20. yüzyılın en tartışmalı simalarından, SSCB’nin son lideri Mihail Gorbaçov 30 Ağustos 2022’de öldü. Arkasından kimileri “sosyalizmin mezar kazıcısı” olarak lanet okurken, kimileri de “dünyaya barış getirdiği için” teşekkür etti. Oysa “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganının hayal olduğu, bürokratik kastın hayat tarzının Batı’daki zenginleri aratmadığı bir dönemde, Gorbaçov ne SSCB’yi parçalamayı ne de kapitalizmi yeniden kurmayı amaçlamıştı.
Kuzey Kafkasya’da 1931’de doğan Mihail Gorbaçov, ülkenin başına geçene kadar siyasi kariyerinde dikkati çekici bir hadise bulunmayan bir gençti. Kendi anlatımına göre belleğine kazınmış önemli bir an, 1937’deki “Büyük Temizlik” sırasında yaşanmıştı. Dedesi 14 aylık işkenceden sonra gizli bir örgüt kurduğu iddiasıyla ölüme mahkum edilecekken dosyası yeniden incelenmiş; herhangi bir cürmünün bulunmadığı anlaşılarak serbest bırakılmıştı.
Hukuk öğrenimi sırasında gelecekteki eşi Raisa Titarenko ile tanışmıştı. 1950’de önce Konsomol’a ve daha sonra Parti’ye üye olmuş; 60’lı yıllarda tarım üzerine uzmanlaşmıştı.
KGB şefi Yuri Andropov ve onun akıl hocası ideolog Mihail Suslov sayesinde siyasette hızla yükselmeye başladı. O dönem için oldukça genç sayılabilecek yaşlarda basamakları tırmandı. Uzun süreden beri iktidar piramidinin tepesine çöreklenmiş gerontokrasinin (yaşlılar yönetimi) dışından, nispeten genç bir adamdı. Hatta onlara göre biraz taşralıydı. Yine de 40 yaşında Merkez Komite’ye, 49 yaşında Siyasi Büro’ya seçildi. Tercih edilme nedenlerinden biri de o güne kadar nomenklatura’nın (bürokrasi eliti) dehlizlerinden uzak kalabilmiş olmasıydı.
Yuri Andropov’un ölümünden sonra Konstantin Çernenko’nun son “ihtiyar” olarak 1 yıl daha iktidarda kalmasının ardından, Gorbaçov 1985’te SSCB’nin en yüksek görevi olan Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Genel Sekreterliği’ne ve 1988’de de Devlet Başkanlığı’na getirildi.
SBKP’nin önde gelen grubunun inisiyatifi ile başa geçen Gorbaçov, 1987-88’in siyasi ve reformcu dönüşünü başlatmadan önce, partinin 27. Kongresi’nden (1986) sonra liberalleşme ve rejim değişikliği yönelimi hızlandı. 1990’da Gorbaçov dönemi sürerken Komünist Parti’nin siyasi tekeli kaldırıldı, özel mülkiyet girişimine yeşil ışık yakıldı ve sınırlar sermaye hareketine açıldı. 1991’den sonra “liberal” olarak bilinen Boris Yeltsin’in başa gelmesiyle Sovyet sisteminin dağılışı tamamlandı ve büyük özelleştirmeler yapıldı.
Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın iki askerî blokunun (NATO ve Varşova Paktı) dağıtılmasını ve sistemlerin bir Avrupa “ortak evi” çerçevesinde “barış içinde birarada yaşamasını” amaçlamıştı. Almanya şansölyesi Helmut Kohl ile pazarlık etmeye gelmiş; Duvar’ın yıkılışını kabul etmişti. Birleşik Devletler, birleşik bir Almanya’nın NATO’ya dahil edilmesi için bastırıyordu. Gorbaçov, NATO’nun Almanya’nın ötesine geçmeyeceği vaadine dayanarak bu durumu kabul etmek zorunda kaldı. 1991’de Varşova Paktı feshedildiği için bu vaatler tutulmayacaktı. ABD’nin takıntılı olduğu hedef, SSCB’nin ve buradaki mülkiyet sisteminin sonunun gelmesiydi. Bu hedeflerin esas aktörüyse Boris Yeltsin’di. Yeltsin, Aralık 1991’de Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın KP liderleriyle müzakere edilen ve Gorbaçov’un istifa etmesine neden olan bir anlaşma yoluyla SSCB’nin dağıtılmasını organize etti.
Gorbaçov’un devraldığı miras
SSCB’nin bir cennet veya bir cehennem olduğunu sananlar için Gorbaçov, çöküşün baş sorumlusu olarak görülür. Oysa o bir mezar kazıcı değildi. Devletten değil de devrimden, yani Sovyetler’de örgütlenmiş olan kitlelerin iradelerinden sözedilecekse, çok uzun zamandır devrimin “Bütün İktidar Sovyetler’e” sloganı hayal olmuş; Batı’daki zenginleri aratmayan hayat tarzlarıyla bürokratlar, tasarruf ettikleri iktidar sayesinde devlet mülkiyetinin nimetleri ile sınırlı kalmayacak bir dönüşümün, özel mülkiyetin iktidarına imkan verecek radikal bir değişimin peşine düşmüştü.
İçeriden bakıldığında sistem tıkanmaya başlamıştı. Kimsenin SSCB’yi parçalamak veya kapitalizmi ihya etmek gibi bir niyeti yoktu. Her ne kadar Çin yavaş yavaş kendisini bugüne taşıyacak olan yeni güzergahını belirliyor olsa da, o vakitler onlar da hamlelerini ayakta kalmak üzere planlamışlardı.
Gidişatı düzenlemek için başa geçirilen Gorbaçov, her ne kadar piyasa reformlarını planlı ekonomiye yedirecek (perestroyka/dönüşüm) ve bürokrasinin konumunu meşrulaştıracak demokratik diye takdim edilen reformları (glasnost/açıklık) gündeme alacaksa da, böylesi köklü bir dönüşüm için aşağıdan, yani halktan bir baskı veya destek görmemişti. Yani kararı verenler, eski yönetici kliğin ta kendisiydi.
Öte yandan Gorbaçov’un üstesinden gelmeye çalıştığı zorluklar saymakla bitmiyordu.
2. Dünya Savaşı’nın galibi olmanın prestijine dayanan Rusya, örneğin Polonya’da ulusal ve Katolik bir mahiyet arzeden, ancak işçi sendikalarına dayalı Solidarność’ın (Dayanışma-Polonya’daki Gdańsk Tersanesi işçilerinin kurduğu sendika) karşısına General Jaruzelski’nin darbesiyle karşı çıktığında, sözü edilen prestijin çok da yüksek olmadığını anlamıştı. Böylece Orta Avrupa’da Sovyet hegemonyasının ne kadar kırılgan olduğu görüldü. Bütün bu blok, aslında kendini Rusya’dan ziyade Avrupa’ya yakın görüyordu.
Rusya’nın öbür ucundaki Afganistan işgalinin maliyeti ise daha iyi biliniyor. ABD’nin Vietnam’da başına gelene benzer bir durum, burada ABD eliyle Rusya’nın başına geldi. Sonunda genel olarak anti-emperyalist güçler nezdinde itibar kaybı yaşanırken, Müslüman dünya da bu işgali hiç iyi karşılamadı.
Silahlanma yarışı, Rusya’nın millî geliri içinde askerî harcama payının ABD’nin iki katı olmasını zorunlu kıldığında durum sürdürülemez bir hâl aldı. Gıda sorunu Rusya’nın en kritik dertlerinden biriydi. Tahıl hasadı nüfus artışının çok gerisindeydi. 1960’dan 1980’e, 20 yılda nüfusun üçte biri, yani 100 milyon insan kırdan kente göç etti. Bu “kentleşme”, Batı’daki kentleşmeden farklıydı. Belli bir eğitim, okuryazarlığa sahip gruplar toplumun kimyasını değiştirdi, insanlar resmî görüşlerinin yanısıra örtük veya açık çok farklı görüşleri (liberal, ilerici, geleneksel, dinsel) daha ziyade kültür alanında edinmeye başladı.
SSCB’nin çöküşü, dünya ölçeğinde sosyalist hareketin gerilemesine bir gerekçe olarak gösterilir. Oysa 60’lı yıllardan itibaren Moskova’ya körü körüne bağlı Sol hareketlerin yerini Çin gibi onu düşman belleyen merkezlerin alması; en yakın kitlesel partilerin bile kendi gerçeklerini önde tutarak Moskova’nın dümen suyundan uzaklaşması da SSCB’nin dünya ölçeğindeki konumunu zayıflatan bir unsur olmuştu.
Gorbaçov’a atfedilen “mezar kazıcısı” ibaresi, o iktidara geldiğinde zaten kapitalistler gibi yaşayan bir bürokrat katmanının “devrim” ya da “sosyalizm” davasının önderleri sanılmasındandır.
Gorbaçov başa geçirildiğinde, tarihin sunduğu iki ihtimal vardı: Ya Ekim 1917’nin Sovyet demokrasisine dönüş yapılacak ya da bürokratların kapitalistlere dönüşümünü tamamlayacak olan uluslararası sermaye ile bütünleşilecekti. Rusya’da ilk ihtimal için gerekli sosyal ve siyasal güçler on yıllarca süren rejim sırasında varolma imkanı bulamamıştı.
Paradoksal olarak Gorbaçov’un derslerini, Rusya ile neredeyse düşmanca sayılabilecek bir ilişki içinde olan Çin Komünist Partisi de çok iyi öğrenmiş ve perestroyka’ya, yani kapitalizmle bütünleşmeye doğru tam gaz ilerlenirken; glasnost’a yani saydamlık denen siyasal reformlara kapılar sıkı sıkıya kapatılmıştı. Belki de 1989 Tiananmen Meydanı olayları bunun en iyi ve sembolik örneği oldu.
Aynı dersi Putin de öğrenmiş ve bürokrasinin devlet mülkiyetine el koyabilmesi için oligarkların sultasını sürdürmesini mümkün kılan siyasi ortamı katı bir diktatörlükle sağlamıştı.
Sonuç olarak Gorbaçov’u halk değil, sistemi çöküşten kurtarmak isteyen “yaşlı adamlar kliki” iktidara getirmişti. Ancak çöküşün kaçınılmaz olduğunu da görüyorlardı. Gorbaçov’un tasarısı, planlı ekonomiyi (perestroyka) harekete geçirmek için piyasa reformlarını ve bürokrasinin gücünü meşrulaştıracak demokratik reformları (glasnost) gerçekleştirmekti; SSCB’yi parçalamak ya da kapitalizmi yeniden kurmak değil…