Kasım
sayımız çıktı

‘Since’in icadından beri en tarihî kurum bizimki!

Türkiye’de, özellikle büyük şehirlerde ve turistik yörelerde “Since ….” ibaresini sıklıkla mağaza ve binaların girişinde görmeye başladık. “1965’ten beri” veya sadece “1965” yazsanız ne olur? Uydurma bir tarihle böbürlenmek için yapılanlar maalesef sadece sivil girişimcilerle sınırlı değil.

Son yıllarda İstanbul sokak ve caddelerini yeni bir sözcük sardı. Pek seyahat etmediğim için bilemiyorum; ama diğer büyük kentlerimizde de görülüyordur belki. Ayrıca, yabancı turistlerin çokça rağbet ettikleri güneyin önde gelen tatil merkezlerinde de bolca görülüyordur mutlaka. Bu yeni sözcüğün en önemli özelliği de Türkçe değil, İngilizce olması. Artık iyice meşhur ve maruf olan “since”den bahsediyorum.

Şekerlemecisinden dondurmacısına, giyim-kuşamcısından ev alet-edevatçısına kadar bütün ticarethanelerin tabelalarındaki adların altında ya da üstünde bu “since”i görüyoruz. Hadi diyelim ki “1965’ten beri” yazarsanız biraz uzun olacak; sadece “1965” yazsanız ne olur? Görenlerin ne hayal etme olasılığı var ki, kuruluş ya da açılış tarihinden başka? Ama ben bunları bir yana bırakarak, sözcüğün varlığının arkasındaki anlam ve öneme değinmek istiyorum; zira ardından hep bir tarih geliyor ve bizim konumuz da tarih tabii.

Geçen yıldan beri Bazı işletmeler, tabelasına gururla “Since 2018” yazarak geçen seneden beri devam eden “köklü bir geleneğin” parçası olduğunu duyuruyor.

Konuya iyimser bir açıdan yaklaşacak olursak, olumlu bir yanı olduğunu söyleyebiliriz bu “since”in. Ne de olsa bir kurumsallaşma, bir kökleşme çabasının varlığına işaret ediyor. Tabii tek bir nesli aşmayacak bir tarih komik duruyor. En azından bir baba-oğul ya da damat sürekliliğini gösteren bir tarih olmalı ki, gören bu tarihsellik arayışını ciddiye alabilsin. Öte yandan, varlık süresinin kısalığı, komik dursa da belli bir özgüven sergilemesi açısından da olumlu görülebilir! Yani, “Yeniyiz, ama iyiyiz; iddialıyız” havası taşıdığını da söyleyebiliriz. Üstelik, burada bir de namusluluk boyutu var.

Bunu müşteri çekmek için olmasa da, sırf gereksiz bir aşağılık kompleksinden kaynaklanan, uydurma bir tarihle böbürlenmek için yapanlar olduğunu biliyoruz zaten. İşin ilginç yanı, bu tür davranışların daha çok kamu sektöründe görülüyor olması. Öyle sanıyorum ki kamu sektörümüz bir dereceye kadar 1930’ların Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Kuramı’nın etkisi altında hâlâ. Örnekler çok. Mesela, biz bilirdik ki Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu Kara Kuvvetlerimizin kuruluş tarihidir. Yanılıyormuşuz. 12 Eylül sonrasında görünürlüğü daha da artan şu korkunç “16 Türk Devleti” anlayışının bir sonucu olsa gerek, yakın bir geçmişte Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarih M.Ö. 209’a çekildi. İstanbul Harbiye’deki Askerî Müze de kuruluş tarihi olarak 1453’ü veriyor! Bilirsiniz; çocuklar bazen büyükleri şapşallaştıran, ezberlerini bozan, çok mantıklı sorular sorarlar. Akl-ı evvel bir bücür çıkıp da, “Madem 1453’te kurulmuş, adında neden Fransızca müze var?” diye sorsa, ana-babası ne yanıt verebilirler, çok merak ediyorum.

Yakın zamana kadar Kara Kuvvetleri’nin 1963 yılında kurulduğunu sanıyorduk.

Benzer bir durum yıllar önce askerliğimi yaparken benim de başıma gelmişti. Harbiye Marşı’nı söylerken, “Yüzyıllardır Harbiye bu orduya şan verir” diye çığırıyorduk. Başımızdaki üsteğmene bunun yanlış olduğunu, aslına uygun olarak “Yüz senedir Harbiye bu orduya şan verir” dememiz gerektiğini söylediğimde, bana “Sen müzik öğretmeni misin?” diye sormuştu. “Hayır, tarihçiyim” yanıtını aldığında bir-iki saniye durakladı ve “Git, yerine geç” dedi.

Beni bu konuda daha da üzen, dedelerimizin böyle takıntıları olmadığını biliyor olmam. Nitekim Harp Okulu’nun 1945’te yayımladığı Harpokulu Tarihçesi 1834-1945 adlı kitabın önsözünde şöyle yazıyor: “Bugün birinci 100 yılını da 11 sene aşmış bulunan bu eski ve emektar kurumun tarihini yazarken türlü ve çeşitli kahramanlıklar yaratan mensuplarının manevî varlıkları karşısında heyecan duymamak kabil değildir. Onların aziz hatıralarını içinde toplamış bu kurumun tam bir tarihini layik olduğu kudretle yazmak çok güçtür. Mümkün olduğu kadar belgelere, hatıralara ve mevcut kayıtlara dayanılarak doğru bir tarih çıkarılmaya çalışılmıştır… Fakat buna rağmen bu eserin tam ve mükemmel olduğunu iddia edemeyiz. Bu suretle ileride daha doğru ve daha üstün bir tarih elde edebilmek için bu ocağın her mensubundan bu kitapta görülen yanlışlıkları ve eksiklikleri bildirmelerini büyük saygıyla dileriz”.

Ben bu ocağın mensuplarından değilim gerçi; ama büyük dedelerimden birinin onun müdürlüğünü ve ders nazırlığını yapmış olması bana yeterince sorumluluk yükler sanırım.

Siviller de bu konuda hem askerlerle hem de kendi aralarında yarış halindeler. Örneğin Galatasaray Lisesi’nin 1481’de kurulduğu iddia ediliyor. Nitekim Enderun okulunun uzantısı olarak kabul edebileceğimiz bir okul gerçekten de Galatasaray mahallesinde varmış o zamanlar. Gelin görün ki “sultânî” değildi bu okul. Hele “lise”, hiç değildi.

566 yıllık üniversite! İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü’nün giriş kapısının üzerinde de kuruluş tarihi olarak “1453” yazıyor. Böylece üniversite yaşını İstanbul’un fethine kadar “büyütmüş” oluyor.

Aynı durum, İstanbul Üniversitesi’nin 1453’te kurulduğunu iddia edenler için de geçerli tabii. Burada karşımıza çıkan ise Fatih Sultan Mehmet’in kurdurduğu medrese. Ortaçağ’da ilk kuruldukları zaman üniversitelerle medreselerin aynı işlevi gördükleri bilgisinin, bu saçmalığa biraz da olsa çanak tuttuğunu söyleyebiliriz gerçi. Ama başka bilgilerimiz de var. Uppsala Üniversitesi ya da Harvard Üniversitesi işe papaz yetiştirerek başlamışlar elbette; hattâ Harvard’ın ilk adı Harvard Seminary; ama zamanla öyle değişmişler, öyle şeyler okutur olmuşlar ki, Sultan II. Abdülhamit de payitahtında birçok medrese varken İstanbul Dârü’l-fünûnu diye bir kurum yaratma ihtiyacını hissetmiş. Ayrıca unutmayalım; sözkonusu “üniversite” olduğuna göre, yukarıda tanıştığımız bücür burada da bize kelimenin kökeni falan sorabilir.

Gelenek iyi bir şey tabii; köklü olmak da öyle. Ama gelenek yaratmaya çalışmak ya da geleneği Taş Devri’ne kadar götürmeye çabalamak, olmayan kökler icat etmeye girişmek, “Geleneksel fastfood” veya “Yerli Himalaya tuzu” kadar gülünç oluyor. Ayrıca, eski olmanın mutlaka iyi, etkin ve yaratıcı olmak anlamına gelmediğini de biliyoruz. Dolayısıyla, “eski mi, yeni mi?” diye bakacağımıza, “iyi mi, kötü mü?” diye bakarsak daha doğru olur derim.