Aralık
sayımız çıktı

Takmış bu Trabzon’a! İlla alacak. Halbuki dese ki: ‘Bize her yer Trabzon’, hiç mesele kalmayacak…

Sulla, Roma’da yönetimi ele geçirdikten sonra ilk iş rakibi Marius’u vatan haini, denizaşırı ihanet şebekesi falan ilan ediyor. Ama bundan sonra bir tedbirsizlik yapıyor ve tekrar Trabzon’a sefere çıkıyor. Takmış Trabzon’a bu, illa alacak. Halbuki kafası azıcık çalışsa, “Bize her yer Trabzon” der çıkar işin içinden ama o zeka kıvraklığı yok.

Bildiğiniz gibi geçen ay Sulla’nın maceralarını anlatmaya başlamıştım. Tabii aklımda kaldığı kadarıyla… Bunları Roma Tarihi final sınavında yazarsanız sorumluluk kabul etmem. Ha vizede yazabilirsiniz, en azından bir ders olur.

Alemci delikanlı Sulla, kariyer basamaklarını çok çabuk tırmanmış; Adana valiliği, Roma Konsüllüğü derken Roma’yı ele geçirmişti. Rakibi Marius, Sulla’ya karşı savaşmak isteyen tüm kölelere özgürlük ve daha sonra gazi maaşı bağlamayı vaadetmiş ama bu teklifi sadece üç köle kabul etmişti. E şimdi üç kişiyle Sulla ordusuna karşı savaşılmaz; Marius da anında Afrika’ya topuklamıştı.

Bu sırada, aklımda kalan enteresan bir hadise var: Marius’un eş-konsülü, dolayısıyla Sulla’nın düşmanı Sulpicius, Afrika’ya kaçamıyor; gidiyor Roma dışında bir villaya sığınıyor. Sulpicius’un kölelerinden biri de efendisini ihbar ediyor; Sulpicius da saklandığı yerde saç-sakal birbirine girmiş vaziyette yakalanıyor (Bu kısmı ben uydurdum Plutark’ta yok, Orosius’ta hiç yok, ama neticede adam canının derdine düşüp saklandığına göre traş olmamıştır bence). Sulpicius hemen oracıkta öldürülüyor. Sulla, Sulpicius’u ihbar eden köleyi de önce hemen azad ediyor, ardından da “Oğlum sen efendine ihanet etmeye utanmıyor musun?” diyerek Tarpeia Kayası’ndan aşağı attırıyor. Yani kölenin durumu tam “Allah sevmediği kuluna durduk yere eşek verip sonra da o eşeğe teptirir, eşeği de elinden alırmış” durumu. Nereden baksanız şanssız bir arkadaşımız.

Sulla, Roma’da yönetimi ele geçirdikten sonra ilk iş rakibi Marius’u vatan haini, denizaşırı ihanet şebekesi falan ilan ediyor. Ama bundan sonra bir tedbirsizlik yapıyor ve tekrar Trabzon’a sefere çıkıyor. Takmış Trabzon’a bu, illa alacak. Halbuki kafası azıcık çalışsa, “Bize her yer Trabzon” der çıkar işin içinden ama o zeka kıvraklığı yok. İlk durağı da o dönem Trabzon’un kuklası olan Atina (Trabzonlu okurlara manasız bir gurur vesilesi sunalım ki Karadeniz’de satışlarımız katlansın; yoksa ben de bilirim Pontus İmparatorluğu demeyi).

Sulla’nın ilerlediğini gören kim varsa “Abi ben zaten Sullacıydım, biz ailece Sullacıyız” demeye başlıyor ve sonunda on binlerce insan ölüyor; bizim Sulla da Roma’yı ikinci kez ele geçirip kendisini diktatör ilan ettiriyor… Ama şimdi hakkını yemeyelim, daha 1 yıl bile dolmadan diktatörlükten istifa ediyor… Safahat içinde, bütün gün yiyip içip eğlendiği full time bir parti yaşamak üzere emekli oluyor…

Sulla, Atina’yı kuşatmışken Marius Roma’ya dönüyor ve bu sefer de yönetimi o ele geçiriyor. Vallahi o dönem Romalı olsan illallah dersin. Sulla yanlıları Roma’yı terkedip çoluk çocuk Sulla’nın Atina kuşatmasında kullandığı kampa sığınıyorlar. Uzun süren kuşatmanın ardından Atina’yı ele geçiren Sulla, Plutark’a bakılırsa taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmıyor. Ha ondan sonra Roma’ya dönmesini beklersiniz değil mi? Yok. Dört yıl boyunca Anadolu’yu geziyor. Geziyor dediysem savaşıyor sürekli, asker bu neticede, halk ozanı değil. Dört yılın sonunda da “zamanı geldi” diyerek askerleriyle İtalya yarımadasına çıkıyor. O sırada Roma’da iktidarda bambaşka iki eş-konsül var. Sulla’nın üzerine ordu üzerine ordu gönderiyorlar ama kimi gönderseler “Abi adamlar dört yıldır yiğidin harman olduğu yerde savaşmış” diyerek hemen teslim oluyor. Sulla da 1 yıl içinde Roma’ya varıyor.

Sulla’nın ilerlediğini gören kim varsa “Abi ben zaten Sullacıydım, biz ailece Sullacıyız” demeye başlıyor ve sonunda onbinlerce insan ölüyor; bizim Sulla da Roma’yı ikinci kez ele geçirip kendisini diktatör ilan ettiriyor.

Bu diktatörlük bahsini daha önce anlatmıştık; Roma’da olağanüstü durumlarda altı aylığına verilen bir görev ama Sulla’ya bu ilk kez süresiz veriliyor ve böylece Roma tipi başkanlık sistemi doğuyor. Ama şimdi hakkını yemeyelim, daha 1 yıl bile dolmadan (bu 1 yıl içinde anayasayı falan değiştirip) diktatörlükten istifa ediyor ve şimdi ben başkalarının yalancısıyım, safahat içinde, bütün gün yiyip içip eğlendiği full time bir parti yaşamak üzere emekliye ayrılıyor. Yani o kadar dağıtıyor ki, iki yıl süren bir partinin ardından resmen içkiden ölüp gidiyor adam. Ha ama geleceğe ne bırakıyor? Gerekirse darbe de yapılır; diktatörlük altı ay değil Sezar gibi 10 yıl ya da Augustus ve sonrakiler gibi ömür boyu da sürebilir! Zaten bakmayın, çok kişiden “lokman boğazına dizilsin, içtiğin ağu olsun” bedduası almıştır bu.