Haccın İslâm’a göre farz olmasının 1390. yılında, Covid-19 salgını nedeniyle bu sene de Suudi Arabistan dışındaki ülkelerden hacı kabul edilmeyecek. 1911’de Osmanlı yönetimi sırasında Kâbe’nin kapısında çekilip dağıtılan bir fotoğraf büyük mesele çıkarmış; Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Osmanlı yöneticilerini İstanbul’a şikayet ederek görevden aldırmıştı. Bugün ise Kâbe yapısı, gökdelenlerin ortasında adeta bir nokta halinde.
Bundan 200 yıl önce Eflak-Boğdan’da başlayıp Mora’da devam eden ve oradan da tüm Yunanistan’ı kaplayan “Rum İsyanı” neticesinde, Osmanlı Devleti ilk defa bir düşman devletiyle savaş sonrasında değil, kendi tebaası olan bir milletin ayaklanması neticesinde toprak kaybetmişti. 1821’de başlayan Rum/Yunan İsyanı yaklaşık 10 yıllık bir süreç neticesinde bağımsız Yunanistan’ın kurulmasıyla sona ermişti. Bu süreçteki Mora-Tripoliçe katliamı, tarihimizin en acı ve maalesef yeterince çalışılmamış, araştırılmamış ve unutulmuş hadiselerinin başında gelmektedir.
Osmanlı yönetimindeki Rumlar, Fatih döneminden beri kendilerine tanınan haklar ve imtiyazlar vesilesiyle imparatorluğa bağlı diğer milletlerden farklı bir konumdaydılar ve eğitimli-yetenekli Rumlar devletin üst düzey bürokratları arasına girmekteydi. Rumlar devlet nazarındaki bu imtiyazlı ve seçkin konumları sebebiyle, genel olarak müreffeh ve rahat bir hayat sürmekteydi. Özellikle Fenerli Rum aileler, devlet bürokrasisinde önemli görevlere getirilmekte, bilhassa dış politika ve Divan-ı Hümayun gibi devletin bütün sırlarına vâkıf olacakları mahrem görevlerde istihdam edilmekteydi. Eflak-Boğdan (bugünkü Romanya ve Moldova) gibi imparatorluğun iki önemli bölgesi, 1711’den itibaren Fenerli Rum ailelerinden tayin olunan beyler tarafından yönetilmekteydi.
Manya Beyi Petros
Mora’daki Rum İsyanı’nın liderlerinden,
kendisini “Sparta Ordusunun Millî Genel
Komutanı” olarak tanımlayan Manya Beyi Petro Mavromihalis.
İsyana giden yolda en önemli aktörlerden biri, 1814’te Rusya’nın işgalinde bulunan Odesa’da kurulan Filiki Eterya (Dostluk Cemiyeti) adlı, Yunanistan’a bağımsızlığını kazandırmayı hedefleyen gizli örgüttü. Örgütün amacı Mora’da bir Yunan devleti kurmak ve buradan Yunanistan’ın diğer bölgelerini, Ege adalarını hatta Batı Anadolu ve İstanbul’u ele geçirerek Bizans İmparatorluğu’nu yeniden diriltmekti. 1820’de örgütün başında, Osmanlı Devleti’ne Eflak voyvodalığı yapan Kostantin İpsilanti’nin oğlu Aleksandr İpsilanti vardı.
İpsilanti, isyan ateşinin yakılacağı yer olarak Mora yerine Eflak-Boğdan’ı tercih etti. Bu tercihin iki sebebi vardı: Rus sınırında olan bu bölgede Rusya’nın yardım ve desteğini görmek; başta Eflak-Boğdan halkı olmak üzere Balkanlar’daki Sırp ve Bulgar milletlerini de dahil ederek isyana geniş bir mahiyet kazandırmak. Ne var ki İpsilanti’nin 21 Şubat 1821’de başlattığı isyanda, beklediği Rus yardımı gelmedi. Fenerli Rum beylerinin idaresindeki Eflak-Boğdan ahalisi Rumlardan hazzetmediklerinden; Sırp ve Karadağlılar da Rum emellerine ve davasına yardımcı olmak istemediklerinden; isyan hareketi büyümeden Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. İpsilanti Avusturya’ya sığınmak zorunda kaldı.
Eflak-Boğdan’da neticesiz kalan isyan hareketi üzerine Rumlar ilk plana döndüler; nüfusun çoğunluğunun Rum olduğu ve silahlanmış önemli bir gücün hazır bulunduğu Mora’da isyanı yeniden alevlendirmeye karar verdiler. Zaman ve ortam da uygundu; Mora’daki Osmanlı kuvvetleri isyan eden Tepedelenli Ali Paşa üzerine gönderilmiş, yarımadada az sayıda muhafız kalmıştı. Mora isyanının lideri olarak Aleksandr İpsilanti’nin kardeşi Dimitrios İpsilanti seçilmişti. Ancak isyanın asıl elebaşıları Fenerli bir Rum olan Aleksandros Mavrokordatos, Manya bölgesindeki Kleftlerin (Rum eşkıyası) reisi Theodoros Kolokotronis, Manya Beyi Petros Mavromihalis, Balyabadra (Patras) Patriği Germanos’tu.
Mora’daki isyan için belirlenen tarih, 22 Nisan 1821 Paskalya günü idi. Ancak Rumlardaki hareketlilikten şüphelenilmesi ve Kalavrita kasabası Rumlarının erken harekete geçmesi üzerine, 4 Nisan 1821’de Aya Larva Manastırı’nda isyan bayrağı çekildi. Ayaklanmacılar Kalavrita’da 200’den fazla Müslümanı katletti.
Yıkık cami, katledilmiş Müslümanlar
Peter von Hess’in çiziminde önde Tripoliçe surlarına bayrağını diken Rum
isyancı; arkada katledilmiş Müslümanlar, yıkılmış cami…
Bu katliam haberi Mora’daki Türk nüfusun korkuya kapılarak kalelere sığınmasına yol açtı. İsyan kısa zamanda bütün Mora’ya yayıldı. Çevre adalardaki Rumlar isyana katılmak üzere Mora’ya geçti. Rum papazları isyanı teşvik ediyor, bu uğurda can verenleri kutsuyordu. İsyanın liderlerinden olan ve kendisini “Sparta Ordusu’nun Millî Genel Komutanı” olarak tanımlayan Manya Beyi Petros Mavromihalis bölgesindeki adamlarıyla harekete geçti. İsyan bir anda Mora sınırlarını aşarak Yunan anakarasında Atina ve Eğriboz’a sıçradı. Ege ve Akdeniz’deki adalarda da isyan başladı.
Tripoliçe, Koron, Moton, Navarin (Anavarin), Lala kalerine sığınan Müslümanlar kendilerini savunmaya çalışıyordu. Mora’da bulunan Benefşe (Menekşe/Monemvasia) Kalesi de kuşatma altında idi. Hiçbir taraftan yardım alamayan Türkler, açlık sebebiyle 5 Ağustos 1821’de teslim oldu. Canlarına dokunulmayacağına dair söz verilmiş olmasına rağmen, kaledeki 600 Türkün çoğu öldürüldü. Aynı şekilde aman verilerek teslim olmaları sağlanan Navarin’deki 3 bin kadar Türk de kadın-çocuk denilmeden katledildi. Vostice kasabası Müslümanları kendilerini koruyacaklarına inandıkları Hristiyanlara güvenip iskeleye inmişlerse de, asiler sözlerini tutmayarak 400 kişiyi öldürdüler.
Mora’dan gelen katliam haberleri üzerine, Sultan 2. Mahmud hiddete kapılarak bütün Rumların kılıçtan geçirilmesini emretmişti. Devlet ricalinin araya girerek padişahdan reayayı bağışlamasını talep etmeleri üzerine suçsuz olanlara dokunulmaması, isyana katılanların cezalandırılmasına dair irade çıktı. İsyandan haberi olduğu, hatta destekçiler arasında bulunduğu iddia edilen Fener Rum Patriği 2. Gregoryos 22 Nisan 1821 günü idam edildi. Kayseri, Edremit ve Tarabya metropolitleri de Balıkpazarı’nda Kaşıkçılar Hanı önünde ve Parmakkapı’da idam edildiler (O tarihten günümüze kadar patrikhanenin, Gregoryos’un asıldığı orta kapıyı onun hatırasına hürmeten kapalı tuttuğu söylenmektedir).
Mora Valisi iken isyan eden Tepedelenli Ali Paşa üzerine sevkedilen ordunun seraskeri Hurşid Ahmet Paşa, Mora’da yaşanan facianın baş sorumlusuydu. Hurşid Paşa isyan ilk çıktığında durumu ciddiye almamış, bunu kısa sürede bastırılabilecek bir kalkışma olarak görmüştü. Bu sebeple, ailesi ve hareminin bulunduğu Tripoliçe’yi emniyet altına almak için bir miktar kuvvet göndermekle yetinmişti. Hurşid Paşa’nın kethüdası Mustafa Bey ile gönderdiği 3.500 asker, Mora’nın denize doğru uzanan bölümündeki liman şehri Anabolu’ya gelerek isyancıları püskürttü. Anabolu ahalisinin Tripoliçe’nin tahliye edilerek Anabolu’da kalınmasını tavsiye etmesine rağmen, Mustafa Bey’in, paşanın hareminin güvenliğini sağlamak üzere emir aldığını söyleyip Mora’nın merkezi Tripoliçe’ye gitmesi stratejik bir hata olmuştu. Tripoliçe, yarımada ortasında etrafı surlarla çevrili bir kale olmasına karşın, kuşatıldığında yardım alması imkansız bir yerde idi. Anabolu ise deniz kenarında olup takviye ve yardım alınması mümkün bir noktadaydı.
Tripoliçe’nin nüfusu, çevre köy ve kasabalardan kaleye sığınmış olanlarla birlikte 40 bin kadardı. Savunmada işe yarar 12 bin kadar eli silah tutan kişi vardı. 50-60 bin isyancı tarafından kuşatılan Tripoliçe 5 ay dayanabildi. Yardıma giden Bayram Paşa idaresindeki imdat kuvveti, 7 Eylül 1821’de daha yoldayken isyancılara mağlup olup geri çekilmek zorunda kaldı.
Tripoliçe’deki Müslümanlar, ümitleri tükenince isyancılarla anlaşma yolu aradılar. Onları İzmir’e nakletmek için 5 milyon akçe para talep edilmişti. Ancak bu sırada, kaledeki 2 bin Arnavut askerin komutanı Elmas Ağa isyancılarla gizlice görüşerek anlaşmış; canlarına dokunulmadan çıkıp gitmelerine izin verilmesi şartıyla kaleyi terkedeceğini bildirmişti. 5 Ekim 1821 tarihinde seher vakti Arnavut askerleri kale kapılarını açıp dışarı çıkarken isyancılar şehre girmeye başladı. İsyancılar 3 gün boyunca görülmemiş bir vahşetle katliama giriştiler. Şehirdeki çoğu savunmasız 40 bin Türkün neredeyse tamamı vahşice katledildi (Batılı kaynaklar katledilen insanların sayısını 20 bin civarında vermektedir). Esir alınan çoğu kadın iki bin kişi şehrin dışında bir vadiye götürülerek orada katledildi. İsyancı liderlerinden Theodoros Kolokotronis hatıratında o günkü katliamı soğukkanlılıkla anlatırken; “Kasabanın içinde katliama başlamıştı. Kale kapısından hükümet binasına gelinceye kadar atımın ayakları asla toprağa değmedi. Tripoliçe’nin çevresi 5 kilometreydi. İçeri giren gerçek sahipleri [Rumlar], Cuma gününden Pazar gününe kadar erkekleri, kadınları ve çocukları kesti ve katletti. 32 bin kişinin öldürüldüğü bildirildi. Bir kleft doksan kişiyi öldürmüş olmakla övündü” diye yazmıştı.
Katliamdan sadece fidye verebilecek varlıklı ve zengin kişilerle aileleri kurtulabildi. Bunlar, önceki Mora valisi ve Tepedelenli ile mücadele eden ordunun seraskeri Hurşit Paşa ile yerine gelen yeni vali Mehmet Paşa’nın aile ve harem halkı ve Tripoliçe’nin ileri gelen kişileriydi. Tamamı 97 kişi olan bu esirler yüklü miktarda fidye karşılığında canlarını kurtarabilmişti. Tripoliçe’deki vahşetten mezarlarında yatan ölüler de nasibini almış, Rum eşkıya Müslüman mezarlarını kazarak ölülerin kemiklerini çıkarıp yakmıştı.
Mora’daki isyanı başlangıçta layıkıyla değerlendiremeyip ciddiye almayan; isyancıları “sille-tokat yola getireceğine” inanan ve bu yüzden hadisenin büyüyüp önü alınamaz hale gelmesinde baş sorumlu kabul edilen Hurşit Ahmet Paşa; Tripoliçe’nin düşmesinden 1 yıl sonra, Kasım 1822’de hakkında çıkan idam fermanını haber alınca celladını beklemeden zehir içerek intihar etti.
Mora’ya devlet tarafından ciddi müdahale ancak Tepedelenli Ali Paşa isyanı sona erdikten sonra yapılabildi. Farklı yerlerden toplanabilen askerî kuvvet Mora’ya sevkedildi. Bu sırada Mora’da civardan ve adalardan gelen destekçilerin de katılımıyla isyana karışanların sayısı 100 bin kişiye çıkmıştı.
1822’de Mora valiliği ve seraskerliğine tayin edilen Dramalı Mahmut Paşa, Korint Boğazı’nı emniyete aldıktan sonra Anabolu’yu isyancılardan temizledi. Ancak bu kısmi başarılar sürdürülemedi. Donanmanın yetersizliği yüzünden deniz yolunun kullanılamaması Mora’ya ikmali zorlaştırıyordu. Kalelerdeki muhafız askerler ve Müslüman ahali ciddi açlık tehlikesine maruz kalarak ya açlıktan ölmek veya Rumlara teslim olmak seçeneği ile karşılaşmıştı.
Mora ve Yunanistan’ın diğer bölgelerinde çıkan isyanın bir türlü bastırılamaması; yeterli kuvvetin bölgeye gönderilememesi; Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu acizliği bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştı. Nihayet 1825’te Mısır Valisi Kavalalı Ali Paşa’dan yardım istendi. Kavalalı, Girit ve Mora valiliklerinin kendisine verilmesi şartıyla oğlu İbrahim’i Mısır askeri ve donanması ile Mora’ya gönderdi. Eğitimli Mısır askeri ile Mora’ya çıkan İbrahim Paşa, aldığı sert tedbirlerle kısa zamanda Manya bölgesi hariç Mora’da hakimiyet sağladı.
Ancak Mısır askerinin Mora’ya müdahalesi, o zamana kadar fiilen ve doğrudan isyana müdahale etmeyen Avrupa devletlerinin tutumunun değişmesine yolaçtı. O zamana kadar Avrupa hatta Amerika’dan Yunan isyanına maddi ve manevi yardımlar akmaktaydı. Gönüllü olarak isyana katılanların sayısı oldukça fazlaydı. “Philhellenic” diye tabir edilen bu romantik Yunan/Helen sempatizanları arasında Albay Fabrier, Richard Church, İngiliz şair Lord Byron, İngiliz subayı George Finlay, Fransız topçu subayı Raybaud, İngiliz subayı Thomas Gordon gibi tanınmış isimler vardı. Avrupa’dan Amerika’ya kadar pek çok ülkeden gelen 1000’den fazla “meşhur” gönüllü, Yunan davası uğruna isyana katıldı. Ne var ki bu “Helen dostları”nın önemli bir kısmı isyan sırasında tanık oldukları vahşet ve insanlık dışı muameleler nedeniyle hayalkırıklığına uğrayacak, o korkunç günlerin kabusundan hayatları boyunca kurtulamayacaktı.
1827’de İbrahim Paşa isyanı tam yatıştırmak üzereyken Avrupalı devletlerin müdahalesi somutlaştı. İbrahim Paşa’nın isyanı bastırırken uyguladığı şiddet ve zulme son vermek iddiasıyla İngiltere, Fransa ve Rusya biraraya gelerek Sankt Petersburg Protokolü’nü imzaladılar. Osmanlı Devleti’nin, bağımsız bir Yunanistan’ın kurulması yönünde atılan ilk adım sayılacak bu protokolü yoksayması üzerine; üç devlete ait müttefik donanma Mora’yı abluka altına alarak 20 Kasım 1827’de Navarin limanında demirli duran Osmanlı-Mısır donanmasını ani bir baskınla yakarak yoketti. Karaya çıkarılan Fransız ordusu Mora’yı işgal etti. Osmanlı Devleti’nin Sankt Petersburg protokolünü uygulamayı reddetmesi, Rusya ile 1828-29 Harbi’nin de çıkmasına sebep oldu. Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmiş, düzenli ordusunu teşkiledememiş Osmanlı Devleti için bu harbin neticesi belliydi. Muharebelerde uğranan ağır yenilgiler neticesi Rus orduları batıda Edirne’yi doğuda Erzurum’u işgal etti. Rus ordusunun İstanbul’a yaklaşması üzerine yapılan antlaşmada, eli kolu bağlı Osmanlıların önünde kendisine dikte edilen Yunanistan’ın özerk yönetimini kabulden başka yol kalmamıştı. 1830’da İngiltere, Fransa, Rusya arasında imzalanan Londra Protokolü ile Yunanistan’ın tam bağımsızlığı ilan edildi. Üç devletin aldığı bu karar, 1832’de imzalanan antlaşma ile Osmanlı Devleti’ne kabul ettirildi.
Yaklaşık 10 yıl süren isyan dönemi sona erdiğinde, başta Mora olmak üzere tüm Yunanistan topraklarında Türklerden eser kalmadı. Çoğunlukla katledildiler; sağ kalanlar göçe zorlandı. İsyan neticesinde Mora’da Türklerin sahip olduğu mal, arazi ve emlak Rumların eline geçti. Mora’da yüzyıllar boyunca tesis edilen Müslüman-Türk medeniyetinin kültür mirası, mezarlıklara varıncaya kadar yokedildi.
PADİŞAHIN HATT-I HÜMAYUNU
Sultan 2. Mahmud’un acil müdahale kararı
Katliam haberini alan 2. Mahmud’un, kendisine gelen yazının hemen üzerine sadrazama hitaben yazdığı 9 Ocak 1822 tarihli yazı.
“Manzûrum olmuşdur.
Bu maddeler yürek dayanur madde değildir.
Gidecek sefâin ve asker ve mühimmat her ne ise bir kadem akdem (bir an önce) Boğaza cem‘ olub orada dahi eğlenmeyerek hemen çıkmaları esbâbı ne ise icrasına ihtimâm ve gayret eyleyesiz.
Bu kadar ümmet-i Muhammed telef oldu. İmdad farz olmuş iken kimsede gayret görmem. Mehmed Paşa’ya yüzellibin guruş azdır. Beşyüz kese akçe gönderesun”.
(Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HAT, 877/38842)
TANIKLIKLAR VE TARİHÇİLER
Eğer Türkleri öldürmeseydik onlar bizi katledecekti!..
Katliamın kimi tanıkları ve kimi tarihçiler, yaşananları hafifletmeye bile çalışmadan, öldürülen sivilleri suçladı! Az sayıda Batılı tarihçi, yaşananları objektif biçimde değerlendirdi.
Bundan 200 yıl önce Mora Yarımadası’nda yaşanan katliam, gerek hemen o dönemde gerek sonrasında, özellikle görgü tanıklarının yazdıklarıyla, ayrıntılarıyla kanıtlanmıştı. Bu tanıkların arasında, bizzat Yunan isyancıları destekleyen ve Batı Avrupa’dan gelen panhelenik yazarlar vardı. Bunlardan kimisi, tanık oldukları hadiselerden sonra hayalkırıklığı ve nefret içinde ülkelerine dönmüştür. Kimisi ise, maalesef yaşanan katliamı rasyonalize etmeye çalışmıştır.
Fransız tarihçi Camille Leynadier 1847’de Toplumların Tarihleri ve Devrimler kitabının 135. ve 136. sayfalarında “Yunanlılar yüzyıllar boyunca yuttukları hakaretleri adeta bir kan gölünde boğdular. Onca yıllar boyunca ve sayısız biriken borçlar, bir gecenin ve bir şehrin dar alanında ödetildi. Kurbanların kızgınlığının nerelere kadar gitmiş olduğu gözlenmemiş olsaydı, Müslüman baskısının nerelere kadar uzanmış olduğu da her zamanki gibi görmezden gelinmiş olacaktı” diye yazmış, yazabilmiştir. Aynı şekilde birçok “Yunansever” Batılı yazar da, Tripoliçe’de yaşanan vahşetin daha önceki “Türk zulmü”ne bir cevap olduğunu iddia ederek, bir “acı yarıştırma” yaklaşımını desteklemiştir. Bunlar arasında “eğer Türkler öldürülmesiydi, Yunanlıları katledeceklerdi” diyecek kadar alçalmış örneklere rastlamak da mümkündür.
Yine de yıllar öncesinden bugüne kadar bağımsız tarihçilerin konuyla ilgili kitap ve yorumları, yaşanan büyük katliamın niteliğini açıkça gözler önüne serer:
“1821 Nisan ayında Yunan Yarımadası’nın her tarafına yayılmış, tarımla uğraşan 20 binin üzerinde Müslüman yaşamaktaydı. İki ay geçmeden bunların çoğunluğu kadın, çocuk denmeden acımasızca ve pişmanlık duyulmadan vahşice katledilmişti. Şimdi bile yoldan geçen seyyahlara taş kümelerini gösterip, ‘İşte şurada Ali Ağa’nın konağı vardı ve biz onunla birlikte ailesini ve hizmetkârlarını burada kestik’ deyip; bir gün bu yaptıklarından ötürü kindar bir öfkeyle karşılaşacağını hiç düşünmeden, bir zamanlar Ali Ağa’ya ait olan tarlaları sakince sürmeye koyulan yaşlı adamlara rastlarsınız. İşlenen suç bir ulusa aitti ve doğurduğu huzur bozucu sonuçlar ne olursa olsun, telafi etmesi o ulusa ait bir davranış biçimi olarak o ulusun vicdanında yer etmeliydi”.
(History of the Greek Revolution, Londra, 1861)
İngiliz tarihçi W. Alison Phillips:
“Tripoliçe’deki perişan Türk halkı, üç gün süreyle vahşi haydutların hırs ve zulmüne maruz bırakıldı. Yaşına ve cinsiyetine bakılmadan hepsi katledildi. Kadınlarla çocuklar dahi öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Katliam öylesine büyük ölçekteydi ki, çetecilerin lideri Kolokotronis’in kendisi bile, ‘Kasabaya girdiğimde yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi’ demektedir. İlerlediği zafer yolu, cesetlerden oluşan bir halıyla döşenmişti. İki günün sonunda, sağ kalabilen feci haldeki 2.000 kadar her yaş ve cinsiyetten Müslüman, bilhassa kadın ve çocuklar merhametsizce toplanıp, yakındaki bir dağdan uçuruma yuvarlandı ve orada sığır gibi parçalandılar”.
(The War of Greek Independence, 1821 to 1833, New York, 1897)
İngiliz tarihçi William St. Clair:
“Yunanistan Türkleri, kendilerinden sonra çok az iz bıraktılar. Onlar ansızın ve tamamen 1821 yazında yok oldular. Bu yok oluş tüm dünyanın gözlerinden uzak oldu ve arkalarından ağlanmadı. 20 binden fazla erkek, kadın, yaşlı, çocuk Türk, kendi komşuları Rumlar tarafından birkaç hafta içinde katledildiler. Bu katliam acımasızca, kasten ve tereddütsüz hayata geçirildi… Çiftliklerde veya tecrit edilmiş toplumlar halinde yaşayan Türk aileler, kısa bir sürede öldürüldüler; yakılan evleri, cesetlerinin üzerine yıkıldı. Olaylar başlayınca evlerini bırakarak en yakındaki şehre sığınmaya çalışanlar da, isyancı güruh tarafından yollarda öldürüldüler. Küçük kasabalarda Türkler, evlerine kapanarak kendilerini korumaya çalıştılarsa da bunlardan pek azı kurtulabildi. Bazı yerlerde açlığa dayanamayarak, hayatlarının bağışlanacağına dair onlara söz veren âsilere teslim oldular, ama yine de öldürüldüler. Ele geçirilen Türk erkekler derhal öldürülüyor, kadınlarla çocuklar köle olarak dağıtılıyor, ama daha sonra onlar da öldürülüyorlardı. Mora’nın her yanında sopa, orak ve tüfeklerle silahlı Rumlar çevreyi dolaşarak öldürüyor, yağmalıyor ve ateşe veriyorlardı. Çoğu kez Ortodoks papazlar onlara önderlik ediyor ve sözde kutsal eylemlerinde onları kışkırtıyordu”
(That Greece Might Still Be Free: The Philhellenes in the War of Independence, Cambridge, 2008).
Amerikalı tarihçi Justin McCarthy:
“Yunanistan’daki Türklerin ölümü, savaş zayiatı değildi. Yunan çetelerinin eline geçen tüm Türkler, kadın ve çocuklar dahil katledilmişlerdi. Tek istisna, köle olarak alıkonan bir kaç kadın ve kızdan ibaretti. Bazen savaş sarhoşluğu içinde ve eski efendilerin düştüğünü görmek arzusuyla Türkler derhal öldürülmüşlerdi ama katliamların çoğu planlı ve serinkanlılıkla işlenmişti. Şehir ve kasabaların tüm Türk nüfusu toplanıp şehir dışına yürütülmüş ve kuytu yerlerde boğazlanmışlardı”.
(Ölüm ve Sürgün, TTK, Ankara, 2014)
TARİH-İ CEVDET (1884)
Yaşayanları katlettiler mezardakileri yaktılar
Acı hadiselerden 63 sene sonra, vakanüvis Ahmet Cevdet Paşa’nın eserinden Mora’da yaşananların özeti: “… Müslümanların bu hal-i pür-melâli üç gün devam etti ve bu müddet zarfında Yunan eşkıyası ehl-i İslâm’a karşı öyle vahşiyâne muameleler icra ettiler ki anlatması derin bir elem verir… Yunan eşkıyası, dirilere yaptığı vahşice hareketlerle yüreğini soğutamamış, Müslüman mezarlığını kazarak ölüleri dışarı çıkarıp yakmıştır. Velhasıl Mora eyaletinin merkezi olan Tripoliçe ahalisinin çoğu böyle mazlum ve mağdur olarak mahv olup gitmiştir…”