Kasım
sayımız çıktı

Tabaktan ağıza lokmanın yolculuğu…

11. yüzyılda bir Bizans prensesi çeyizinde iki dişli bir çatalla Venedik’e gelin gitmeseydi acaba şimdilerde nasıl yemek yiyor olurduk? Tanrının bahşettiği parmakları kullanacağına ‘gereksiz kibarlık’ gösterdiği için ayıplanan Bizanslı prensesle, sofralar teşrif eden çatal arasında neredeyse 700 yıl var.

Tabaktan aldığı yiyeceği ağza taşımakta çataldan çok daha kullanışlı olan ve binlerce yıldır kullanılan kaşık varken, ne oldu da çatal yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası oluverdi? İnsanoğlu o zamana dek çatalı keşfetmemiş ve kullanmıyor değildi. Roma İmparatorluğu zamanında iki dişli çatallar çeşitli yiyecekleri ateşte çevirmek, minicik kürdan benzeri çatallar kabuklu deniz hayvanlarının içini çıkarmak, minik ve uzun iki dişli çatallar derin kavanozlardan yiyecekleri yakalamak için zenginler tarafından kullanılmaktaydı.

Trabzon’da bir çatal The Romance of Alexander the Great (1300’ler) tablosundan bir detay. Bizans saray sofrasındaki ‘çatal modası’na ayak uyduranlardan biri de dönemin Trabzon İmparatoru III. Aleksios’tu

17. yüzyıla dek, bugün kullandığımıza benzer çatallar İtalya dışında ‘garip’ bulunuyordu. İtalyanların, 1075’te Venedik Doçu Domenico Selvo ile evlenen Bizanslı prenses Theodora Doukaina vasıtasıyla tanıştıkları çatalı bu kadar benimsemiş olmalarının bir nedeni, makarna ve şehriyenin o zaman bile çok sevilen yiyecekler olmasıdır. Çataldan önce ‘punteruolo’ denen tek dişli bir biz kullanılıyor, kaygan ve uzun makarnalar iki ve üç dişli çatallarla yakalanıyordu. Böylece çatal, makarna ile başlayan bu alışkanlıkla tüm yiyecekler için sofradaki yerini aldı.

1608’de İtalya’ya yolu düşen İngiliz seyyah Thomas Coryat, İtalyanların eti bıçakla keserken yerinde tutmak için minik bir çatal kullandıklarından bahsetmiş. Önceleri garip gelse de, İngiltere’ye döndüğünde yeni alışkanlığını devam ettirdiği için yakın arkadaşları ona şakayla karışık Lucifer isminden bozma “Furcifer” (Çataltutan) ismini takmışlar. 1610’da şair Nicholas Breton, “Ağzımıza ekin atmıyoruz, et yemek için çatala ne hacet!” diyerek çatal kullanmayı pek erkekçe bulmadığını belirtmiş.

1700’lü yıllara gelindiğinde, çatallar neredeyse Avrupa’nın tamamında kullanılır olmuştu. Yeni sofra adabı, artık elleri yemekle kirletmemeyi bir kibarlık göstergesi sayıyordu. Çatal zenginlerin sofra takımlarında kendine yer edinmişti ama bıçak ve kaşıklar hâlâ çok daha fazla satılıyordu. Çatalın yaygınlaşması, porselen düz tabakların eski çanakların yerini alması ile aynı zamana denk düşer. Yayvan tabaklar ve çatal-bıçak kullanarak kibar yemek yeme adabı zirveye Victoria döneminde ulaştı.

O döneme gelene dek, bıçak, çatal ve kaşık son derece kişisel eşyalar sayıldığından herkes kendi takımını yanında taşıyordu. Sadece kendi evlerinde değil, misafirlikte ve seyahat sırasında konakladıkları hanlarda da kendi takımlarını kullanıyorlardı. Bu takımlar deriden bir kılıf içinde, bıçak ve çatalın sapları kendi üzerine katlanarak batmasını engelleyecek şekilde yapılıyordu.

Çatal anomalisi Thomas Arthus 1605’te yazdığı Hermafroditler Adası’nda (L’Ile des Hermaphrodites) iki dişli çatalla yediklerinden fazlasını masaya döken ‘kibarlık budalası’ saray çevresiyle dalga geçmiş, çatalı kullanmayı neredeyse cinsel bir anomaliyle eş tutmuştu.

Çatalın kaşık ve bıçak kadar yaygın kullanıma girmesiyle birlikte zengin sofralarında bir ‘çatal korkusu’ oluştuğundan da söz etmek gerekir. Tabağın yanına dizilen çeşitli çatallardan hangisinin neyi yemekte kullanılacağını bilmek önemli bir göstergeydi. Örneğin, gerçek aristokratlar çatal yerine ne zaman parmaklarını kullanacaklarını iyi bilirlerdi. Parmaklar kraker, minik turplar, çilek ve zeytin yerken kullanılmalıydı. Kendini asilzade olarak yutturmaya çalışan birinin, Kardinal Richelieu ile yemekteyken zeytine çatal batırması üzerine kendini ele verdiği söylenir. Bunların dışında kalan tüm yiyecekler için en kibar yemek yeme şekli çatalla olandı. Çatal bıçağa göre daha tehlikesiz, kaşığa göre daha temiz ve yetişkin işi olarak görülmeye başlanmıştı. 1900’lerin ortalarında İngiliz zengin sınıfı arasında bir dönem moda olan ‘çatallı’ öğle veya akşam yemekleri bıçak ve kaşığı tamamen devre dışı bırakmıştı.

İngiliz sofra adabının kuralları, yemeğin sonuna dek çatal ve bıçağın elden bırakılmamasını öğütlüyordu. Bu arada Amerikalılar da bıçağı sağ elle tutup tabaktaki tüm yemeği küçük parçalara bölerek, sonra çatalı sağ ele alıp tabakta ‘zikzak’lar çizerek parçaları toplamayı kibar buluyorlardı.

Bugün çatal yemek kültürümüzün o kadar değişmez bir parçası olmuştur ki Karl Marx Gründrisse’de “Çatal ve bıçakla yenen pişmiş etle doyurulan açlıkla, elle yenen çiğ etle doyurulan açlık farklıdır,” diye yazma gereği duymuş. Çatallar salt nasıl yediğimizi değil, neyi yediğimizi de değişikliğe uğratmıştır desek yanlış olmaz.

Bizans dönemi, 11. yüzyıl