Tuna Nehri’nden kopan buz parçaları bir defa daha Boğaz’a geldiğinde, yıl 1954’tü. O sırada Ortaköy’deki Kabataş Lisesi’nde yatılı okuyan Ozan Sağdıç, sabah erken saatlerde Boğaz’ın buzlarla kaplı olduğunu gördü. Beşiktaş’a gitti, iki rulo film aldı ve o dönem için bile “oyuncak” sayılabilecek Daci marka bir makineyle bu tarihî görüntüleri tespit etti. Henüz 19 yaşındaydı.
Kabataş Lisesi’nde yatılı öğrenciydim. 1953’ün yaz tatilinde “Daci” markalı, ince sac levhadan preslenmiş ve çağla renginde pütürlü fırın boyasıyla boyanmış bir kutu makinaya sahip olmuştum. Öylesine basitti ki, o dönemde belki de çocuklar ya da genç hevesliler için üretilmiş bir oyuncaktı. Bu makinanın tek bir enstantanesi vardı. Objektifi 1:9 açıklığında, yani sıradan kameralara göre alabildiğine kör, tek elemanlı bir mercekten ibaretti. 1.5 metreden başlayan mesafe ayarı, tahmine dayanarak, objektif kendi ekseni etrafında vida gibi döndürülerek yapılıyordu.
O yıl liseler aniden üç yıldan dört yıla çıkarılıvermişti. Angarya olarak okutulan o son yılı okumak üzere okula dönerken o makinayı da yanıma almıştım. Özentim, arkadaşlarımı ve İstanbul’un kendimce beğendiğim köşelerini fotoğraflarla saptamaktı.
Okula her ders yılı başında, 1 hafta-10 gün erken gitmeye gayret gösterirdim. Bunun nedeni, yatakhanede denize bakan cephedeki pencerelerden birinin önündeki karyolayı kapmaktı. Orası biraz soğuk olsa da, geceleri bütün arkadaşların uykuya daldıkları saatlerde Boğaz’daki şehrayini seyretme olanağı veriyordu. Boğaz’dan geçen vapurların ışıldakları, körlerin kendilerine rehber olan bastonları gibi sağı-solu tarayarak yol almaları; balıkçıların lüks lambalarından yayılan ışıkların kıpırdaşan dalgacıklar üzerinde yarattığı yakamozlar… Okula o yıl bu yeni fotoğraf makinamla gelmiştim.
1954’ün Şubat sonlarında bir sabah erken saatte uyandığımda camlar buğuluydu, dışarısı pek görülmüyordu. Yattığımız salonun tavanına bakıp, çok değişik bir ışıkla aydınlanmış olduğunu farkettim. Pencerenin camlarını elimle sildiğimde gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. Boğaz baştanbaşa bembeyazdı. “Arkadaşlar uyanın kalkın, deniz buz tutmuş” diye bağırdığımı hatırlıyorum. O an için, buzların bir yerlerden kopup sürüklenerek geldiğinden haberimiz yoktu.
Hemen giyinip, kendimizi okulun bahçesine attık; sahile yanaşıp rıhtım boyunca denizdeki karlı manzarayı seyre daldık. İlk algıladığımız şey, Boğaz’ın karşı sahilindeki Kuzguncuk-Beylerbeyi kıyılarına kadar denizin baştan başa donmuş olduğu merkezindeydi. Daha sonraları uzakta, ortalardaki bir yerin daracık bir bölümünde bazı gemilerin zorlanarak geçebilecekleri ince bir aralığının mevcut olduğunu fark etmiştik. Bu geçitten bir kaç şilep zorlanarak geçmişti.
Yaşanan karakış nedeniyle gündüzcü öğrencilerden ve öğretmenlerimizden okula gelen pek olmamıştı. Okul sadece yatılı öğrencilere kalmıştı. Haliyle dersler yapılamıyordu. Önümüzde, tarihin çok ender kaydettiği görkemli bir manzara vardı. Gerçi benim bir fotoğraf makinam vardı ama, içinde film yoktu. Caddeye çıktım. Sabahın ilk saatlerinde çalışmayan tramvaylar neyse ki sefere başamıştı. Hemen ilk tramvaya atladım. Beşiktaş’a gittim. Bağlama ustası Şemsi Yastıman’a komşu bir fotoğrafçı vardı. Ondan 12’şer pozluk iki rulo film alıp okula döndüm. İlk seri fotoğraflarımı çekmeye başladım.
O zaman 19 yaşındaydım. Bırakınız foto muhabirliğini, fotoğrafçı hatta onun amatörü bile sayılmazdım. Elimdeki oyuncak üç-dört aylık bir şeydi. “Amatör” sözcüğü dilimize tam yerleşmeden önce onun yerine geçen hangi sözcük vardı, bilir misiniz? Ben söyleyeyim. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yayınları gözden geçirirken Halkevleri’nde usta tiyatrocuların değil de sıradan kişilerin, daha çok da gençlerin oynadıkları oyunlara “Heveskâr Temsilleri” denildiğini görmüştüm. Bu tanımı çok doğru bulmuş ve beğenmiştim. Tiyatroculuğun heveskârı olur da, fotoğrafçılığın heveskârı olmaz mı?
Bu olağanüstü olay, o günlerin basınında bir hayli tartışılmıştı. Benzeri durum, bir kez de ağabeyimin doğduğu yıl olan 1928’de yaşanmış. O zaman bizimkiler Üsküdar da oturuyorlarmış. Hatta dayımın Kızkulesi’ne yürüyerek gittiğine dair bir anlatı da vardı. Ben kendi zamanımın tarihsel saptamasını yapmıştım. Dünyada iklim koşullarının pek değişken olmaya başladığı bu dönemde bu hadise bir kez daha yinelenir mi, pek bilemiyorum.