra ilk kez olmak üzere birden çok parti katılıyordu. Bilindiği gibi 1946 seçimi, belli bir yaşın üzerindeki seçmenler açısından bakıldığında, ilk çok partili seçim değildi. II. Meşrutiyet’te (1908, 1912 ve 1914) ve Millî Mücadele döneminde de (1919) çok partili seçimler yapılmıştı. Ama o seçimlerde genel oy hakkı yoktu. Cumhuriyet dönemine ise genel oy hakkıyla girilmiş olmasına karşın ne Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ne de Serbest Cumhuriyet Fırkası bir genel seçimde yarışacak kadar yaşayabilmişti.

Ayrıca 1946 seçimleri, siyasi tarihimizin ilk tek dereceli seçimi, yani milletvekillerinin doğrudan doğruya yurttaşların oylarıyla seçildiği ilk genel seçimimizdi. Tek dereceli seçim ilkesi daha 1877’de, ilk seçim kanunumuz yapılırken gündeme gelmiş ve Meclis-i Mebusan’ın hazırladığı taslakta yer almıştı. Ama bu taslak 1908’in Ağustos başlarında kanunlaşırken söz konusu ilke kaldırılmış, “müntehib-i sani” yani ikinci seçmen diye bir karakter yaratılmıştı. Seçmenler bu müntehib-i sanileri seçecek, onlar da milletvekillerini seçecekti. Gerçi bu sistem zaman zaman çok eleştirilmiş ve tek dereceli seçim isteği bazı parti programlarında bile görülmüştü ama tek dereceli seçim ilkesini Türkiye ancak 5 Haziran 1946’da benimseyebildi.

1946 seçimlerinin bir erken seçim olmasına gelince… Belki de ilk söylenmesi gereken şey, erken seçim beklentilerinin ya da söylentilerinin neredeyse DP’nin kurulmasının hemen sonrasında ortaya çıkmış olduğudur. Bu tür beklentilerin genellikle iktidar çevrelerinden sızdırılan bilgiler biçiminde karşımıza çıkması, akla ister istemez “baskın seçim” fikrini getirir. Nitekim Ocak ayı başında kurulmuş olan DP, erken seçim kararının kanunlaştığı 10 Haziran 1946’da yurt çapında örgütlenebilmiş olmaktan çok uzaktı. Demokratlar, sonuç olarak Meclis’teki toplam 465 sandalye için ancak 346 aday gösterebilecekti. Üstelik seçim yalnızca birbuçuk ay sonrasına, 21 Temmuz’a tarihlenmişti; yani doğru dürüst propaganda yapacak zaman da yoktu.

Ancak görünen o ki, DP yöneticileri daha Nisan-Mayıs aylarında erkene alınacağı belli olmuş olan seçimlere katılma taraflısıydılar. Bir kere iktidar, durmadan kendilerini seçime davet ediyor, yani belediye seçimlerinde yaptıkları boykotu tekrar etmemelerini istiyor ve bunu yaparken de genel seçimin boykot edilmesi halinde istenmedik birtakım yollara gidilebileceğini ima ediyordu. Yani partileri hâlâ kapatılabilirdi. Öte yandan, Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi uydurma bir muhalefet olduklarına ilişkin kuşkular da henüz tümüyle kaybolmamıştı. Hem bu kuşkuları bertaraf etmek hem de o güne kadar iyi kötü yaratılmış olan muhalefet ivmesini yitirmemek için seçime gitme kararı alındı. 15 Haziran’da yapılan ve adına “Ufak Kongre” denilecek olan toplantıda, Demokratlar seçime girmeye, Meclis’te antidemokratik yasaların lağvedilmesine çalışmaya, Meclis dışında da iktidarı halka şikâyet etmeye, bunlar mümkün olmazsa da “sine-i millete dönmeye” oybirliğiyle karar verdiler.

Ancak bütün bu anlattıklarımızdan sonra, 1946 seçimlerini “baskın seçim” olarak nitelemek gene de yanlış olur. Bir kere CHP yöneticilerinin, değil o yıllarda, 1950’de bile seçimi kaybedeceklerine ilişkin herhangi bir tedirginliği yoktu. Belki, bunlardan bazılarının çok sonraları söyledikleri gibi, “uyuyorlardı”. Ülkenin nabzını tutmakta çok zayıf kalmışlardı. Ama hâlâ Millî Mücadele’nin saygınlığına, 2. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalabilmiş olma başarısına ve İsmet İnönü’nün biraz da bu ikisinden kaynaklandığına inandıkları karizmasına aşırı güveniyorlardı. Bu bakımdan genel seçimlerin neredeyse birbuçuk yıl erkene alınmasının nedenini iç politikada değil dış politikada, daha doğrusu dışarıya gösterilmek istenen vitrinde aramamız gerekir. Nitekim erken seçime ilişkin ilk ciddi işaretler, USS Missouri’nin İstanbul’a geldiği 5 Nisan 1946 tarihinden sonra görülür.

İsmet Paşa’nın acelesi, kendisinden çok şey beklediği Batı dünyasına bir an önce çok partili bir Meclis gösterme arzusundan kaynaklanıyordu. Gerçi 1946 ilkbaharında da TBMM çok partiliydi; çünkü mensupları arasında CHP’nden ayrılıp DP’ye girmiş milletvekilleri vardı. Ama bu yetmezdi. Türkiye’nin Batı dünyasındaki imajını köklü bir biçimde değiştirecek olan, çok partinin katıldığı bir seçim sonucunda oluşmuş bir çok partili Meclis’ti. O yüzden İnönü, DP’nin seçimleri boykot etme olasılığından samimiyetle korkmuş ve o yüzden erken seçime gidiş aşamasında yaptığı konuşmalarda yer yer tehdit unsurunu da kullanmıştı. Proje başarılı olmasına oldu ve “Truman Doktrini” adı altında anılan 1 milyon dolarlık ilk ABD yardımı 1947 Mart’ında elde edildi. Ama 1946 seçimleri, parlamento tarihimize 1912’deki “Sopalı Seçimler”den sonraki ilk büyük kara leke olarak geçti. DP’nin Meclis’te çoğunluğu elde etmesine hiç imkân olmamasına karşın, yine de büyük çapta hile yapılmıştı. Mazbatalar değiştirilmiş, “uzak köylerden ancak gelebilen sonuçlar” açıklamasıyla, birçok yerde Demokratların milletvekili sayısı azaltılmıştı.

Elimizdeki tanıklıklar, bu hilelerin İsmet İnönü’nün bilgisi dışında yapıldığını gösteriyor. Çoğu durumda da hilelerin, tek parti yönetimi alışkanlıklarının bir sonucu olarak, işgüzar devlet yetkililerinin refleksi biçiminde yapıldığına kesin gözüyle bakabiliriz. Ancak, İstanbul gibi birkaç yerde sonuçların CHP yetkililerinin doğrudan doğruya müdahaleleriyle oluştuğunu da biliyoruz. Hem Ahmet Emin Yalman’ın anıları hem de Nihat Erim’in Günlükler’i, Vali Lütfi Kırdar’ın İstanbul seçim sonuçlarını yukarıdan gelen bir emir doğrultusunda değiştirdiğini açıkça gösteriyor. Sonuç olarak Kâzım Karabekir, Refet Bele, Hüseyin Cahit Yalçın ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi önemli isimler, ancak seçimi sandıkta kazanmış olan bazı Demokratların adlarının silinmesi sonucunda milletvekili olabilmişti.

1957: 2. Erken seçim

Metin Toker’in anılarına bakacak olursak, İsmet İnönü, 1958 Mayıs’ında yapılması gereken seçimlerin erkene alınacağını daha 1957 Şubat ya da Mart’ında sezmişti. Nitekim CHP, seçim hazırlıklarına seçimlerin erkene alınacağına ilişkin herhangi bir resmî açıklama yapılmadan önce, Nisan ayında başladı. Resmî açıklama ise 25 Mayıs’ta Başbakan Adnan Menderes tarafından yapıldı; seçimler 27 Ekim’de yapılacaktı. Ancak, bu garip durumu ilk aşamada İsmet Paşa’nın olağanüstü bir öngörüsü, ikinci aşamada da CHP’nin DP’yi erken bir seçime zorlaması biçiminde yorumlamak yanlış olur. İnönü’nün sezgisi, iktidardaki DP’nin ciddi bir kriz içinde olduğunu ve kendisini bir anlamda yenilemek isteyeceğini gözlemlemiş olmasından ibarettir.

Bilindiği gibi DP’nin 1955’te yasalaştırdığı Basın Kanunu, o yılın Ekim-Kasım aylarında parti içinde bir deprem yaratmış, partiden ihraç ve istifalara yol açmıştı. DP’den ayrılanlar 19 Kasım’da Hürriyet Partisi’ni kurmuş, ay sonunda da Menderes, Meclis’ten güvenoyu istemek zorunda kalmıştı. Menderes, DP’nin ezici bir çoğunlukta olduğu Meclis’ten güvenoyunu almış, ama sorunları bitmemişti. Partiden ihraç ve istifalar sürmekle kalmadı, yeni katılımlar sayesinde Hürriyet Partisi’nin Meclis’teki sandalye sayısı CHP’ninkini geçti. Bu istifa ve ihraç süreci 1957’de de sürüyordu.

Öte yandan, hem parti içindeki çalkantılar hem de basında çıkan türlü yolsuzluk haberleri, sık sık Bakanlar Kurulunda değişiklikler yapılmasına neden oluyordu. Bütün bu gelişmeler sonucunda iktidar partisinin üst yönetiminde bazı il örgütlerine karşı güvensizlik de belirmişti.

Bu açıdan bakıldığında 1957 seçimlerinin “baskın seçim” olarak nitelenmesi zordur. Erken seçimin DP’nin kabuk değiştirmesi, parti örgütünün Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Adnan Menderes tarafından zapturapt altına alınma çabası olarak değerlendirilmesi akla daha yatkın gözüküyor. Nitekim bu iki kurucu üye, kimin nereden milletvekili seçileceğine neredeyse tek başlarına karar verecek, ama Kasım 1956’daki belediye seçimlerinde düşmüş olan oyların, yeniden yükseltelim derken daha da düşmesine neden olacaktı.

Elimizdeki istatistik veriler, DP’nin 1954’te büyük farkla kazandığı bazı illeri 1957’de kaybetmesinin tek nedenini DP seçmeninin sandığa gitmemiş olması biçiminde gösteriyor. Aday yoklaması yapılmaması ya da il örgütlerinin aday tercihlerine kulak asılmaması ters tepecek, Menderes’in meşhur “odunu aday göstersem seçtiririm” sözleri tümüyle yenilgiye uğrayacaktı. Bazı dedikodulara bakacak olursak, son anda bir iki aday değişikliği yapılmasaymış, Demokratlar Menderes’in kalesi Aydın’ı bile yitirebilirmiş.

Ülkenin 1957’deki iktisadi durumuna baktığımızda, erken seçimler için “acil seçim” deyimini kullanabiliriz. Ankara’da süt alabilmek için kuyruğa girilen, kahvenin ancak karaborsada bulunabildiği, ABD’den et satın alındığı bir dönemdi 1956-1957 yılları. Millî gelirde ciddi bir düşüş yaşanmış ve 1954’ten 1957’ye fiyat artışları yıllık ortalama % 13’ü bulmuştu. Bu rakam, tüketicinin o yıllara kadar barış zamanlarında tanık olduğu en büyük rakamdı. İktidarın bir nebze rahatlık sağlayacak bir dış borç bulma ümidi de o dönemde hiç yoktu. Gerçi ABD seçimlerden sonra musluğu gene açacaktı ama, erken seçime gidildiği sıralarda ne bu bekleniyordu ne de 1958’in daha iyi bir yıl olacağı. Dolayısıyla bir an önce seçime giderek dört yıl daha kazanmak, sonrasına da sonra bakmaktan başka bir çare yoktu.

‘Acil seçim’ 1957 1957’deki erken seçimler “acil seçim” oldu. Dönemin iktisadi manzarası Ankara’da süt alabilmek için girilen kuyruklar, kahve karaborsaları, ABD’den gelen ithal etler ile şekillenirken 1957 seçimlerinde oylama sürerken devlet radyosundan duyulan Demokrat Parti’nin galip geldiği anonsu ‘hile’ iddialarına sebep oldu.

Bütün bu söylediklerimize rağmen 27 Ekim 1957’de yapılan erken seçimlere “baskın seçim” gözüyle de bakılabilir. Ama “baskın” niteliği, gördüğümüz gibi seçim kararında değil, iktidarın seçime giderken yarattığı siyasi koşullardadır. Örneğin DP’nin muhalefeti destekleyen basına karşı daha 1955’te başlatmış olduğu sindirme eylemleri, 1957’de şiddetlendi. Çeşitli gazetelere karşı davalar açıldı, bazı gazeteler kapatıldı. Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) Genel Başkanı Osman Bölükbaşı’nın milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı. Bölükbaşı daha sonra yargılanarak hapse atıldı ve seçimleri hapiste geçirdi. Kırşehir’den yeniden milletvekili seçildikten bir ay sonra tahliye edilecekti. Ancak muhalefete asıl darbe, seçimlerden birbuçuk ay önce çıkarılan yeni seçim kanunuyla vuruldu.

1957’nin yaz aylarında CHP, CMP ve Hürriyet Partisi önde gelenleri birçok kez biraraya gelerek seçim ittifakı hazırlıklarına girişmiş ve Eylül başlarında anlaşmaya varmışlardı. Her seçim bölgesinde en güçlü olan parti seçime katılacak ve o partinin listesine diğer partilerden belli oranlarda aday girecekti. İttifak, bağımsızları da kapsıyordu. Ancak DP, 11 Eylül’de çıkarılan yeni seçim kanunuyla söz konusu ittifakı imkânsızlaştırdı. Yeni kanun, her partinin örgütü bulunan her yerde seçime katılmasını zorunlu hale getiriyordu. Ayrıca aday olmak isteyen devlet memurlarına seçimden en az altı ay önce istifa koşulu konmuş, böylece üniversite ve yargı kökenli birçok kişinin önü kesilmişti. Siyasi partilere radyo yasaklanmıştı. Bu tabii DP için de geçerliydi ama, hükümet radyoyu kullanabilecekti. Aynı biçimde, partilerin seçim kampanyaları seçimden üç gün önce sona erecek, fakat hükümet her türlü etkinliği yapabilecekti.

Türkiye’nin çok partili seçim deneyimleri Türkiye’de 1908, 1912, 1914 ve 1919 yıllarında da seçimler çok partili olarak uygulanmıştı, belli bir yaşın üzerindeki seçmenler için 1946 seçimi ilk çok partili seçim değildi. 1940ların ikinci yarısında İsmet İnönü, Fuad Köprülü, Celal Bayar, Adnan Menderes siyasetin öne çıkan yüzleriydi.

Muhalefet bütün bu kısıtlamalara rağmen toplam oyda DP’yi geçti. DP ilk defa % 50’nin altında kalmış, ama oyların % 47,7’sini alarak, çoğunluk sistemi gereği Meclis’teki 610 sandalyenin 424’ünü elde etmişti. Ancak seçimler sırasında yaşananlar, parlamento tarihimize “Sopalı Seçimler” den sonraki ikinci büyük kara lekeyi sürmüş oldu. Birçok yerde gene “uzak köylerden ancak gelebilen oylar” sonucu tayin etmişti. Bunlar arasında en garibi Gaziantep’te yaşandı. Seçim sonuçlarına göre Gaziantep’i 700 oy farkla CHP kazanmıştı. DP’nin sözcüsü olan Zafer gazetesi bile ertesi günü Gaziantep’i CHP’nin kazandığını yazdı. Ama geç saatlerde yetişen 1.000 kadar oy durumu tersine çevirmiş ve DP Gaziantep’de kazanmıştı.

12 Eylül’den sonraki 7 erken seçim

Bazen muhalefet, bazen de iktidar erken seçim istedi

Türkiye’de Osmanlı döneminde 4, cumhuriyetin kurulmasından itibaren 27 milletvekili genel seçimi yapıldı. İlk erken seçimler 1946’da, sonuncusu 2015’te gerçekleşti.

1987: Başbakan Turgut Özal, 12 Eylül öncesi siyasi parti liderleri ve feshedilen parlamento üyeleriyle ilgili yasakların kaldırılmasına yönelik referandumda “Hayır”ı savunmasına rağmen “Evet” çıkınca erken seçim kararı almıştı. 29 Kasım’daki seçimler Anavatan Partisi’nin (ANAP) % 8.83’lük oy kaybıyla sonuçlandı ama parti ilk sıradaki yerini korudu.

Seçimler birleştirdi 1990’ların başında SHP, CHP ile birleşmiş Erdal İnönü ve Deniz Baykal rakipken ortak olmuştu.

1991: 1989’daki yerel seçimlerde muhalefet, oyu %15 düşen ANAP’ın “meşruiyetini kaybettiğini” öne sürmüş, cumhurbaşkanlığı seçimini de boykot etmişti. Turgut Özal cumhurbaşkanı olmuş, boşalan başbakanlık koltuğuna önce Yıldırım Akbulut, ardından Mesut Yılmaz gelmişti. Normalde 1 yıl sonra olması gereken seçim, iktidarın “muhalefetten yükselen sese kulak vermesiyle” 20 Ekim’de yapıldı. İlk kez hükümet değişti, Süleyman Demirel liderliğindeki Doğru Yol Partisi birinci oldu ve Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrat Halkçı Parti’siyle koalisyon hükümeti kurdu.

1995: Süleyman Demirel 17 Nisan 1993’te vefat eden Turgut Özal’ın yerine cumhurbaşkanı seçilince DYP genel başkanlığı ve başbakanlığa Tansu Çiller geldi. Eylül 1995’te hükümet ortağı CHP’nin başına geçen Deniz Baykal, Çiller’i istifaya zorladı ve 24 Aralık’ta seçimin gerçekleşmesi kararı alındı. Seçimlerde DYP %7.3 az oy aldı ve birinciliği Refah Partisi’ne kaptırdı. Refah Partisi 21.38, ANAP 19.65, DYP 19.18, DSP:14.64, CHP ise 10.7 oranında oy aldılar.

Seçimler birleştirdi Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller de 1995 seçimlerinden sonra bir koalisyon hükümeti kurmakta anlaşmıştı.

1999: 28 Şubat 1997’deki Millî Güvenlik Kurulu toplantısıyla nâm-ı diğer 28 Şubat süreci resmen başlamış, 18 Haziran’da Necmettin Erbakan istifa ettirilmişti. Süleyman Demirel, hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verince ANAP, Demokratik Sol Parti, Demokrat Türkiye Partisi ortaklığı ve CHP’nin dışarıdan desteğiyle ANASOL-D hükümeti kuruldu. 1 yıl sonra Temmuz 1998’de Mesut Yılmaz ile Deniz Baykal arasında varılan mutabakatla, Aralık 2000’de yapılması gereken milletvekilliği seçiminin yerel seçimlerle birleştirilerek 18 Nisan 1999 tarihinde yapılması kararlaştırıldı. Seçimlerde DSP birinci oldu; MHP ve ANAP ile koalisyon kurdu. Türkiye tarihinin en çalkantılı dönemlerinden biri yaşandı.

2002: Üç yıllık DSP-MHP-ANAP koalisyonu dönemine büyük Marmara depremi, ekonomik kriz, anayasa kitapçığı fırlatma krizi ve Başbakan Bülent Ecevit’in sağlık sorunları damgasını vurmuştu. Ecevit’in görevini devam ettirip ettiremeyeceğine dair tartışmalar Temmuz 2002’de Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit arasındaki toplantıyla son buldu; 3 Kasım’da erken seçim yapılacaktı. Oylama sonucunda DSP oyları %1’e kadar düştü, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi %34.28 oyla birinci oldu.

En uzun koalisyon 1999-2002 arasında görev yapan Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz (DSP, MHP, ANAP) koalisyonu en uzun süren ve ‘son koalisyon hükümeti’ oldu.

2007: 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolunca yerine 11. Cumhurbaşkanı’nın seçilememesi üzerine seçimlerin 22 Temmuz 2007 günü yapılması kararlaştırıldı. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi oylarını 12.3 puan artırarak tekrar birinci parti oldu.

2015: Yasama normal süresiyle görevini yerine getirmiş, seçimler 7 Haziran 2015’te yapılmıştı. Sonuçta hükümetin tek başına kurulabileceği çoğunluk hiçbir parti tarafından elde edilemedi ve koalisyon görüşmeleri de başarısız oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, anayasa uyarınca seçimlerin yenilenmesi kararını aldı ve 1 Kasım 2015’e tarih verildi. Yeniden yapılan seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi gerilediği noktadan kurtuldu ve %49.5 ile yeniden tek başına iktidar oldu.