Artık “kadınlar ve çocuklar öldürülmesin” diyenin PKK’lı, “bu milletin evladı olmakla gurur duyuyorum” diyenin faşist sayıldığı bir ükede yaşıyoruz. Büyük merkezlerden aile içlerine uzanan şiddet, siyasetçilerin birbirlerine saldırmak için kullandıkları bir tema. Öyle ki işi çözüm üretmek olan bu insanlar, “sözün bittiği yerdeyiz” diyerek, devam eden kirli savaşta safları sıklaştırmayı, sokağı ve silahı vaazediyor. Kimi gazete ve gazeteciler de Doğu’daki “düşük yoğunluklu savaş”tan pek tatmin olamadıkları için, Suriye taraflarına doğru gelişebilecek “sıcak savaş” manşetlerini yükseklere çıkarıyor.
Tekerrür eden politika, her zaman olduğu gibi “mukabele-i bilmisil” zihniyeti ve uygulamalarıyla şiddet eylemlerini bitireceğini ilan ediyor. Şimdiye kadar yüzlerce defa “beli kırılan” terör karşısında “istihbarat zaafı”nden bahsetmek, neredeyse vatan hainliğiyle eş tutuluyor. Her gün televizyonlarda boy gösteren mühim şahsiyetler, sorumluluk almak yerine kendileri dışındaki hemen tüm odakları suçlayarak, daha şimdiden siyaset tarihimizin geri dönüşümsüz çöplüğüne atılıyor.
Ateşler artık sadece düştüğü aileleri değil, mahalleleri, şehirleri yakarken, buralarda tahrip edilen, yokedilen benzersiz tarihî eserlerden sözetmek de ayıp kaçıyor (Bunların yokluğunun acısı kuşaklar boyu sürecek, kültürel devamlılığı sağlayan miras yapıların tahribatı, insanları da otlaştıracak. Tarih-kültür gemisi lafla, nutukla yürümüyor).
Büyük şehirlerin her zaman kalabalık meydanları, yol ve istasyonları haftasonları bile yavaş yavaş tenhalaşırken, distopya filmlerindeki görüntüleri çağrıştıran bir gelecek korkusuyla sarmalanıyoruz.
“Türkiye’nin istikrarını hedefleyen terör” klişesini bir an önce terketmek, birbirimizle değil toplumsal ve ekonomik eşitsizlikle savaşmak hem bir sorumluluk hem de yegane umut ve iyimserlik noktası. Diğer türlü, tarihin çöp sepeti hepimizi birden bekliyor.